YeniSafak.com “ Türkiye'nin birikimi... ” Dizi

 
Ana Sayfa...
Gündem'den...
Politika'dan...
Ekonomiden...
Dünya'dan...
Kültür'den...
Yazarlar'dan
Spor'dan
Dizi...

 

 

Cemaat mi, devlet mi daha modern?

Prof. Göle'ye göre "Gülen olayı" muhafazakar düşünce ile liberal hoşgörüyü birleştiriyor...

Cumhuriyet'le birlikte sürekli gündemde olan "modernleşmek", elbet sadece ileri teknolojinin araçlarını kullanmaktan öteye boyutlar içerir.. Modernleşmenin, demokratikleşmek, hukukun üstünlüğünü kabul etmek, sivilleşmek, insan hak ve özgürlüklerini egemen kılmak gibi boyutlar taşıdığını da gördük..

Bu arada sosyologlar, cemaatlerin çağdaş iletişime girmesini ve kentleşmenin cemaatlere yansımasını da, modernleşmenin içeriğinde ele aldılar.

Fethullah Gülen ve cemaati de, bu açıdan "modernleşme"nin yansımaları biçiminde algılandı..

Örneğin sosyolog Prof. Dr. Nilüfer Göle, Fethullah Gülen olayını, "geleneksel bastırılmışlık ile modern taşkınlık" arasındaki ilişkilere bağlıyor:

-Türkiye'de yaşayan bizler son 20 senedir bir sarsıntıya tutulduk. Çağı yakalamak ile kendimizi tanımak arzusu arasında gidip geliyor, hırs, öfke ve heyecan arasında dalgalanıyor, dünya ile ruhumuz arasında kendimize el yordamıyla bir yol açmaya çalışıyoruz. Henüz resmedilmemiş kimliğimiz, netleşmemiş desenimiz üzerine kavga veriyoruz.

Türkiye geçmişiyle geleceği, gelenek ile modernlik, kendisiyle dünya arasındaki ilintileri kuramadıkça, Fethullah Gülen hocaefendinin deyişiyle, bunlar arasındaki 'metafizik gerilimi' tutamadıkça, taşkınlaşmaktadır; şiddet ve göbek atmaya başvurma bunun bir tezahürüdür. Fethullah Gülen'in düşüncesi bireyin tanımında tevazuyu, toplumsal dokuda muhafazakarlığı, medeniyet kurulmasında da İslâm'ı cazip kılmaktadır. Geleneksel bastırılmışlık ile modern taşkınlık arasında örselenmiş bireye Allah ile münasebetini kaybetmemiş insanların tevazuu ve hoşgörüsünü örneklemektedir. Batı bireyinin akılcı küstahlığı ve yalnızlığı karşısında, imanı ve marifeti 'kalp kültürü'nde birleştiren 'muhabbet' insanlarını müjdeleyerek yeni bir özgüven kapısı açmaktadır.

Türkiye'de ilk defa mühafazakâr düşünce ile siyasi liberal hoşgörünün derin bir terkibine şahid oluyoruz. (Zaman-27-8-1995)

YENİ MİLLİYETÇİLİK...

Prof. Dr. Nilüfer Narlı'ya göre ise, Gülen Olayı, "Pan-İslamcılık'tan Yeni-Milliyetçilik'e geçiş"tir:

-Fethullah Hoca, İslâmî görüşlerini Said-i Nursî'nin Nurculuk ekolünden türetmiş olmakla beraber, Said-i Nursî'nin milliyetçiliği yadsıyan Pan-İslâmcılık anlayışından oldukça uzaklaşmıştır. Fethullah Hoca'nın "İslâmî" anlayışı, "yeni milliyetçilik" ve "yeni Osmanlıcılık" ile harmanlanmış farklı bir Nurcu anlayıştır. "Yeni milliyetçilik" şöyle tanımlanabilir: Türklerin, Sovyetler'in dağılmasından sonra değişen dünyada ortaya çıkan Türk Cumhuriyetleriyle giderek artan bir yakınlaşma arzusu ve Türkiye'deki ayrılıkçı terörün yarattığı öfke sonucu şekillenen, kökleri Pan-Türkçülüğe dayanan bir milliyetçilik. Yeni Osmanlıcılık ise, 1980'lerde Osmanlı geçmişine duyulan ilginin artmasıyla bugünkü sorunlara çare ararken, sık sık Osmanlıya referans verilmesi ve şanlı geçmişin özlemle anılması.

