YERALTI
Yapım Yılı ve Ülkesi: 2012, Türkiye yapımı
Türü ve Süresi: Psikolojik drama, 107 dakika
Gösterim Formatı: (Dijital video çekim tabanlı) 35 mm standart sinema filmi
Perdedeki Resim Oranı: 1.85:1
Türkiye'de Gösterime Sunulan Kopya Sayısı: 25
Yönetmen: Zeki Demirkubuz
Yönetmen Yardımcısı: Rezan Yeşilbaş
Senarist: Zeki Demirkubuz
Görüntü Yönetmeni: Türksoy Gölebeyi
Işık Şefi: Hatip Karabudak
Kurgucu: Zeki Demirkubuz
Kostüm Tasarımcısı: Nihan Güneş
Ses Kayıt Teknisyeni: Furkan Atlı
Ses Miksaj Teknisyeni: Serdar Öngören
Oyuncuları: Engin Günaydın, Nergis Öztürk, Serhat Tutumluer, Nihal Yalçın, Murat Cemcir, Feridun Koç, Serkan Keskin, Sarp Apak
Yapımcı Şirket: Mavi Film
Yapımcı: Zeki Demirkubuz
Yürütücü Yapımcı: Başak Emre
Dağıtıcı Şirket: Tiglon Film
İçerik Uyarıları: Argo diyaloglar ve yüzeysel cinsellik içermesi, yanısıra bir dizi olumsuz davranış örneğine yer vermesinden dolayı, 15 yaşından küçük sinemaseverler için uygun bir yapım değildir.
Ailece izlenebilir mi? ŞARTLI EVET / 15+ (Ailenin küçük üyelerinin en az 15 yaşında ve daha büyük olmaları şartıyla)
Filmin Yeni Şafak-Sinema Puanı: (4 yıldız üzerinden) * * *
Resmî İnternet Sitesi ve Fragmanı: www.zekidemirkubuz.com
::::::::::::::::::::::::::
::::::::::::::::::::::::::
1960'lı yılların başlarında, o dönemin cuncunalı Yeşilçam ortamında meslekî rekabet ya da karakter uyuşmazlığı nedeniyle birbirleriyle sürtüşme hâlinde olan bazı yapımcılar arasında tuhaf bir moda peydahlanmıştı. Kafası herhangi bir meslektaşına bozulan yapımcımız, çektiği yeni filminin ismini, konuyla ilgili olsun ya da olmasın, onu rencide edecek bir cümle şeklinde kurgulayarak, kendi sığ bakış açısına göre muhatabından kamuoyunun huzurunda “intikam alıyordu”.
Bir döneme damgasını vurmuş olan bu tür tartışmalar ve karşılıklı acı acı laf sokmalardan hatırımda kalan en ünlüsü ise “Yerli Film” isimli yapım şirketinin sahibi Atıf Yılmaz ile “Kemâl Film”in efsanevî patronu Osman Fahir Seden arasında yaşanan itiş kakıştır.
Zeki Demirkubuz'un uzun süredir merakla beklediğimiz yeni filmi “Yeraltı”nda ister istemez dikkatimi çeken, filmin son birkaç haftadır ulusal medyada -kendi aslî değerinden ziyade- bu yönüyle tartışılmasına yol açan “Nuri Bilge Ceylan'a yönelik ince ince giydirmeler”, bana günümüzden ta 50 yıl öncesinde posterler üzerinden gerçekleştirilmiş o sinir savaşlarını hatırlattı ister istemez… Çünkü, her iki durum da ortaya koyduğu “çiğlik katsayısı” açısından denk; hattâ ülke olarak eriştiğimiz toplumsal ve sanatsal olgunluk düzeyi dikkate alındığında, 2012 yılında beyazperdeye arz-ı endam eden bu hesaplaşma gösterisi yarım asır öncekinden çok daha vahim…
KENDİSİNİ ÇOK SEVİP SİNEMASINA İSE HİÇ ISINAMADIĞIM BİR SANATÇI: ZEKİ DEMİRKUBUZ
Ben, psikoloji biliminin deyimiyle “karakter”; İslâmî terminolojideki karşılığıyla ise “fıtrat” olarak Zeki Demirkubuz'a, onun dobralığı ve fevrîliğine yakın bir adamım. O yüzden de kendisini ta ilk filmi “C-Blok” ve bu öncü yapıta paralel olarak medyaya verdiği mülâkatlardan beri daima büyük bir saygı ve dikkatle takip ettim. Bu sanatçımızın -sineması üzerinden her söylediğine değilse bile- hayata dair söylediği pek çok sözde kendimi buldum. Muhatabıma böyle bir cepheden baktığımda, şimdiye kadar hiç tanışma fırsatı bulamasam bile, velev ki kendisiyle yakın bir temasım, arkadaşım hukukum olsa ömrüm boyunca güzel güzel geçinip gidebileceğim biridir Demirkubuz… Ya da en azından bu benim -ondan aldığım elektriğe dayalı olarak- kişisel tasavvurum…
