Bu kinayelere sahiden de gerek var mıydı sevgili Demirkubuz Usta?

Çağdaş Türk sinemasının iki pırıltılı ismi ve uluslararası markaları Nuri Bilge Ceylan ile Zeki Demirkubuz arasında nicedir sürüp giden, son olarak da Demirkubuz'un yeni filmi 'Yeraltı'nın dokusuna kadar işleyen o tatsız gerilimde sezgilerim ikincisinden yana destekleyici tavır almam gerektiğini söylüyor. Ancak, mantığımın ve edep duygumun söylediği ise bunun tam tersi… İsimleri hem yerel hem de küresel ölçekte bu denli büyümüş 'auteur' sanatçılar birbirlerini, her biri geleceğe kültür mirası olarak devredeceğimiz filmleri üzerinden vurmamalı; çünkü bu onların şânına yakışan bir tavır değil!

Ali Murat Güven Yeni Şafak
Bu kinayelere sahiden de gerek var mıydı sevgili D
alimuratg@yahoo.com

YERALTI

Yapım Yılı ve Ülkesi: 2012, Türkiye yapımı

Türü ve Süresi: Psikolojik drama, 107 dakika

Gösterim Formatı: (Dijital video çekim tabanlı) 35 mm standart sinema filmi

Perdedeki Resim Oranı: 1.85:1

Türkiye'de Gösterime Sunulan Kopya Sayısı: 25

Yönetmen: Zeki Demirkubuz

Yönetmen Yardımcısı: Rezan Yeşilbaş

Senarist: Zeki Demirkubuz

Görüntü Yönetmeni: Türksoy Gölebeyi

Işık Şefi: Hatip Karabudak

Kurgucu: Zeki Demirkubuz

Kostüm Tasarımcısı: Nihan Güneş

Ses Kayıt Teknisyeni: Furkan Atlı

Ses Miksaj Teknisyeni: Serdar Öngören

Oyuncuları: Engin Günaydın, Nergis Öztürk, Serhat Tutumluer, Nihal Yalçın, Murat Cemcir, Feridun Koç, Serkan Keskin, Sarp Apak

Yapımcı Şirket: Mavi Film

Yapımcı: Zeki Demirkubuz

Yürütücü Yapımcı: Başak Emre

Dağıtıcı Şirket: Tiglon Film

İçerik Uyarıları: Argo diyaloglar ve yüzeysel cinsellik içermesi, yanısıra bir dizi olumsuz davranış örneğine yer vermesinden dolayı, 15 yaşından küçük sinemaseverler için uygun bir yapım değildir.

Ailece izlenebilir mi? ŞARTLI EVET / 15+ (Ailenin küçük üyelerinin en az 15 yaşında ve daha büyük olmaları şartıyla)

Filmin Yeni Şafak-Sinema Puanı: (4 yıldız üzerinden) * * *

Resmî İnternet Sitesi ve Fragmanı: www.zekidemirkubuz.com

::::::::::::::::::::::::::

FİLMİN KONUSU: Muharrem, nefret ettiği ve edildiği hâlde eski arkadaşlarının yemeğine kendisini zorla davet ettirir. Masum didişmeler, ufak tefek kişilik gösterileri ile başlayan yemek, dumanlanan kafaların da etkisiyle giderek utanç dolu geçmişe doğru yol almaya başlar. Eski defterler açılır ve kirli hesaplar ortaya dökülür. Gece, adım adım pişmanlık, gözyaşları ve öfkeyle kaplanırken, rezillik karanlık sokaklara, fuhuş kokan otel odalarına taşar. Onlar hep birlikte, Muharrem tek başına olsa da kararlıdır. Pislik ya o gece temizlenecek ya da geberip gidecektir. Yoksa, sonsuza kadar kurtulamayacaktır bu utançtan…

::::::::::::::::::::::::::

1960'lı yılların başlarında, o dönemin cuncunalı Yeşilçam ortamında meslekî rekabet ya da karakter uyuşmazlığı nedeniyle birbirleriyle sürtüşme hâlinde olan bazı yapımcılar arasında tuhaf bir moda peydahlanmıştı. Kafası herhangi bir meslektaşına bozulan yapımcımız, çektiği yeni filminin ismini, konuyla ilgili olsun ya da olmasın, onu rencide edecek bir cümle şeklinde kurgulayarak, kendi sığ bakış açısına göre muhatabından kamuoyunun huzurunda “intikam alıyordu”.