1995 Ramazan ayındaki iftar yemeklerinde sergilenen "modernist", "toleranslı" İslâm anlayışı, son yıllarda İslâmî hareketin güçlenmesi sonucu, "Biz müslüman değil miyiz?" feryadıyla kimlik krizini dışa vuran kişiler için Fethullah Hoca bir referans insanı oldu. Hoca'nın bu çıkışı, milliyetçiliği yadsıyan Pan-İslâmî görüşleri öne çıkaran "radikal" siyasî söylemi benimseyen çevrelerce hoş karşılanmamıştır. Bu çevreler, Hoca'nın talebelerinden, "Kemalist İslâmcılar" olarak söz etmişler, kendisini "devletle işbirliğine girmekle" suçlamışlardır. (Cumhuriyet-16 Ağustos 1995)

Laiklik konusunda en tavizsiz tutum sergileyenlerden biri olan Oktay Ekşi de, Gülen'in bir cemaat lideri kimliği ile, siyasi liderlerle görüşmesinin "laiklik adına" eleştirilmesini yanlış buluyor:

-Son günlerde CHP'de "Fethullah Hoca" krizi çıktı. Bildiğimiz gibi Fethullah Gülen isimli din adamı -belli ki kendisine saygı duyan hayli geniş bir de kesim var- geride kalan Kurban Bayramı günlerinde, Başbakan Yardımcısı CHP Genel Başkanı Hikmet Çetin'i evinde ziyaret etmek istedi. Bu bir "bayram tebriği" nitelikli bir istek. Nitekim Çetin de kabul etmiş ve görüşmüşler.

Görüşmelerde Fethullah Hoca, Hikmet Çetin'den bir istekte mi bulunmuş? Örneğin, "Anayasanın şu 24. maddesinin son fıkrasını korumak istiyormuş gibi görünüyorsunuz. Oysa laikliği korumayı beceremiyorsunuz. Bari tümden vazgeçin de Laik Cumhuriyetin defterini kolayca dürelim mi" demiş?

Hayır iki tarafın da söylediğinden anlaşılan o ki, aralarında siyasetin "s" harfi bile geçmemiş. Nitekim Fethullah Hoca'nın dünkü gazetelerde yayınlanan bir açıklaması var. Sağlam dokulu bir mantık örgüsüyle demiş ki, "(...) kaderimin bir parçası bildiğim devletimin ve milletimin kaderini bir ölçüde elinde t utan idareciler ve siyasî liderlerle yaptığım görüşmelerin yadırganmasını, bu çevrelerin taşıdıkları sıfat, bulundukları konum ve ihraz etmiş oldukları seviye ile telifte güçlük çektiğimi itiraf etmeliyim."

Adam diyor ki, ben bu ülkenin vatandaşıyım, bu devletin emekli bir memuruyum. Beni yönetenlerle konuşmamda ne sakınca var?

Üstelik "görüşme" talebi kendisinden gelmiş. Dahası... Ziyarette bulunmak için, her iyi dilekli insanın, ötekine bu dileğini iletmesine olanak sağlayan bir dinî bayram gününü seçecek kadar da dikkatli davranmış.

Hikmet Çetin'i bu yüzden eleştirenler, bayram günü kendilerini ziyaret etmek için, Fethullah Gülen isimli zattan değil de, toplum için, ailesi için, insanlık için yüz karası sayılacak olaylara bulaşmış bir kişiden "Sizi ziyaret etmek istiyorum" diye bir teklif gelse, reddedebilirler miydi? Reddetseler "insanlık" açısından ötekinden daha aşağı bir duruma düşmezler miydi?

"Laiklik" konusunda yıllardır yapılan uyarıları alay konusu yapanlar bu duyarlılığı bugün "laiklik" adına gösteriyorlarsa, bilsinler ki yanlış yerde, yanlış zamanda, yanlış kapı çalıyorlar. (Hürriyet-23-6-1997)

Fethullah Gülen Cemaatinin kamuoyuna açılmasından başlayarak, konuyu önemli bir sosyal olay biçiminde gören ve televizyon haberciliğine de konu eden Mehmet Ali Birand ise, konu "28 Şubat gündemi"ne girdiği andan başlayarak, görüş açıklamış..

