Okuyacağınız yazı ve onun özünü oluşturan samimi “teşekkür”ün, aslında bu sütunlarda en az iki-üç hafta önce yayımlanması gerekliydi. Fakat, araya giren diğer gündem maddeleri ve en önemlisi de yakın zamandaki ABD görev gezim, boynumun borcu konumundaki bu cevabî mesajı oldukça gecikmeli bir şekilde kaleme almama yol açtı ne yazık ki…
Söz konusu metnin sonlarına doğru, iki muhataplı bu mülâkatı yöneten eski dostum, başta, “Film Arası” dergisinin doğuşuna temel teşkil eden “Sinema Sinemadır” adlı internet sitesi olmak üzere, ülkemizde film izleme ve film eleştirisi yazma kültürünün gelişmesi için sektöre verdiği emekleri son 7 yıl boyunca sayfamızda defalarca sevgi, saygı ve takdir ifadeleri eşliğinde anmış olduğum Suat Köçer kardeşim, kendisine -pek çoğunuzca mâlûm- polemiklerin yaşandığı süreçte benim mâruz kaldığım kimi küstah yaklaşımlara ilişkin herhangi bir soru sormamasına, hattâ 4 tam sayfa boyunca bu konuda tek bir kelime bile etmemesine rağmen, sinema medyasında şahsımla taban tabana zıt bir dünya görüşünün temsilcisi konumundaki Burçak Evren bütünüyle kişisel bir inisiyatif sergileyerek, “Bu arada, konudan ayrı olarak bir şey daha söylemek istiyorum. Bu benim vicdani sorumluluğumdur” şeklindeki müdahalesiyle söyleşinin istikametini değiştirmiş ve orada adımı şu ifadeler eşliğinde gündeme getirmiş. Dergi editörlerinin (ağızdan çıkan sözleri birebir aktarma kaygısıyla) düzeltmediği devrik ifadelere ufak tefek müdahalelerde bulunarak, o bölümü aynen yayımlıyorum:
“Ali Murat Güven ile uzaktan bir merhabalığım bile yoktur. Fakat, zaman zaman benim hakkımda çok olumlu yazılar yazıyor. Bu çocuk bir günah keçisi yapılmıştır. O bir sinema yazarıdır ve sektördeki herkes gibi Güven de kendi kişisel düşüncelerini her şekilde belirtme hakkına sahiptir. Bu tartışmada O'nu da linç ettirmemek ve mücadelesinde yalnız bırakmamak gerekiyor.
Ali Murat Güven benim bir meslektaşımdır ve gerçekten sinema sevdalısı bir çocuktur. Eğer ki muhafazakâr kesim kendisine sahip çıkmıyorsa, ben çıkarım! Politik düşüncelerimiz asla bağdaşmıyor, fakat bir sinema sevdalısı olarak bu sektöre yaptığı katkılar yadsınamaz. O, sinema yazarlığında kendine özgü yeri olan bir kişidir. Bu bakımdan kendisini asla yalnız hissetmesin. Dahası, çoğu sinema yazarından da çok daha iyi bir sinema yazarıdır, bunu da özellikle belirtmek istiyorum.”
65 yaşındaki Burçak Hoca'nın, söyleşinin sonlarında gündemi tamamen değiştirerek yaptığı bu yorumlar ve son iki aydır yaşanan tartışmalara ilişkin olarak şahsıma verdiği açık destek üzerine, oturumun diğer konuğu İhsan Kabil dostum da sözlerini “Evet, Ali Murat Güven konusunda ben de aynı kanaatteyim. Ona yönelik ifade ve bakış açısı kabul edilebilir gibi değil” diyerek bağlamış.
