'Pamuğum' diyerek sevdiğin küçük kızın NASIL CAN DÜŞMANINA DÖNÜŞEBİLİR?

İsmail Güneş'in yönetmenlikte 25 yılı geride bıraktığı günlerde gösterime giren yeni çalışması 'Ateşin Düştüğü Yer'in, zaman zaman bu sayfada ideolojik yönelimlerine sempati duyduğumuz kimi filmler ve yönetmenlerine yapageldiğimiz türden 'dost işi kayırmalar'a zerrece ihtiyacı yok. Çünkü, görüntü yönetiminden oyunculuklarına, senaryosundan müziklerine ve hattâ jeneriğine kadar her cephesiyle son derece 'sağlam' bir yapıt bu… Güneş'in çeyrek yüzyılda toplam 10 filmden oluşan filmografisinin de tartışmasız en iyisi ve tam anlamıyla bir 'olgunluk dönemi ürünü'…

Ali Murat Güven Yeni Şafak
'Pamuğum' diyerek sevdiğin küçük kızın NASIL CAN D
alimuratg@yahoo.com

ATEŞİN DÜŞTÜĞÜ YER

Yapım Yılı ve Ülkesi: 2011, Türkiye yapımı

Türü ve Süresi: (“Töre cinayeti” odaklı) duygusal drama, 105 dakika

Bütçesi: 900.000 TL

Çekim Formatı: Dijital HD video (RED kamera sistemi)

Gösterim Formatı: 35 mm standart sinema filmi

Perdedeki Resim Oranı: 2.35:1 (Genişperde/Widescreen)

Türkiye'de Gösterime Sunulan Kopya Sayısı: 50

Yönetmen: İsmail Güneş

Yapımcılar: Baran Seyhan, Aynur Güneş

Senarist: İsmail Güneş

Görüntü Yönetmeni: Ercan Yılmaz

Kurgucu: Mevlüt Koçak

Özgün Müzik Bestecisi: Sâki Çimen

Final Türküsü Yorumcusu: Ender Balkır

Sanat Yönetmeni: Ayhan Cem Mutlu

Ses Kayıt Teknisyeni: Bülent Kılıç

Ses Miksaj Teknisyeni: Cem Üner

Yapım Sorumluları: Gürkan Kılınç, Burak Girgin

Set Amiri: Sadun Demirkapu

Oyuncuları: Hakan Karahan, Elifcan Ongurlar, Yeşim Ceren Bozoğlu, Abdullah Şekeroğlu, Katharina Weithaler, Dean Baykan, Serhan Süsler, Oğuzhan Şekeroğlu, Özlem Balcı, Levent Yılmaz, Muammer Şahin, Selin Kozan, Sait Şengel, İsmail Uzunoğlu, Ozan Göksu Sayın

Yapımcı Şirketler: İGF ve Sarmaşık Sanatlar ortaklığıyla

Dağıtıcı Şirket: Pinema Filmcilik

İçerik Uyarıları: Her yaş grubundan izleyici için uygundur. Fakat, ilköğretim çağındaki izleyicilerin erişkin bir refakatçı eşliğinde izlemeleri önerilir.

Ailece izlenebilir mi? EVET

Filmin Yeni Şafak-Sinema Puanı: (4 yıldız üzerinden) * * * 1/2

Resmî İnternet Sitesi ve Fragmanı: www.atesindustuguyer.net

:::::::::::::::::::::::::::::::

FİLMİN KONUSU: Muğla'nın Fethiye ilçesindeki portakal bahçelerinde mevsimlik işçi olarak çalışan beş çocuk babası Osman ve eşi Hatice, ansızın rahatsızlanan 17 yaşındaki kızları Ayşe'yi hastaneye kaldırırlar. Yapılan tetkiklerden sonra Ayşe'nin kalbinde önemli bir sorun olduğu anlaşılır; bunun üzerine yoksul anne-baba kızlarını yaşatmak için çırpınmaya başlar. Fakat, kahramanlarımız aynı tetkikler sırasında kızlarının hamile kaldığını öğrenince yıkılacaklardır. Töre gereği Ayşe'nin öldürülmesi gerekmektedir. Böylece, daha bir gün öncesine kadar kızlarını sağlığına kavuşturabilmek için mücadele eden aile, şimdi de onu yok etmek için planlar yapmaya girişir.