HERKES DÜŞMAN MI?

Birand'ın bu konudaki yazılarından biri, 11 Mayıs 1997 tarihli:

-Laik kesim ile İslâmcılar arasındaki gerilim bütün hızıyla sürüyor. Cepheleşmeye doğru kayıyoruz... Bizler tüm İslâmcılar'ı, hatta dindarları ve politik İslâm peşinde koşup bunu kullanmak isteyen radikalleri aynı potanın içine koyuyoruz. Aralarındaki farklılıkları görmezden geliyoruz. Oysa onların arasında da çok farklı renkler var. Liberal yaklaşımı benimseyenler, ülkenin sistemini değiştirme peşinde koşmayanlar, gerçek demokratlar da var. Bunu açıkça da söylüyorlar.

Bence, bu kategorinin en belirgin örneği de Fethullah Hoca'dır.

Oysa bakıyoruz, bazılarımız Fethullah Hoca'nın temelde, Refahlı radikallerden pek farklı olmadığı, onun hedefinin de şeriata dayalı bir düzen kurmak, Türkiye'yi dine dayalı bir devlet düzenine sokmak olduğunu söylüyorlar ve "Fethullah Hoca daha tehlikeli, zira yavaş yavaş hedefe varılması gerektiğine inanıyor. Refah'ı da bundan dolayı, yani çok acele ettiğinden dolayı eleştiriyor" diyorlar. Bence bu tutum hatalı.

Laik kesim, kendi dışlarında kalan tüm dindar çevreleri bir blok hâlinde görmemeli. Nüansları kaçırmamalı.

Fethullah Gülen, bu köşede sık sık övülmüş bir kişidir. Uzlaşı ve hoşgörü dolu, İslâm'ın gerçek değerlerini gösteren, Türkiye'yi dine dayalı bir sistemle yönetmeyi değil, gerçek dindarlara saygı gösterilen bir ülke olması için çalışan bir yaklaşım ile ön plana çıkmıştır.

Fethullah Gülen'in çalışmalarını incelediğiniz zaman, bambaşka bir dindar ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Şimdi böyle bir insanı da dışlarsak, bu işin sonu nereye gider?

Bindiğimiz dalı kesmiş olmaz mıyız?

Eğer Türkiye'yi şeriattan korumak istiyorsak, mücadele şekli bu değildir. Başkalarını karalamak, dövmek yerine, gelin bizler de inançlarımızı savunalım, topluma laikliği iyi anlatalım. (Sabah-11-5-1997)

Birand'ın ikinci yazısının tarihi ise, 15 Ocak 1998 ve başlık "Fethullah Gülen Muamması":

-İslâm'a ağırlık veren grupların giderek artan şekilde geliştikleri, serpildikleri ve güçlendikleri... Bunlar iki gruba ayrılıyorlar...

1. Siyasal İslâm'ı kendilerine ideoloji olarak seçenler toplumu İslâmîleştirmenin yolunu "cihad" ile deniyorlar.

Yani, İslâmî bir devrim peşinde koşuyorlar. Çağdaşlıkla kavga ediyorlar. Demokrasiyi benimsediklerini ileri sürmelerine rağmen, hiç de demokratik olmayan bir yaklaşım içinde hareket ediyorlar.

2. Diğerleri ise, geleneksel İslâm'ı savunuyorlar. Yani bireyin dine önem ve öncelik vermesini sağlamaya çalışıyorlar. Toplumlarda radikal değişiklikler yaratmak peşinde değiller. Zamanla, anlatarak, eğiterek İslâmî anlayışı bireye indiriyorlar. Kavga yerine hoşgörüyü, uzlaşıyı tercih ediyorlar...

Bu iki yaklaşım arasında karşılıklı ve sert bir eleştiri kampanyası sürüp gidiyor.

Fethullah Gülen ikinci gruba giriyor.

Fethullah Gülen'in etrafını çevirenler ikinci gruba giriyorlar. İslâmî rengi ağır basan bu cemaat 3-4 milyonluk bir topluluğu etkiliyor.