Bir döneme damgasını vurmuş olan bu tür tartışmalar ve karşılıklı acı acı laf sokmalardan hatırımda kalan en ünlüsü ise “Yerli Film” isimli yapım şirketinin sahibi Atıf Yılmaz ile “Kemâl Film”in efsanevî patronu Osman Fahir Seden arasında yaşanan itiş kakıştır.

Türk sinemasını bugünlere taşımış ve artık her ikisi de rahmetli olmuş iki ulu çınar arasında baş gösteren gerilim bir dönem öylesine artmıştı ki Yılmaz, 1961 yılında kendi yapım şirketi adına yönettiği, başrollerinde Orhan Günşıray, Çolpan İlhan, Kenan Pars, Peri Han, Nubar Terziyan ve Atıf Kaptan'ın yer aldığı filmine “Allah Cezanı Versin Osman Bey” gibi absürd bir isim koyacaktı. O günlerde söz konusu filmi izlemeye gidenler, konusunun böyle bir beddualı cümleyle uzaktan yakından ilişkili olmadığını görerek şaşkına dönmüşler, ancak sonradan Beyoğlu'nun arka sokaklarından medyaya yayılan dedikodularla da meselenin aslını kavramışlardı. Bütün olay, Yılmaz'ın nicedir kızgın olduğu Seden'e sağlam bir darbe vurmayı arzulamasından ibaretti. Nitekim, yerli ve yabancı filmlere merak uyandırıcı, kışkırtıcı, dahası anlamsız isimler bulma konusunda dünya çapında bir yeteneğe sahip Türk sinema işletmeciliğinde bu tür traji-komik vak'alar pek çoktur. 1970'lerin en gözde erotik filmlerinden biri olup şimdiki benzerlerinin yanında ise “Pollyanna” düzeyinde kalan “Emmanuelle”nin de ülkemizde vaktiyle “Hisli Duygular” (!) adıyla gösterime sunulduğunu hatırlarım meselâ… 1970'lerin sonlarına doğru bu akıllara zarar ismi taşıyan posterleri, lobi kartlarını ciddi ciddi bastırıp salonlara dağıtmıştı bizim sevgili işletmecilerimiz…

Zeki Demirkubuz'un uzun süredir merakla beklediğimiz yeni filmi “Yeraltı”nda ister istemez dikkatimi çeken, filmin son birkaç haftadır ulusal medyada -kendi aslî değerinden ziyade- bu yönüyle tartışılmasına yol açan “Nuri Bilge Ceylan'a yönelik ince ince giydirmeler”, bana günümüzden ta 50 yıl öncesinde posterler üzerinden gerçekleştirilmiş o sinir savaşlarını hatırlattı ister istemez… Çünkü, her iki durum da ortaya koyduğu “çiğlik katsayısı” açısından denk; hattâ ülke olarak eriştiğimiz toplumsal ve sanatsal olgunluk düzeyi dikkate alındığında, 2012 yılında beyazperdeye arz-ı endam eden bu hesaplaşma gösterisi yarım asır öncekinden çok daha vahim…

KENDİSİNİ ÇOK SEVİP SİNEMASINA İSE HİÇ ISINAMADIĞIM BİR SANATÇI: ZEKİ DEMİRKUBUZ

Bu konudaki görüşlerimi sizlerle paylaşmaya başlamadan önce, bazı taşları yerli yerine oturtmakta yarar görüyorum.

Ben, psikoloji biliminin deyimiyle “karakter”; İslâmî terminolojideki karşılığıyla ise “fıtrat” olarak Zeki Demirkubuz'a, onun dobralığı ve fevrîliğine yakın bir adamım. O yüzden de kendisini ta ilk filmi “C-Blok” ve bu öncü yapıta paralel olarak medyaya verdiği mülâkatlardan beri daima büyük bir saygı ve dikkatle takip ettim. Bu sanatçımızın -sineması üzerinden her söylediğine değilse bile- hayata dair söylediği pek çok sözde kendimi buldum. Muhatabıma böyle bir cepheden baktığımda, şimdiye kadar hiç tanışma fırsatı bulamasam bile, velev ki kendisiyle yakın bir temasım, arkadaşım hukukum olsa ömrüm boyunca güzel güzel geçinip gidebileceğim biridir Demirkubuz… Ya da en azından bu benim -ondan aldığım elektriğe dayalı olarak- kişisel tasavvurum…