:::::::::::::::::::::::::::::::

“Ateşin Düştüğü Yer”i izledikten sonra, 2011-Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin (tamamı kadın sinemacılardan oluşan) 9 kişilik Ön Seçici Kurulu'nun, o yılki ana teması “kadın ve kadına yönelik şiddet” olan bir festivalin hemen öncesinde, tastamam aynı temanın çevresinde dönen böyle bir filme neden “100 üzerinden toplam 1 puan verdiklerini” şimdi çok daha iyi anlamış bulunuyorum.

Özel hayatlarında “esneme payı”nı büsbütün sıfırlamış, karşısındakilerle empati kurmayı unutmuş, ülkemize özgü diğer pek çok hassas toplumsal mesele gibi “namus cinayetleri”nde de huzurlarına kesin ve keskin çizgilerle belirlenmiş bir “mutlak iyiler/mutlak kötüler” karşıtlığı çıkarılmazsa asla rahat edemeyecek olanların kolay kolay beğenebileceği türden bir hikâye değil “Ateşin Düştüğü Yer”

Film, öncelikle “iyilik ya da kötülük”ten değil “merhamet”ten söz ediyor ki kişinin yaradılıştan gelme bu aslî duygusu pençesine düştüğü ideolojik körlükten dolayı bir kez örselenmişse, onu yeniden “merhamet” dairesinin içine çekebilmek oldukça zordur. Dahası, hayatın tamamını sınıflar arası sert bir çatışma alanı olarak algılayan “sosyalizm”e göbeğinden bağlı bir ideoloji olarak, kadın ve erkek cinslerinin arasında da kıyamete kadar sürecek bir çatışma olduğunu, adına “zafer” denilen durumun ancak ve ancak kadın cinsinin erkek cinsi üzerinde güçlü bir hegemonya kurmasıyla elde edebileceğini varsayan “militan bir feminizm”in öfkesine devâ olabilecek türden bir insanî refleks değil merhamet

O yüzden, İsmail Güneş'in yazıp yönettiği bu filmi izlerken, “Bazılarını ideolojik çizgi itibarıyla gayet yakından tanıdığım ön jüri üyeleri kendileri açısından en doğru kararı vermişler. Çünkü, bu filme geçit verilseydi, Antalya'daki nihai değerlendirmede kesin olarak yarışmanın birincisi olurdu” diye düşündüm.

“Ateşin Düştüğü Yer”in odağında tartışma götürmez bir kötülük var; o da 17 yaşındaki gencecik bir köylü kızını, namusa ilişkin törelerin bu kadar baskın ve belirleyici olduğu bir ülkede nikâhsız olarak hamile bırakıp, sonrasında da ne idüğü belirsiz bir kaçak işçilik serüveninin peşine takılıp uzaklara gitmek…

Ancak, hikâye, bu kötülüğün “fail”i de dahil istisnasız bütün karakterlerine karşı Türk sinema tarihinde görülmemiş düzeyde bir merhametin, insana yaraşır nitelikte soylu bir bakışın izini sürüyor. Güneş'in filminde, sinema izleyicilerinin gözlerinin yıllar yılı alıştırıldığı türden bir tek “grotesk” kötü dahi yok. Ne çocukça bir duygusallık içinde sevdiği gence hayatta verebileceği yegâne armağanı, bedenini sunan ve bunun sonucunda da ondan hamile kalan Ayşe kötü biri, ne de onu hamile bırakıp kaçak işçi simsarlarının köhne gemilerine binerek Yunanistan'a iltica etmeye çalışan sevdiceği Deniz… Çünkü, serme bölümü gelip geçtikten sonra içimiz acıyarak fark ediyoruz ki aslında Deniz'in de öyle çok ince, şeytânî hesapları yoktur bu hayatta… Belki de gelecekte evlenmeyi düşündüğü bu küçük kızın ve karnındaki bebeğin istikbâli için savurmuştur kendisini Ege'nin azgın sularına…

Aynı şekilde, zâhirî bir cehaletin ardında kendine özgü bir bilgeliği sürekli muhafaza eden baba Osman ve vaziyeti öğrenince gözleri günlerce ağlamaktan dolayı kan çanağına dönen, “lanetli kızına” vedâ ederken çevreye boş bakışlar atıp duran anne Hatice de genetik kodlarında “profesyonel katillik” mesleği kayıtlı birer câni falan değildir.