Vakıflarıyla, medyası, ticaret-finans kurumları ve eğitim kadrolarıyla çok etkin bir dev mekanizma oluşturulmuş.

Kendine özgü, yumuşak yaklaşımlı bir mekanizma. İşte sorunlar da, bundan kaynaklanıyor.

Bir türlü damga vuramıyoruz. Oysa, alışkanlığımız var. Ya irticacı, yani kötü veya laik, yani iyi damgası vuramazsak rahat edemiyoruz. Ya din devleti kuracağına karar vermeliyiz veya cumhuriyetçi ve Atatürkçü olduğuna inanmalıyız.

Hepimizin içini bir kurt kemiriyor.

Fethullah Gülen'e net bir damga vuramamanın sıkıntısı içindeyiz.

(Sabah-15-1-1998)

Bütün bu değerlendirmeler, yazar Etyen Mahçupyan'ın yorumu ile, "modenleşme"ye ilişkin kararsızlıklara dayanıyor..

Mahçupyan, 22 Haziran 1999'da, "Radikal"de yayınlanan yazısında cemaat ile devlet arasındaki ilişkileri şöyle yorumluyor:

CEMAAT VE DEVLET

-Türkiye toplumunun bir 'olgunluk'tan ziyade, kendi devletini çok iyi tanımaktan ve onun karşısında güçsüzlüğünün farkında olmaktan kaynaklanan bir atalet ve sosyal depresyon durumu yaşadığını söylemek mümkün. Bu noktaya bir anda gelinmedi. Arkamızda yüzlerce yıllık bir 'devlet deneyimi' var. Yani aynı devlet zihniyetini süreklilik içinde yaşamaktan gelen bir içsel bilgiye sahibiz. Çünkü cumhuriyet ve modernleşme sadece toplumsal yapı içindeki reformlarla sınırlı kaldı; cemaatçi yapıyı kırıp vatandaşlığı yarattı; ama devletle toplum arasındaki ilişkiyi aynen korudu. Öte yandan devletin kurumsal yapısında daha 'rasyonel' modellere geçildiyse de, devletin iç işleyişinde geçmişten gelen ataerkil yapı sürdürüldü. Devlet, siyasetin esas alanı olmaya devam etti ve hamilik müessesesi çerçevesinde hareket eden devlet içi odakların enformel siyaseti devletin kimliğine damgasını vurdu.

Diğer bir deyişle, Türkiye'de bugün bile siyasi partilerin siyaseti, günümüz dünyasına uyum zorunluluğundan kaynaklanan ve devletin kerhen katlandığı bir 'vitrin' mahiyetinde.

Toplumun temel meseleleri bürokratik mekanizmanın inisiyatifine kaldığı ölçüde, asıl siyaset devletin iç alanına girilince başlıyor ve hizipler eliyle yürütülüyor.

Dolayısıyla siyasi alan açısından bizim 'çağdaşlaşmamızın' iki önemli özelliği var: Birincisi, siyasetin aynen Osmanlı gibi devlet tekeli altına almış bir yönetim zihniyetinin egemenliği. İkincisi ise toplumun vatandaşlar olarak hemojenize edilmesi sonucunda, bu devletin zihniyetine direnecek bir toplumsal muhalefetin engellenebilmesi.

Modernleşmenin sadece cemaatler düzleminde geçerli olup devletin işleyişi mantığını değiştirmemesi, sonuçta geçmişe oranla daha da tahakkümcü bir devlet-toplum ilişkisiyle sonuçlanmış gözüküyor. Böylece cemaatleri yasaklayan bir düşüncenin taşıyıcıları, bizzat kendilerini cemaatleştirmiş oluyorlar. Cumhuriyet'in iktisadi ve sosyal tarihi, devletin adım adım bir cemaat haline gelmesinin ve siyaseti kendi içine çekerek rant sistemleriyle bütünleştirmesinin de tarihi. Bugün devlet Osmanlı toplum modeline benzer bir yapılanma içinde: Tüm iç kurumlar birer cemaat olarak çalışıyor; her birinin içinde açık veya gizli hizipler ve hizipler arasında kurumsal yapıları aşan enformel bağlar mevcut. Dolayısıyla çok da endişelenmeyin: Onların birbirlerini dinleme ihtiyaçları bizleri dinleme arzularından çok daha fazla. (Radikal-22-6-1999)