Öte yandan, aynı sanatçının Dostoyevski karamsarlığının peliküle aktarılmış hâli olan sinemasından ise çoğunlukla haz etmem. Onun filmlerini anlayamamaktan kaynaklanan bir hoşnutsuzluk ya da bunaltı duygusu değildir bu; tam aksine her filmini, onlara yüklediği üst ya da alt mesajları çok iyi anladığımı düşünüyorum ve işte tam olarak bundan dolayı sevemiyorum Demirkubuz Sineması'nı
Sanat tarihinde, içine sürüklendiği kronik depresiflikten beslenip bizzat bu enstrümanı kullanarak yüksek birer sanatsal yapı kurabilmiş pek çok şair, yazar, ressam, tiyatrocu, besteci, heykeltıraş ya da sinemacı varolagelmiştir. "İnsan öylesine alçaktır ki, zamanla herşeye alışır" diyen Dostoyevski de bunların en önemlilerinden biri ve onun Türkiye'deki sarsılmaz takipçilerinden Demirkubuz da benzer bir hüznün, iflah olmaz bir umutsuzluğun, kesif bir karamsarlığın sinemamızdaki yetkin temsilcileri arasında yer alıyor.
Zeki Demirkubuz merâmını çok iyi anlatabilen, görüntünün dilini kullanma açısından aşkın bir sinemacı… Buna karşılık, tam olarak neye inandığının farkında olan her Müslüman'ın da perdede anlatılan o “meram” ile sorunları, ona ilişkin bazı derin sorgulamaları olmak zorundadır. Bu yüzdendir ki bizim dîni pek bütün mahallemizde özellikle son 10-15 yıldır âdetâ kitlesel bir histeriye dönüşen “Demirkubuz Sineması tiryakiliği” de başka bir yazıda ayrıca uzun uzadıya ele alınması gereken çok ciddi paradokslarımızdan birini oluşturuyor.
SİNEMASI GÜZEL ŞEYLER SÖYLEYEN, KENDİSİ İSE SON DERECE KETUM BİR SANATÇI: NURİ BİLGE CEYLAN
Diğer cepheye geçtiğimizde, Nuri Bilge Ceylan'ı ise “sinema” olarak kişisel beğenime daha bir yakın, ancak o muhteşem anlatıların sahibini -yine, hangi sözcüğü kullanırsanız kullanın- “karakter” ya da “fıtrat” açısından da kendime oldukça uzak bulmaktayım.
Bu sanatçının haddinden fazla hesaplı ve hesapçı bir yanı var bana göre; giderek büyüyen uluslararası şöhretinin de etkisiyle (ki söz konusu hâli bana artık kendilerinin bile tam anlamıyla hâkim olamayacakları kadar büyümüş durumdaki Fethullah Gülen cemaatinin “Sahip olduğumuz medya organlarında falanca politik lidere laf söylersek gücenir, kızar, önümüzü keser. Filanca ülkeye laf edersek oradaki okullarımız kapatılır” şeklindeki bitmez tükenmez küresel denge kurma çabalarını hatırlatır hep) ağzından çıkacak her sözü bin kez tartıyor, hattâ çoğu kez başına bir iş açılmasın, şu ya da bu tarafın adamı olarak algılanmasın diye hiç konuşmuyor bile!
Eh, bu da karnı ağzında yaşayan bir herif olarak benim kolay kolay uzlaşabileceğim bir kişilik özelliği değil elbette… Ne yani, herkesin herkesle çok uyumlu olduğu böyle bir piyasada “uyumsuz adam”, “geçimsiz adam”, “takım çalışmasına yatkın olmayan kılçık adam” gibi unvanları kazanmak kolay mı oldu sanıyorsunuz? Bunun için gerektiğinde aç ve yapayalnız kalmak pahasına birilerinin canını sıkmanız gerekiyor ki ben de bu işi öteden beri gayet iyi yaparım.