Dahası, yalnızca onlar mı iyi bu filmde? İnsana özgü, kal-û beladan gelen bir saflığın, fıtrî bir masumiyetin izleri hastane önünde elini cebine atıp yeşil gözlü “pamuk yigeni”nin sağlığına kavuşması için gariban biraderine gözünü kırpmadan bir tomar para veren munîs amcada, hattâ ve hattâ “büyük yargılama” için kalkıp Elazığ'dan Fethiye'ye gelen diğer akrabalarda bile aynı merhametin tezahürleri hissedilir zaman zaman…

Velhasıl, bu filmin “kötü”sü, Yüce Allah'ın pür-i pak yarattığı insanlar değil, onları yüzlerce yıldır (vak'anın mahiyetine alıcı gözüyle bakmaksızın) her durumda mutlaka tek bir şablon üzerinden ilerleyip, asla değişmeyecek türden kararlar almaya zorlayan feodal bir değerler sistemi, ya da yaygın adıyla “töre”

Aslına bakarsanız, Güneş “töre”yi bile büsbütün dışlayıp değersizleştirmiyor yazıp yönettiği bu yürek burucu hikâyede… Oysa, böyle bir kestirip atma, Anadolu'ya ilişkin her türlü imge ve simgeden ölesiye nefret eden militan feminist söylemin temsilcilerini beyazperdenin karşısında kestirme yoldan tavlama adına son derece faydalı olabilirdi. Fakat, yönetmenin kendisi de (Doğu'su, Güney'i ya da Orta'sından olmasa bile Kuzey'inden) Samsunlu bir Anadolu çocuğu kimliğiyle, “metropolize” oluşundan itibaren böyle bir değerler sistemine sahip bulunmayan, katı bir ferdiyetçiliği nicedir hayatının sultanı ilân ettiği büyük kentlerde "her koyunun kendi bacağından asılması gerektiği" fikrine fena alıştırılmış Batı insanına, “Bak hemşehrim, senin apartmanındaki komşun yıllarca iyi ya da kötü hiçbir gününde kapını çalmazken; öldüğünde cesedin ancak günler sonra, o da yaydığı kokudan dolayı bulunup evinden polis ve belediye marifetiyle çıkartılırken, uzaklarda yaşayan bazı 'ilkel' insanlar ise o beğenmediğin töreler nedeniyle, akrabaları en küçük bir musibet yaşadığında hiç üfleyip püflemeden derhal toplaşıp yakınlarının yardımına koşabiliyorlar” mesajını vermekte…

Pekiyi, aleyhinde bunca yaygara yapılıyorken, töre hakkındaki böyle bir karşı-tez doğru mudur? Evet, dibine kadar doğrudur. Bütün bir hayat deneyimlerimle (sözgelimi, geçtiğimiz yıllardaki bir Ramazan ayında, iftar saati geldiğinde çocuklarımın önüne koyacak bir lokma ekmek bulmakta güçlük çekişimle) gayet iyi biliyorum. Bizim gibi “şeğerliler” kanser olup son nefesini vermek üzere hastane yatağına iki seksen uzansa, en yakın akrabalarımızın bile ancak ölümümüzden sonra durumdan haberi olur; onların da en fazla iki-üç tanesi cenazemize gelir. Çünkü “şehrin insanı” her zaman çok meşgûldür, Tophane'de nargile içip vatanı kurtarmaktan Tarkovski ve Mecidî sinemaları arasındaki mistik benzeşmelerin tartışıldığı ultra-entel panelleri takip etmeye kadar yapacak bir sürü önemli işi vardır. Fakat, aynı şehrin inşaatlarında günde 80 lira yevmiyeye amelelik yapan ilkokulu bitirememiş bir Kürt işçisinin hafiften başı ağrısa, ertesi gün Ağrı'dan İstanbul'a iki otobüs dolusu ilkokulu bitirememiş adam ve kadın -memleketlerindeki bütün işlerini güçlerini bırakıp- “geçmiş olsun”a gelirler.