Öte yandan, aynı sanatçının Dostoyevski karamsarlığının peliküle aktarılmış hâli olan sinemasından ise çoğunlukla haz etmem. Onun filmlerini anlayamamaktan kaynaklanan bir hoşnutsuzluk ya da bunaltı duygusu değildir bu; tam aksine her filmini, onlara yüklediği üst ya da alt mesajları çok iyi anladığımı düşünüyorum ve işte tam olarak bundan dolayı sevemiyorum Demirkubuz Sineması'nı

Sanat tarihinde, içine sürüklendiği kronik depresiflikten beslenip bizzat bu enstrümanı kullanarak yüksek birer sanatsal yapı kurabilmiş pek çok şair, yazar, ressam, tiyatrocu, besteci, heykeltıraş ya da sinemacı varolagelmiştir. "İnsan öylesine alçaktır ki, zamanla herşeye alışır" diyen Dostoyevski de bunların en önemlilerinden biri ve onun Türkiye'deki sarsılmaz takipçilerinden Demirkubuz da benzer bir hüznün, iflah olmaz bir umutsuzluğun, kesif bir karamsarlığın sinemamızdaki yetkin temsilcileri arasında yer alıyor.

Ancak, benim, “kıyametin kopmasına beş dakika kala bile yeni bir fidan daha dikmekle yükümlü kılınmış” samimi bir Müslüman olarak bu yöndeki bir sinemanın perdeden izleyicilerine yaydığı -Yüce Allah'ın vaadinin tam karşıtı- o karamsarlıkla ileri düzeyde bir gönül bağı kurabilmem mümkün değil. Kaldı ki kendisini bir taraftan “Müslüman” diye tanımlayıp, diğer taraftan ise Demirkubuz'un sinema algısı ve anlayışına abartılı bir şekilde meftun olanların söz konusu dört dörtlük özdeşleşmeyi nasıl başarabildiklerini de kesinlikle anlayabilmiş değilim.

Zeki Demirkubuz merâmını çok iyi anlatabilen, görüntünün dilini kullanma açısından aşkın bir sinemacı… Buna karşılık, tam olarak neye inandığının farkında olan her Müslüman'ın da perdede anlatılan o “meram” ile sorunları, ona ilişkin bazı derin sorgulamaları olmak zorundadır. Bu yüzdendir ki bizim dîni pek bütün mahallemizde özellikle son 10-15 yıldır âdetâ kitlesel bir histeriye dönüşen “Demirkubuz Sineması tiryakiliği” de başka bir yazıda ayrıca uzun uzadıya ele alınması gereken çok ciddi paradokslarımızdan birini oluşturuyor.

SİNEMASI GÜZEL ŞEYLER SÖYLEYEN, KENDİSİ İSE SON DERECE KETUM BİR SANATÇI: NURİ BİLGE CEYLAN

Diğer cepheye geçtiğimizde, Nuri Bilge Ceylan'ı ise “sinema” olarak kişisel beğenime daha bir yakın, ancak o muhteşem anlatıların sahibini -yine, hangi sözcüğü kullanırsanız kullanın- “karakter” ya da “fıtrat” açısından da kendime oldukça uzak bulmaktayım.

Bu sanatçının haddinden fazla hesaplı ve hesapçı bir yanı var bana göre; giderek büyüyen uluslararası şöhretinin de etkisiyle (ki söz konusu hâli bana artık kendilerinin bile tam anlamıyla hâkim olamayacakları kadar büyümüş durumdaki Fethullah Gülen cemaatinin “Sahip olduğumuz medya organlarında falanca politik lidere laf söylersek gücenir, kızar, önümüzü keser. Filanca ülkeye laf edersek oradaki okullarımız kapatılır” şeklindeki bitmez tükenmez küresel denge kurma çabalarını hatırlatır hep) ağzından çıkacak her sözü bin kez tartıyor, hattâ çoğu kez başına bir iş açılmasın, şu ya da bu tarafın adamı olarak algılanmasın diye hiç konuşmuyor bile!

Eh, bu da karnı ağzında yaşayan bir herif olarak benim kolay kolay uzlaşabileceğim bir kişilik özelliği değil elbette… Ne yani, herkesin herkesle çok uyumlu olduğu böyle bir piyasada “uyumsuz adam”, “geçimsiz adam”, “takım çalışmasına yatkın olmayan kılçık adam” gibi unvanları kazanmak kolay mı oldu sanıyorsunuz? Bunun için gerektiğinde ve yapayalnız kalmak pahasına birilerinin canını sıkmanız gerekiyor ki ben de bu işi öteden beri gayet iyi yaparım.