Ha, sanatçının söz konusu tercihine kızmalı mıyız? Ya da kıyasıya eleştirilecek bir kişilik özelliği midir bu? Asla! Benimkisi yalnızca bir durum tespiti; her iki yönetmeni de uzun yıllar boyunca dikkatle gözlemledikten sonra varılmış kanaatler, hepsi o kadar…
Buna rağmen, “Uzak”tan itibaren Ceylan'ın filmlerinde hayata ve onu anlamlı kılan edimlere ilişkin söylediklerini, Demirkubuz'un anlatılarına göre kendime çok daha yakın bulmaktayım. Öyle ki “Uzak” benim sinema bilgimi ve beğenimi yenileyen başat filmlerden biri olduğu gibi, yakın bir zamanda aynı sanatçıdan benzer bir şamarı da “Bir Zamanlar Anadolu'da”yı izlediğimde yedim. Demirkubuz Sineması'nda biraz daha savruk ve denetimsiz duran emprovize oyunculuklar, Ceylan'da ise oyuncuları kamera önünde görece serbest bırakmakla birlikte, aynı sanatçıların ön hazırlık safhasında -üstlendikleri karakterin nüansları üzerine- yönetmen tarafından esaslı bir şekilde yoğuruldukları hissini uyandırıyor bende… Nitekim, ilk gösteriminden yıllar sonra “Uzak”ın, “Üç Maymun”un kamera arkası çekimlerini izlediğimde, bu “oyuncularını havaya sokma, en son raddesine kadar karakterin kimliğine büründürme” çabasının Ceylan tarafından ne denli ciddiye alındığını bizzat müşahede etmiştim.
BİR 'BASIN TOPLANTISI' ÇOK DAHA YAKIŞIKLI OLURDU
Kişisel yaklaşımıma göre, Zeki Demirkubuz, meslektaşı Nuri Bilge Ceylan ile neredeyse 8-9 yıldır sürüp giden geriliminin gerekçelerini bizlere (“bizler”den kastım sinema yazarları ve habercileri) varsa belgeleriyle, tanıklarıyla birlikte uzun uzadıya anlatacağı samimi bir basın toplantısı düzenlemeliydi.
Çevremde Demirkubuz'dan “Filanca gün filanca yerde buluşalım, size Nuri Bilge Ceylan'ın bazı özgün sinemasal fikirlerimi benden izinsiz nasıl kullandığına ilişkin çok önemli bilgiler vereceğim” şeklinde bir e-posta alsa, böyle bir basın toplantısına icabet etmeyecek tek bir sinema yazarı/habercisi bile tanımıyorum doğrusu… İnsanlar, toplantı sonucunda oluşacak nihai kanaatleri her ne olursa olsun, böylesine saygın bir yönetmenin düzenleyeceği o “dertleşme”ye mutlaka katılır, kendisini başından sonuna kadar ilgiyle dinler, akıllarına takılan soruları sorup notlarını alırlardı. Sonrasında da aynı buluşmada Demirkubuz tarafından dillendirilen iddiaları köşelerimizde, sayfalarımızda -her iki tarafı da incitmeden- ele alıp, Ceylan'ın vereceği karşı cevapları beklerdik. Bence, böyle bir yöntemle sinemamızda benzerine kolay rastlanmayacak türden bir entelektüel tartışmanın da temelleri atılmış olurdu. Dahası, zayıf bir ihtimâl bile olsa, en sonunda her iki yönetmenimizi bir araya getirip karşılıklı “hellâleştirme” imkânı da doğabilirdi.
Hemen belirtmeyim ki bu "kirli" tartışmada sezgilerim bana Demirkubuz'un en azından belli bir noktaya kadar haklı olabileceğini söylüyor. Ceylan yıllar önce "Uzak"ın hikâyesini kendisinden plan plan dinlemiş, sonra da pişkin bir şekilde bunu filmleştirmiş olabilir. Aynı şekilde, Demirkubuz'un -Ceylan'ın da bulunduğu- bir dost sohbetinde "Yılmaz Güney'in 'Baba' filmi bugünün sinema diliyle mutlaka yeniden çekilmeli" demesinden hemen sonra bu parlak fikrin de üzerine yatıp "Üç Maymun"u çektiği varsayılabilir. Demirkubuz'un her iki olayda da mevcut olduğunu ileri sürdüğü tanıklar ve kanıtlar, kendisini durup en azından can kulağıyla şöyle bir dinlememizi gerektiriyor. Fakat, kendisinin ideolojik taraftarı olsun ya da olmasın, bu ülkede sinemayı seven istisnasız herkesin sanatsal mücadelesine büyük saygı duyduğu "auteur" bir sinemacı olarak önümüze sürdüğü hesaplaşma yöntemini ise "meşrû" kılmıyor.