Bu gerçeği iyi bilen bir Anadolu yurttaşı olarak, töreye yönelik eleştirilerini de filminin hiçbir karesinde “sosyolojik açıdan saçmalama”, “töre bağlılarına kör nefretler saçma” noktasına tırmanmadan, hayranlık uyandırıcı bir soğukkanlılıkla yapıyor sevgili Güneş… Ki çok da iyi yapıyor, çünkü sinemasını sevdiğim ve bu yoldaki çabalarını (bazı ultra-entel yoldaşlarımın yazılarında şahsıma “yuh” çekmesi pahasına) belli ölçüde desteklediğim bir adam olan Mahsun Kırmızıgül de dahil olmak üzere ülkemizin edebiyat, sinema ve televizyonculuğunda elini son 30-40 yıldır söz konusu meseleye atmış/atan istisnasız bütün anlatıcılar şu töre ve aşiret meselesinin gerçek anlamda, hakkaniyetli bir sosyolojik izahını yapmak yerine, yine büyük şehirlere çöreklenmiş, sahici dünyadan tamamen habersiz bir takım sığ bakışlı değerlendirme odaklarına şirin gözükebilmek kaygısıyla sık sık kestirme yola sapıp, çığırtkan bir “barbar Doğulular” edebiyatı ile durumu kendilerince kurtarmaktalar…

Bu açıdan bakıldığında, “Ateşin Düştüğü Yer”, töre gibi hassas bir konu başlığı üzerine konuşmaya cüret eden Türk filmleri arasında gelmiş geçmiş en sağduyulu, en dengeli ilerleyen örnek olarak dikkati çekiyor hiç kuşkusuz… Film, “Bu değerler sistemi A'dan Z'ye sakattır, ilkeldir, köhnedir” demiyor, olsa olsa “Düzeltilmesi gereken sakat tarafları var” diyor. En önemlisi de “Bu değerler sisteminin o sakat taraflarının dinle imânla hiç bir ilgisi yoktur” diyor ki bana göre böyle bir yaklaşım “Ateşin Düştüğü Yer”in saygıya değer erdemlerinden bir diğeri… İslâm, diğer her türlü fıkıh esasını bir kenara bırakalım, doğru düzgün savunması alınmamış, kendisine “neden ve nasıl” soruları sorulmamış hiçbir zanlının bu şekilde vahşice infazına cevap vermez. Kaldı ki “zinâ” eylemi söz konusu olduğunda evli ile bekârın hükmü de birbirinden farklı değil midir?

BİRBİRİNDEN USTALIKLI RESİM ÇERÇEVELERİ

Öte yandan, Anadolu insanının davranışlarının kültürel kökenlerini onlarla empati kurmaya çalışmaktan bir an bile vazgeçmeyerek, büyük bir sükûnet ve edeple okuma yönündeki bu takdire şâyan çabasının yanı sıra, filmin yüksek sinemasal değerine yönelik olarak da bazı şeyler söylemem gerek…

Sektöre 1977'de rahmetli Natuk Baytan'ın asistanlığıyla giren İsmail Güneş, Yeşilçam'ın özellikle 1970'lerine rakipsiz bir “görüntüleme ustası” olarak damgasını vurmuş bu büyük yönetmenin setlerinde kamera ve ışık üzerine zengin tecrübeler kazanmıştı. Nitekim, Baytan'ın yanında elde ettiği -“biçim”e, “film dili”ne ilişkin- o önemli tecrübeleri de 1986'daki ilk yapıtı “Gün Doğmadan”dan başlayarak her çalışmasında şu ya da bu oranda beyazperdeye yansıttı.

Her ne kadar kendisi bu tür kategorizasyonları pek sevmese de benim gibi bazı “aşırı politize olmuş” gözlemcilerin en azından bir bölümünü “beyaz sinema” hareketi kapsamında değerlendirdikleri geçmiş dönem yapıtları (“Çizme”, “Beşinci Boyut”, “The İmam”), aynı zamanda ulusal sinemamızın bünyesinde 40 küsur yıldır kendi dar koşulları eşliğinde ilerleyen bu akımın (rahmetli Yücel Çakmaklı ustanın filmleri de dahil) “resim kalitesi” açısından en yetkin örneklerini oluşturur. Güneş'in daha ilk filminden itibaren politik açıdan yakın göründüğü meslektaşlarına açık ara fark atan bu yüksek çerçeveleme, ışıklandırma ve kamera hareketleri bilgisi, filmlerine egemen olan görsel şıklık, son işinde de hem görüntü hem ses kalitesi açısından kendi zirvesine ulaşmış bulunuyor.