Pekiyi, siz şimdiye kadar Ceylan'ın ülkemizdeki güncel politik, ekonomik, kültürel gelişmeler üzerine medyaya çıkıp da bir çift söz sarfettiğini gördünüz mü? Göremezsiniz, çünkü o da -tıpkı Amerikan sinemasının gizemli dâhisi Stanley Kubrick gibi- ta en baştan titizlikle tasarımlanmış bir “varoluş yöntemi” olarak kariyeri boyunca mutlak bir sessizlik eşliğinde ilerlemeyi seçmiş durumda… Durum böyleyken, benim de kendi adıma, önemli ya da önemsiz, ağzından çıkacak her sözü “Dengeleri gözetmeliyim” diye diye bu kadar ölçüp tartan biriyle özel hayatta samimi olabilmem pek zordur.

Ha, sanatçının söz konusu tercihine kızmalı mıyız? Ya da kıyasıya eleştirilecek bir kişilik özelliği midir bu? Asla! Benimkisi yalnızca bir durum tespiti; her iki yönetmeni de uzun yıllar boyunca dikkatle gözlemledikten sonra varılmış kanaatler, hepsi o kadar…

Buna rağmen, “Uzak”tan itibaren Ceylan'ın filmlerinde hayata ve onu anlamlı kılan edimlere ilişkin söylediklerini, Demirkubuz'un anlatılarına göre kendime çok daha yakın bulmaktayım. Öyle ki “Uzak” benim sinema bilgimi ve beğenimi yenileyen başat filmlerden biri olduğu gibi, yakın bir zamanda aynı sanatçıdan benzer bir şamarı da “Bir Zamanlar Anadolu'da”yı izlediğimde yedim. Demirkubuz Sineması'nda biraz daha savruk ve denetimsiz duran emprovize oyunculuklar, Ceylan'da ise oyuncuları kamera önünde görece serbest bırakmakla birlikte, aynı sanatçıların ön hazırlık safhasında -üstlendikleri karakterin nüansları üzerine- yönetmen tarafından esaslı bir şekilde yoğuruldukları hissini uyandırıyor bende… Nitekim, ilk gösteriminden yıllar sonra “Uzak”ın, “Üç Maymun”un kamera arkası çekimlerini izlediğimde, bu “oyuncularını havaya sokma, en son raddesine kadar karakterin kimliğine büründürme” çabasının Ceylan tarafından ne denli ciddiye alındığını bizzat müşahede etmiştim.

BİR 'BASIN TOPLANTISI' ÇOK DAHA YAKIŞIKLI OLURDU

Kişisel yaklaşımıma göre, Zeki Demirkubuz, meslektaşı Nuri Bilge Ceylan ile neredeyse 8-9 yıldır sürüp giden geriliminin gerekçelerini bizlere (“bizler”den kastım sinema yazarları ve habercileri) varsa belgeleriyle, tanıklarıyla birlikte uzun uzadıya anlatacağı samimi bir basın toplantısı düzenlemeliydi.

Çevremde Demirkubuz'dan “Filanca gün filanca yerde buluşalım, size Nuri Bilge Ceylan'ın bazı özgün sinemasal fikirlerimi benden izinsiz nasıl kullandığına ilişkin çok önemli bilgiler vereceğim” şeklinde bir e-posta alsa, böyle bir basın toplantısına icabet etmeyecek tek bir sinema yazarı/habercisi bile tanımıyorum doğrusu… İnsanlar, toplantı sonucunda oluşacak nihai kanaatleri her ne olursa olsun, böylesine saygın bir yönetmenin düzenleyeceği o “dertleşme”ye mutlaka katılır, kendisini başından sonuna kadar ilgiyle dinler, akıllarına takılan soruları sorup notlarını alırlardı. Sonrasında da aynı buluşmada Demirkubuz tarafından dillendirilen iddiaları köşelerimizde, sayfalarımızda -her iki tarafı da incitmeden- ele alıp, Ceylan'ın vereceği karşı cevapları beklerdik. Bence, böyle bir yöntemle sinemamızda benzerine kolay rastlanmayacak türden bir entelektüel tartışmanın da temelleri atılmış olurdu. Dahası, zayıf bir ihtimâl bile olsa, en sonunda her iki yönetmenimizi bir araya getirip karşılıklı “hellâleştirme” imkânı da doğabilirdi.