Dostoyevski'den yapılmış serbest bir uyarlama olarak, “Yeraltı” filminin bir dizi sahnesinde yer alan hayli "tanıdık" bazı sözler, simgeler ve özellikle hikâyenin önde gelen karakterlerinden Cevat, tartışmaya mahal bırakmayacak bir şekilde Nuri Bilge Ceylan'ı hicvetmekte Aslında durumu tanımlarken “hiciv” sözcüğünün çok yumuşak kaldığını da belirtmek gerek. Demirkubuz, meslektaşı Ceylan'ı kendi ürettiği bu kurmaca karakter üzerinden resmen aşağılıyor, onu fikir hırsızlığıyla, yanar döner bir adam olmakla suçluyor. Her iki sanatçıyı ve yapıtlarını yakından tanıyanlar, filmi izlediklerinde bu durumu kanıtlayan “sokuşturmaları” da hemen fark edeceklerdir hiç kuşkusuz…
Oysa, sinema filmlerinin de, onları ortaya koyan sanatçıların da “güncel”den bu kadar beslenmeye hakları olamaz. En azından geleceğe “kültürel miras” olarak aktarılacak türden nitelikli sinema filmleri yapanların… Bu olayda ortaya çıkan manzaranın 1960'lı yıllardaki “Allah Cezanı Versin Osman Bey”den teknik olarak hiç bir farkı yok aslında…
Sorarım size, Aksoy Yapım'ın bütünüyle günümüzün popüler kültürünü yansıtan anlık vur-kaç esprilerle bezeli “Recep İvedik”leri bundan 30 yıl sonra raftan indirilip 2040'lı yılların Türkiye'sinde televizyonda gösterildiğinde, o dönemin insanlarına ne ifade edecek? Aynı vur-kaçları merhum Ertem Eğilmez'in 1970'li yıllardaki Arzu Film yapımlarında da gözlemleyebilirsiniz sözgelimi Dönemin tek kanallı siyah-beyaz TRT'sinde “Charlie'nin Melekleri” ya da “Dallas” gibi Amerikan dizileri oynuyor diye senaryoya sette sokuşturulan “seksî özel dedektif Farrah”, “acımasız petrol kralı Ceyar” esprilerine şimdiki zamanın -o muhabbetlerden tamamen habersiz- genç izleyicileri aval aval bakıyorlar. Bunlar, film yapımında hep “anlık düşünme”nin birer yansıması…
Öte yanda, Metin Erksan ise “Acı Hayat”ıyla, “Suçlular Aramızda”sıyla, “Sevmek Zamanı”yla, “Kuyu”suyla hâlâ granitten yapılma bir anıt gibi sapasağlam yükseliyor ulusal sinemamızda… Çünkü, bunlar günübirlik itiş kakışlara, popüler kültür sığlıklarına zerrece prim vermeden, çağları aşacak türden büyük sözlerle donatılmış büyük filmler… Ve “eskime” ihtimalleri de yok!
“Yeraltı”, ortalamanın çok üzerinde bir başarıyla çekilmiş ve oynanmış sağlam bir drama; daha da ötesi sinemamızda az rastlanır türden bir psikolojik gerilim… Bana göre, bu filmin, son on yıl içinde çekilenler arasından kendisiyle aynı kulvarda yer alıp da karşısına çıkabilecek yegâne rakibi Çağan Irmak'ın “Karanlıktakiler”i olabilir. Başroldeki Engin Günaydın'ın ve diğer bir dizi sanatçının zaman zaman kendilerini bile aştıkları müthiş oyunculuklarla bezenmiş olmasının yanı sıra, böyle bir hikâyenin ruhuna son derece uyan karanlık, kasvetli bir sanat yönetimine tanık oluyoruz ki söz konusu atmosferi kuran ışık ve kamera ekibini de özellikle kutlamak şart…
Pekiyi, böylesi sahiden de şık oldu mu?
Yok, bence hiç olmadı.
* * *
YENİ ŞAFAK SİNEMA SAYFASI / YILDIZ PUANLAMA TABLOSU
* * * *
(4 Yıldız) Sinemanın sanat kimliğini pekiştiren gerçek bir başyapıt… Kaçırmanız gerçekten de yazık olur.
* * * 1/2
(3,5 Yıldız) Oldukça başarılı bir film. Şartlarınızı zorlamak pahasına mutlaka görmelisiniz.
(3 Yıldız) Çoğu bölümüyle sanatsal bir derinlik ve lezzet yakalayabilen, kayıtsız kalınmayacak bir film. Ömrünüzden bir kaç saati vermeye değer…
* * 1/2
(2,5 Yıldız) Bazı bölümlerinde iyi bir filmin kalite standartlarına erişmeyi başarabiliyor; fakat bir bütün olarak bakıldığında ise sorunlu ve tam olmamış.
* *
(2 Yıldız) Hiç bir sanatsal değeri ve akılda kalıcılığı yok. Yalnızca zaman öldürmek için tüketilebilir. Ki zamanınıza önem verdiğimiz için bunu da pek önermiyoruz.
* 1/2
(1,5 Yıldız) Kötü bir film ve neden çekildiğini anlamak zor… Görmemeniz yararınıza olacaktır.
*
(1 Yıldız) Sinema sanatı adına utanç verici bir gösteri… Arkanıza bakmadan kaçın, sevdiklerinizi de uzak tutun!