Öyle ki “Ateşin Düştüğü Yer”in giriş bölümünde yer aldığını gördüğümüz, bahçede başlayıp yine bahçede sona eren, arada da ev içinde dakikalarca akıp giden o “tek plan çekim”in sinemamızda bir benzerine daha rastlamak gerçekten çok zor… Tek planda anlatım deyince Nuri Bilge Ceylan ya da Semih Kaplanoğlu'nun kamerayı fiksleyip kadrın içindeki objeleri hareket ettirdikleri durağan tek planlardan söz etmiyorum sizlere; steadycam operatörünün kollarında fıldır fıldır dolanırken bunu ne mekanik ne de dramatik en küçük bir hatayla bile gölgelemeyen harika bir tek planlı anlatım burada söz konusu olan…

Hele de bahçede sırtına bir battaniye atmış, endişeli gözlerle kaderinin çizilmesini bekleyen Ayşe'nin yüzünden başlayıp evin içindeki “aile meclisi” üyelerine doğru gerisin geriye şaryo yapan bir diğer plan var ki sırf bu kısacık bölüm bile filmi görsel açıdan ulusal sinemamızda son 10 yılın en iyilerinden biri ilân etmeye yeterli gelir.

Güneş'in ne istediğini çok iyi bilen kadraj tanımlamaları, görüntü yönetmeni Ercan Yılmaz ve ekibinin bu isteklerin karşılığını mutlak bir başarıyla veren titiz işçiliğiyle birleşince, 105 dakika boyunca bir tek manevra, kadraj ya da odak hatası içermeyen tablo gibi bir anlatı ortaya çıkmış. Yılların kurgu ustası Mevlüt Koçak'a da (ki kendisi Güneş sinemasının gediklilerindendir, âmiyâne tabirle “yönetmenin ciğerini bilir”) bu tertemiz resimleri keyifle birbirine bağlamak kalmış.

Öte yandan, müziğin, alabildiğine ekonomik, fakat o oranda doğru kullanımı da estetik çıtanın yüksekliğini pekiştiren bir başka kayda değer unsur… Kimi yönetmenlerin ellerinde (ki burada, kendisini kızdırmak pahasına bir kez daha sevgili Mahsun'u örnek vermek gerekiyor) önemli bir açık kapama silahına dönüşen, yerli yersiz her sahnede görüntünün üzerine olanca haşmetiyle abanan orkestral bir müzik yok “Ateşin Düştüğü Yer”de… Tıpkı filmin kendisi gibi müzik de alabildiğine minimalist. Bağırıp çağırmadan, yalnızca yeri geldiğinde söz alıyor; fakat konuştuğunda da o bölümleri insanın göz pınarlarını hareketlendiren bir duygusallıkla beziyor.

OYUNCULUKTA VE OYUNCU YÖNETİMİNDE BİR “BEYAZ SİNEMA” ZİRVESİ

Şimdi yapacağım saptamayı ise hiç kuşkusuz ki ancak filmi bizzat izleyenler doğrulayabilecektir.

Bir sinemasal hikâyede, sayıları iki düzine dolayındaki irili ufaklı oyuncu topluluğunun bir tek mensubu bile falso vermez mi be kardeşim? Bir tek oyuncuda, hadi diyaloglu rolleri de geçtim, figüranında olsun dramatik bir defo olmaz mı?

Özellikle bizim sinemamız için inanılmaz bir sonuç (ki 17 milyon dolarlık “Fetih-1453”ün bile pek çok sahnesinde rastlamışızdır böylesi döküntü yardımcı oyunculuk gösterilerine); fakat bu filmin kadrosunda sözünü ettiğim türden bir aksama kesinlikle yok. Tam aksine, en vitrindekinden birkaç cümle sarfedip geçen figürasyonuna kadar istisnasız herkes son derece başarılı oyunlar veriyor.