Yazar Murat Belge ise, Gülen konusunda karmaşık düşünceler içinde bulunanlardan biri.. "Radikal"deki yazısında, şöyle yorumluyor olayı:

-Şu aşamada, Gülen'in kasetlerini dinlemiş biri, "İşte gördünüz. Adam sinsi ve uzun vadeli bir plan kurmuş. Bunu gerçekleştirmek için de geniş bir örgütlenmeye girişmiş, adım adım ilerliyor. Hedefi siyasi iktidarı ele geçirmek. Ama neyse ki suçüstü yakalandı" diyebilir. Buna bu düzeyde karşı çıkıp, "Hayır, öyle bir durum sözkonusu değil" demek doğrusu çok zor. Ama tartışmanın kanalını değiştirmek ve şunları sormak da mümkün: "Evet, peki böyle yapmışsa ne olmuş? Siyaset yapmak bu değil mi? Örneğin bir sol siyasi önder de aynı ilkeleri salık vermez miydi? Varolan siyasi/hukuki düzen, vicdanen meşru sayılan bir görüşü yasaklıyorsa, o görüşe inanan insanın nasıl bir politika yapmasını bekliyorsunuz?"

Bu gibi soruları da 'saçma' diye bir kalemde silip atmak doğru olmaz. Ama ben konuyu mümkün olduğu kadar, 'hukuk' çerçevesinin dışında ve 'siyaset sosyolojisi' çerçevesinin içinde ele almak istiyorum. Özellikle şu nedenle: Gülen'in konuşmalarının hukuk içinde tartışılması karşıt yaklaşım uçları yaratabiliyorsa, bunun bir nedeni de Gülen'in yürüttüğü politikanın kendisinin ciddi bir 'karma' nitelik taşıması.

Bu politikanın özünde, Türkiye'nin ve Ortadoğu'nun 'kabailistik' diye karakterize edebileceğimiz bir siyasi gelenek yatıyor. Şu veya bu nedenle düzenin 'kabul edilemez' saydığı bir politik görüş (bu, belirli nedenlerle, sadece bir 'klik' sorunu da olabilir), ister istemez, gelenek olarak 'illegal' denecek bir çekirdek biçimde örgütlenir. Bunun altında yatan temel etken, böyle ülkelerde kitlelerin nihai belirleyici olduğu demokratik bir siyasi geleneğin varolmamasıdır. Bugünlerde basından izlediğimize göre hükümetin DSP ve MHP kanatları arasında, devlete kadro almak için uygulanacak sınav yöntemi konusunda ciddi bir tartışma sürüyor. Niye? Çünkü böyle toplumlarda 'kadro' son derece önemli. Yani, bugün Gülen bağlamında tartışmadan kopuk ya da bağımsız değil. (Radikal-22-6-1999)

Bütün bu yorumları, "gününde" değil, bu çalışmada verdiğimiz biçimde "bir arada" okuduğunuz zaman, "Hocaefendi Sendromu" ile neyi ifade etmek istediğimizi görürsünüz..

Sosyal olayları, sadece medyatik kampanyalar, suçlamalar ve iddianameler içinden izlemek, sağlıksızdır..

Cemaatler, Türkiye'nin bir gerçeğidir..

Bunları anlamaya çalışmak, çağdaş aklın gereğidir..

Toplumda yıllardır olumlu ve olumsuz yönleri ile tartışılan ve bağlı kurumları ile bir ülke gerçeği haline gelen Fethullah Gülen Cemaati'ni anlamak, Türkiye'yi de anlamamızı sağlayacaktır..

 

YARIN 17. BÖLÜM: Barış, uzlaşma ve ödüller...

 


Kağıda basmak için tıklayın.



 


Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar | Spor | Bilişim | Dizi
İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV


Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED

Bu sitenin tasarım ve inşası, İNTERNET yayını ve tanıtımı, TALLANDTHIN Web tarafından yapılmaktadır. İçerik ve güncelleme Yeni Şafak Gazetesi İnternet Servisi tarafından gerçekleştirilmektir. Lütfen siteyle ilgili problemleri webmaster@tallandthin.com adresine bildiriniz...