Ben, düzenli bir “Film Arası” okuru değilim. Kurucusu ve ekip lideri Suat Köçer'i ayrı bir yere koyarsam, bu derginin yayın kadrosunu oluşturan ekibin önemli bir kısmı benden pek haz etmez ve bu alandaki bilgi birikimime, muhafazakâr cenahta sinema kültürünün gelişmesi yolunda şimdiye kadar vermiş olduğum emeklere öyle aman aman bir saygı da duymaz. Sözgelimi, içinde bulunduğumuz Mayıs ayı itibarıyla 22'nci sayısına ulaşan söz konusu yayında, şimdiye kadar, yani Burçak Evren'in yukarıdaki sevgi dolu ifadelerine kadar, adım herhangi bir gerekçeyle bir kez olsun geçmemiştir. Hattâ, Ekim-2010'da bütünüyle tek başıma ve gazetecilikten gelen cüz'i maaşımla düzenlediğim “Beyaz Sinema'nın 40 Yılı” başlıklı film festivalini ele alan bir yazıda benden tek kelimeyle söz etmeksizin, bütün taltifleri doğrudan (etkinliğe yegâne katkısı ücretsiz salon vermek olan) yerel yönetime gönderdikleri bir değerlendirme dahi kaleme almayı başarmıştır oradaki bazı arkadaşlarımız…
Doğaldır ki benim de ta en baştan itibaren itinayla korunan bu “mesafe”ye paralel olarak, zaman içinde kendilerine yönelik -başlangıçta ziyadesiyle var olan- muhabbetim sönüp gitti. O yüzden, Burçak Evren'in öğrendiğimde tüylerimi diken diken eden bu destek mesajını sıcağı sıcağına göremedim. Yukarıdaki cümleleri, derginin piyasaya çıkmasından ancak günler sonra, İstanbul cangılında bir taksinin içinde bir yerden başka bir yere yetişmeye çalışırken arayan aziz dostum İsmail Güneş okudu telefonda…
Sonrasında, konuyla ilgili biraz daha bilgi (bu arada derginin baskılı bir nüshasını) edinebilmek için İhsan Kabil ve Suat Köçer'i aradığımda, “Aslında Burçak ağabey sevgi ve destek ifadeleri bağlamında, sayfaya basılanlardan çok daha fazlasını söyledi de yerimizin darlığından dolayı onları biraz kısaltmak durumunda kaldık” dedi yayın yönetmeni Suat…
Böyle durumlarda yapılacak hareket bellidir. Ben de aynen onu yaptım ve numarasını arkadaşlardan alıp Burçak Hoca'yı aradım. Emeklerime verdiği açık destek ve şahsıma yönelik övgü dolu ifadelerinden henüz haberdar olduğumu belirterek, ona bütün samimiyetimle teşekkür ettim. SİYAD'ın (kendi “bilimsel sosyalist” kankalarından gayrısını “sinema yazarı” saymayan, bu tutumunu da uzun zamandır inatla sürdüren) Gestapo Şefi'nin bulaşık ifadeleriyle muhatap olmak zorunda kaldığım günden bu yana, sevgili meslektaşım Yusuf Kaplan'ın gazetemizde yazdığı üç bölümlük dolu dolu yazı haricinde, ne bizim mahallede, he de karşı taraflarda bu kadar açık ve net ikinci bir destek mesajı daha almadığımı da bilhassa vurgulayarak…
Ardından, “sinema yazarları mahallesi”nin ahval ve şeraiti üzerine yaklaşık bir yarım saat boyunca halleştik. Bu dakikalarda, dergide söylediklerinden de güzel ve anlamlı şeyler söyledi Burçak Hoca… 40 küsur yılını mesleğimize verdiği bir ömrün kendisine kazandırdığı yüksek bir olgunluk ve bilgelikle
“Sinema yazarlığı” denilen meslek, internette iki tane derme çatma blog kurup üç tane İran ya da Güney Kore filmi yazısı çiziktirip, hemen ardından “Biz aslında bugün köşeleri tutan bütün o heriflerden çok daha iyiyiz. Biz aslanız, kaplanız, biz süperiz, überiz. Yazıp çizdiğiniz bütün o yayın organlarından tez elden defolup gidin, bizim gibi henüz keşfedilmemiş sinema pırlantalarına yer açın” diye bağrışan, koltuk hırsından dolayı genç yaşta gözleri dönmüş ve (gerçekte onların yollarına taş falan koyan değil, bizzat yollarını açanlara karşı) alabildiğine saygısız çoluk çocukların elinde öyle bir seviyesizleşti ki, sırf bu yüzden “internet” denilen o kanalizasyon çukurundan iğrenir oldum.