“Oyun” söz konusu olduğunda, çaresiz anne Hatice'yi canlandıran (genç kuşak aktristlerimizin en iyilerinden biri olarak gördüğüm) Yeşim Ceren Bozoğlu, baba Osman rolündeki Hakan Karahan ve yönetmenin yüzlerce aday arasından kılı kırk yararak seçtiği İzmirli lise öğrencisi Elifcan Ongurlar doğal olarak ilk 3'ün kupalarını alacağı bir kürsünün adayı durumundalar… Hele de Elifcan'ın hayatındaki ilk kamera önü tecrübesinde ortaya koyduğu performans gerçekten dudak ısırtıcı… Fakat, bu üçü arasından ille de bir “birinci” seçmem gerekirse, rolünü kalbiyle oynamış Hakan Karahan'ı bir basamak daha yukarıda tutmak gerektiğini düşünüyorum. Adam, filmi birlikte izlediğim yarım salon dolusu izleyici ile birlikte benim de duygularımı altüst etti, kızıyla yan yana Konya'ya doğru yaptıkları yolculukta onunla birlikte gerim gerim gerilmekten resmen yorgun düştüm. Eski bir banka yöneticisi olduğunu öğrendiğim Karahan, günün birinde sinemaya sevdalanmış ve bu uğurda parlak bir işletme/iktisat kariyerini tam orta yerinde bırakarak sinema-TV-tiyatro alanına yönelmiş. Böyle bir karar kendisi açısından hayırlı olmuş mu bilemem; fakat biz sinemaseverler için onun gibi esaslı bir aktörle tanışmanın çok hayırlı olduğu ise kesin!

Kur'an-ı Kerim'in Tekvîr Sûresi'nde -bir cahiliye dönemi vahşeti olan- “kız evlatları diri diri toprağa gömme alışkanlığı”nın lanetlendiği âyet-î kerime ile açılan filmin jeneriğinde, yine bir İsmail Güneş geleneği göze çarpıyor ve filmin 3 yıl önce yitirdiğimiz değerli gazeteci, yazar, senarist Ömer Lütfi Mete'ye ithaf edildiğini görüyoruz. Güneş'in geçmişteki pek çok dizi ve sinema filminin senaryosunda imzası bulunan Mete böyle dostça, kardeşçe bir ithafı ziyadesiyle hak ediyor hiç kuşkusuz… Ki sektörde vefâsıyla tanınan Güneş, günümüzden ta 26 yıl önce çektiği ilk sinema filmi “Gün Doğmadan”ı da “Ustam Natuk Baytan'a” cümlesiyle açarak, bu tür zarif girişleri Türk sinema tarihinde başlatan yönetmen olarak tanınıyor.

Aynı şekilde, çömez bir sinemacının dramatik yapıyı güçlendirmek adına sık sık başvurabileceği ucuz ve kolay bir silaha bu filmde hiç başvurulmaması da hem ilginç, hem de alkışlanası… Kasvetli bir durumun orta yerinde şeytan ile cebelleşip duran bütün bu kahramanlar bir tek karede bile “sigara içmiyorlar”. Ki bunun da tesadüf değil, yönetmenin bilinçli bir tercihi olduğunu, filmin bitiş jeneriğinde yer alan “Bu filmde hiç sigara kullanılmamıştır” ibaresinden anlıyoruz.

'MÜSLÜMANLAR İNCELİKLİ SANATTAN ANLAMAZ' HA!

Maskeler takarak yaşamadığım için, beni bilenler gayet iyi bilirler. İmânî açıdan kendimi yakın hissettiğim bütün sanatçılara gerek özel hayatımda, gerekse sayfamda diğerlerine göre iki dirhem daha fazla şans tanırım; yazılarımda ve konuşmalarımda onların yapıtlarındaki ufak tefek kusurları bilerek-isteyerek görmezden gelirim. Kürtçüsünden Marksistine, İslâmcısından Milliyetçisine, sinema üzerine kalem oynatan istisnasız herkesin en üst düzeyde tarafgir olmalarına rağmen insanı kahkahalarla güldüren bir “tarafsızlık oyunu” oynayıp durdukları böylesine ikiyüzlü bir sanat piyasasında, farklı kişiler ve durumlara göre girdiğim ideolojik konumlanmaların son derece doğru, hakkaniyete uygun birer tercih olduğuna inanıyorum.