Fakat, Demirkubuz bunu yapmayıp, sinema tarihimiz içindeki önemi ve değeri son derece sınırlı olabilecek bir meseleyi “sinema filmi” gibi zamanlar ötesi bir kültür mirasının üzerine kalıcı bir şekilde nakşetmeyi, daha açık bir ifadeyle “köprüleri büsbütün atmayı” yeğledi. Ki bana göre, eğer doğruysa bile, en az Ceylan'ın fikir hırsızlığı kadar vahim bir hata bu…

Hemen belirtmeyim ki bu "kirli" tartışmada sezgilerim bana Demirkubuz'un en azından belli bir noktaya kadar haklı olabileceğini söylüyor. Ceylan yıllar önce "Uzak"ın hikâyesini kendisinden plan plan dinlemiş, sonra da pişkin bir şekilde bunu filmleştirmiş olabilir. Aynı şekilde, Demirkubuz'un -Ceylan'ın da bulunduğu- bir dost sohbetinde "Yılmaz Güney'in 'Baba' filmi bugünün sinema diliyle mutlaka yeniden çekilmeli" demesinden hemen sonra bu parlak fikrin de üzerine yatıp "Üç Maymun"u çektiği varsayılabilir. Demirkubuz'un her iki olayda da mevcut olduğunu ileri sürdüğü tanıklar ve kanıtlar, kendisini durup en azından can kulağıyla şöyle bir dinlememizi gerektiriyor. Fakat, kendisinin ideolojik taraftarı olsun ya da olmasın, bu ülkede sinemayı seven istisnasız herkesin sanatsal mücadelesine büyük saygı duyduğu "auteur" bir sinemacı olarak önümüze sürdüğü hesaplaşma yöntemini ise "meşrû" kılmıyor.

Dostoyevski'den yapılmış serbest bir uyarlama olarak, “Yeraltı” filminin bir dizi sahnesinde yer alan hayli "tanıdık" bazı sözler, simgeler ve özellikle hikâyenin önde gelen karakterlerinden Cevat, tartışmaya mahal bırakmayacak bir şekilde Nuri Bilge Ceylan'ı hicvetmekte Aslında durumu tanımlarken “hiciv” sözcüğünün çok yumuşak kaldığını da belirtmek gerek. Demirkubuz, meslektaşı Ceylan'ı kendi ürettiği bu kurmaca karakter üzerinden resmen aşağılıyor, onu fikir hırsızlığıyla, yanar döner bir adam olmakla suçluyor. Her iki sanatçıyı ve yapıtlarını yakından tanıyanlar, filmi izlediklerinde bu durumu kanıtlayan “sokuşturmaları” da hemen fark edeceklerdir hiç kuşkusuz…

Oysa, sinema filmlerinin de, onları ortaya koyan sanatçıların da “güncel”den bu kadar beslenmeye hakları olamaz. En azından geleceğe “kültürel miras” olarak aktarılacak türden nitelikli sinema filmleri yapanların… Bu olayda ortaya çıkan manzaranın 1960'lı yıllardaki “Allah Cezanı Versin Osman Bey”den teknik olarak hiç bir farkı yok aslında…

Sorarım size, Aksoy Yapım'ın bütünüyle günümüzün popüler kültürünü yansıtan anlık vur-kaç esprilerle bezeli “Recep İvedik”leri bundan 30 yıl sonra raftan indirilip 2040'lı yılların Türkiye'sinde televizyonda gösterildiğinde, o dönemin insanlarına ne ifade edecek? Aynı vur-kaçları merhum Ertem Eğilmez'in 1970'li yıllardaki Arzu Film yapımlarında da gözlemleyebilirsiniz sözgelimi Dönemin tek kanallı siyah-beyaz TRT'sinde “Charlie'nin Melekleri” ya da “Dallas” gibi Amerikan dizileri oynuyor diye senaryoya sette sokuşturulan “seksî özel dedektif Farrah”, “acımasız petrol kralı Ceyar” esprilerine şimdiki zamanın -o muhabbetlerden tamamen habersiz- genç izleyicileri aval aval bakıyorlar. Bunlar, film yapımında hep “anlık düşünme”nin birer yansıması…

Öte yanda, Metin Erksan ise “Acı Hayat”ıyla, “Suçlular Aramızda”sıyla, “Sevmek Zamanı”yla, “Kuyu”suyla hâlâ granitten yapılma bir anıt gibi sapasağlam yükseliyor ulusal sinemamızda… Çünkü, bunlar günübirlik itiş kakışlara, popüler kültür sığlıklarına zerrece prim vermeden, çağları aşacak türden büyük sözlerle donatılmış büyük filmler… Ve “eskime” ihtimalleri de yok!