Çünkü, bizim kuşağımız böyle bir küstahlık ve edepsizlik çerçevesinde yetişmedi. Bugün hâlâ bulunduğum mekâna Atilla Dorsay ya da Agâh Özgüç gibi bir duayen girdiğinde, ânında esas duruşa geçip (onlar öptürmese de) ellerini öpmeye davranmaktayım. Bizim aldığımız meslekî terbiye, eskilerden gördüğümüz usûl bunu gerektirmektedir. Usta-çırak ilişkileri dediğimiz şey çırağın iki tane ucuz meslekî numara öğrenmesiyle örselenmez, üç-beş ayda anlamını yitirmez. Kaldı ki çırak yıllar içinde nasıl ki yerinde saymıyorsa, usta da yerinde saymamaktadır; heybesinde her zaman için ustalığını koruyacağı üç-beş nadide malzeme bulundurur.
Öte yandan, sinema yazarlığına internet bloglarında siftah eden bazıları ise son yıllarda ciddi ciddi tuhaf bir tribe girmiş durumdalar Alexa sayacında günde 20-30 tıklama sayısını görenin bir anda havası değişiyor ve başlıyor daha iki-üç yıl öncesinde yazılarını iştahla takip edip feyz aldığı kişilere saydırmaya:
“Aslında yazılı basında sinema yazanların hiçbiri okunmuyor. En sahici ve en popüler sinema yazarları bizleriz. Fakat, bu dinozorlar medyada kapladıkları alanlarla bizim palazlanma hakkımızı gaspediyorlar.”
İnanılması gerçekten zor; fakat sinema üzerine toplam 8-10 yazı yazmış 18 yaşındaki bir blog heveskârının bile ağzındaki beylik iddia bu artık… Belli bir akıl filtresinden geçmiş nitelikli örnekler olsun ya da olmasın, sonuç itibarıyla adına "bilgi" dediğimiz o muazzam sermayeye erişimi gayet kolay ve beleş hâle getiren internet ortamı, böylesine haddi aşmış bir özgüveni de sanal akıl hocalarının kucağında yetişen bir gençliğin alâmet-î fârikâsına dönüştürdü. Dahası, bilgi ve tecrübenin bu denli ayağa düşmesine paralel olarak, bilgeliği de ayağa düşürdüler. Öyle ki yukarıda -kendisinden bugüne kadar sayısız bilgi ve tecrübe edinmemi sağlamış- saygıdeğer ustam Atilla Dorsay hakkındaki atıp tutuşunu aktardığım heyecanlı tıfıl, internetteki başka bir ağlanmasında bana da “Yaş ve tecrübe denilen şey, benim gözümde hiçbir şeydir. Bu mesleği ne kadar yapmış olursan ol, bana göre hiçbir önemi yok. Bizler bu işi senden daha iyi biliyoruz” mealinde bir şeyler söylemişti. Elbette ki böylesi modellere “O hâlde, sana hayatta sonsuz başarılar yavrucuğum” demekten başka bir seçenek kalmıyor.
Benim de teknik ekibinde yer aldığım bu “hareketli film”in muhtevasında "sevgi", "saygı", "meslektaş dayanışması" gibi “edep” odaklı oyunculuk gösterileri yok; tam aksine “zıvanadan çıkmış bir kariyer hırsı”, “temelsiz bir küstahlık”, “içinde bulunulan toplumsal çevrenin geleneksel değerlerine kökten yabancı bir edepsizlik”, “cin olmadan adam çarpmaya çalışma”, “meslekî ilişkilerde haddini bilememe” gibi son derece düşük insanî davranışların egemen olduğu, şiddet ölçüsü iyice kaçmış kaba saba bir aksiyon izlemekteyiz. Çünkü, bu filmin genç oyuncularının “küllî irade” diye bir belirleyiciden haberleri dahi yok. Onların kuşağına böyle bir üstün belirleyiciyi hiç kimse öğretmedi ki
Ne diyeyim, “zaman” bütün bu toy muhterisler ve onların erken dönemdeki küstahlıkları için en iyi tedavi aracıdır. Böyleleri, bir gün ne demek istediğimi çok iyi anlayacaklar. Şimdi katiyen anlayamazlar ama; çünkü hırsları tarafından çepeçevre kuşatılıp ele geçirilmiş vicdanları, kemâlat gerektiren böyle bir kavrayışa ne yazık ki izin vermeyecektir.
Daha sonra… Çok sonra… Şöyle bir 30'undan, 40'ından, 50'sinden sonra…
Bizler bu dünyadan göçüp gittiğimizde