Bu anlamda, İsmail Güneş'in kişiliği ve sinemasına da son derece yakın bir adamım. Ancak, altını çizerek belirteyim ki, en azından bu kez, yani “Ateşin Düştüğü Yer”in benim pozitif ayrımcılık yapmama, kendisinin abartılı bir şekilde kayırılmasına hiç mi hiç ihtiyacı yok. Çünkü, kimsecikler iltifat etmese de taltifini Cenab-ı Allah'tan çoktan almış, zaman içinde Türk sinema tarihindeki saygın yerini de mutlaka elde edecek olan nefis bir film bu… Güneş'in şimdiye kadarki en iyi anlatısı ve tam bir olgunluk dönemi ürünü

Bütçesi bir milyon Lira'ya bile ulaşamayan (Sözgelimi, “Kutsal Damacana” filmlerinin her birinin bütçesi 2 buçuk milyon Lira'dır) izleyenler, “Müslüman adamdan/kadından sanatçı çıkmaz, onlar cami avlusunda misvak ve mızraklı ilmihal satsınlar, sanatta inceltilmiş bir bakış ve düşünsel bir derinlik ancak ve ancak solcuların işidir, bu onlara daha yaradılışta bahşedilmiş çok özel bir yetenektir” diye orada burada zart zurt edenlerin bu tezinin nasıl da fos çıktığını, Müslüman sanatçıların yegâne sorununun “sermaye çevreleri ve izleyici tarafından yeterince sahiplenilmemek” olduğunu acı bir şekilde görecekler. Hattâ, o kadar acı bir şekilde görecekler ki bu filmin yönetmen imzasında Güneş'in değil sosyalist kesimden bir sanatçının adının bulunması durumunda şimdiye kadar (bırak bir yıl boyunca gösterim yapacak salon beklemeyi) aynı zaman dilim içinde bir düzine ödül almasının işten bile olmayacağını da aslanlar gibi fark edecekler hiç kuşkusuz…

Önceki hafta kendisine bir Fatiha okumak üzere New York taşrasındaki mütevazı mezarını ziyaret ettiğim büyük Afro-Amerikalı mücahit Malcolm X ne demişti bundan 50 yıl önceki bir röportajında:

“Ben zaten “Müslümanlığı seçtiğim gün -bu dünyanın değer yargılarına göre- çoktan ölmüş bir adamım. O yüzden, ölümden hiç korkmuyorum.”

Aynı şekilde, Güneş de meslek hayatı boyunca durduğu “nokta”nın bedelini çatır çatır ödemiş, halen de ödemeye devam eden çok büyük bir yetenek… Müslüman sanatçının böylesine “imân kafatasçısı” bir kültür-sanat-medya piyasasında alıp verdiği her soluk zehirdir, zıkkımdır. Hoş zaten, onlar da bu akıbeti peşinen bilerek böyle tahammülü zor bir yola giriyorlar.

Umarım, dostumun bahtı en azından bundan sonrasında açık olur. Kendisini ve o güzelim filmini saygıyla selamlıyorum.

* * *

İsmail Güneş'in yönetmenlikte 25 yılı geride bırakması vesilesiyle, Yeni Şafak gazetesi sinema editörü Ali Murat Güven tarafından hazırlanan 18 dakikalık tanıtım filmi Bu film, 25 Aralık 2011 Pazar günü İstanbul-Üsküdar Gençlik Merkezi'nde düzenlenen kutlama töreninde gösterilmiştir.

http://www.youtube.com/watch?v=d_D8uhTICFU

* * *

YENİ ŞAFAK SİNEMA SAYFASI / YILDIZ PUANLAMA TABLOSU

* * * *

(4 Yıldız) Sinemanın sanat kimliğini pekiştiren gerçek bir başyapıt… Kaçırmanız gerçekten de yazık olur.

* * * 1/2

(3,5 Yıldız) Oldukça başarılı bir film. Şartlarınızı zorlamak pahasına mutlaka görmelisiniz.

* * *

(3 Yıldız) Çoğu bölümüyle sanatsal bir derinlik ve lezzet yakalayabilen, kayıtsız kalınmayacak bir film. Ömrünüzden bir kaç saati vermeye değer…

* * 1/2

(2,5 Yıldız) Bazı bölümlerinde iyi bir filmin kalite standartlarına erişmeyi başarabiliyor; fakat bir bütün olarak bakıldığında ise sorunlu ve tam olmamış.

* *

(2 Yıldız) Hiç bir sanatsal değeri ve akılda kalıcılığı yok. Yalnızca zaman öldürmek için tüketilebilir. Ki zamanınıza önem verdiğimiz için bunu da pek önermiyoruz.

* 1/2

(1,5 Yıldız) Kötü bir film ve neden çekildiğini anlamak zor… Görmemeniz yararınıza olacaktır.

*

(1 Yıldız) Sinema sanatı adına utanç verici bir gösteri… Arkanıza bakmadan kaçın, sevdiklerinizi de uzak tutun!