Okuduğunuz yazının “Yeraltı”nı ve onun -başta Engin Günaydın'ın performansı olmak üzere- birbirinden klas oyunculuk gösterilerini enine boyuna ele almak yerine sevimsiz bir dedikoduya saplanıp kaldığının ben de farkındayım. Ancak, gelin görün ki bunu, bir yılı aşkın sürede binbir meşakkatle çekip tamamladığı filmini böylesine gereksiz bir “inceden inceye giydirmeler silsilesi"nin üzerine kurgulayarak, aynı eksendeki muhabbetlerin giderek sinema medyasının koridorlarına yayılmasına da ses çıkarmayarak (ki bence bunu özellikle isteyerek), sevgili Zeki Demirkubuz bizzat talep etmiş görünüyor. O zaman, son bir haftadır köşelerinde filme ilişkin yorumlar yapan bütün meslektaşlarımızın filmin kendisini değil, daha ziyade dedikoduculuk huyumuzu azdıran bu sevimsiz yönünü ele almasına da hiç kızmaması gerek…

“Yeraltı”, ortalamanın çok üzerinde bir başarıyla çekilmiş ve oynanmış sağlam bir drama; daha da ötesi sinemamızda az rastlanır türden bir psikolojik gerilim… Bana göre, bu filmin, son on yıl içinde çekilenler arasından kendisiyle aynı kulvarda yer alıp da karşısına çıkabilecek yegâne rakibi Çağan Irmak'ın “Karanlıktakiler”i olabilir. Başroldeki Engin Günaydın'ın ve diğer bir dizi sanatçının zaman zaman kendilerini bile aştıkları müthiş oyunculuklarla bezenmiş olmasının yanı sıra, böyle bir hikâyenin ruhuna son derece uyan karanlık, kasvetli bir sanat yönetimine tanık oluyoruz ki söz konusu atmosferi kuran ışık ve kamera ekibini de özellikle kutlamak şart…

Gönlüm, Demirkubuz Sineması'nın -pek tatminkâr bulmadığım- 2009 yapımı “Kıskanmak”tan üç yıl sonra salonlara gelen bu son örneğini daha bir derinlemesine ele almayı dilerdi. Fakat, yönetmenden bize kalan iyi bir film ve onun başarısını fena hâlde gölgeleyen çirkin bir “kan dâvâsı” oldu.

Pekiyi, böylesi sahiden de şık oldu mu?

Yok, bence hiç olmadı.

* * *

YENİ ŞAFAK SİNEMA SAYFASI / YILDIZ PUANLAMA TABLOSU

* * * *

(4 Yıldız) Sinemanın sanat kimliğini pekiştiren gerçek bir başyapıt… Kaçırmanız gerçekten de yazık olur.

* * * 1/2

(3,5 Yıldız) Oldukça başarılı bir film. Şartlarınızı zorlamak pahasına mutlaka görmelisiniz.

* * *

(3 Yıldız) Çoğu bölümüyle sanatsal bir derinlik ve lezzet yakalayabilen, kayıtsız kalınmayacak bir film. Ömrünüzden bir kaç saati vermeye değer…

* * 1/2

(2,5 Yıldız) Bazı bölümlerinde iyi bir filmin kalite standartlarına erişmeyi başarabiliyor; fakat bir bütün olarak bakıldığında ise sorunlu ve tam olmamış.

* *

(2 Yıldız) Hiç bir sanatsal değeri ve akılda kalıcılığı yok. Yalnızca zaman öldürmek için tüketilebilir. Ki zamanınıza önem verdiğimiz için bunu da pek önermiyoruz.

* 1/2

(1,5 Yıldız) Kötü bir film ve neden çekildiğini anlamak zor… Görmemeniz yararınıza olacaktır.

*

(1 Yıldız) Sinema sanatı adına utanç verici bir gösteri… Arkanıza bakmadan kaçın, sevdiklerinizi de uzak tutun!