Logo...

Sami Selçuk'un tarihî konuşması-I


 

YARGITAY Başkanı Selçuk, adli yıl açış konuşmasında tam bir demokrasi ve hukuk dersi verdi. Selçuk, Türkiye'nin mevcut anayasasıyla 3. bin yıla giremeyeceğini söyledi.
 


 



A NKARA- Yargıtay Başkanı Doç. Dr. Sami Selçuk, 1999-2000 adli yıl açış konuşmasında tam bir demokrasi ve hukuk dersi verdi. Selçuk, 3. bin yıla Türkiye'nin 1982 Anayasası ile giremeyeceğini belirterek, "Türkiye bugün bir 'Anayasalı devlet'tir, ama bir 'anayasal devlet' değildir. Türkiye meşruluk debisi nerede ise sıfıra yaklaşmış bir Anayasa ile yeni yüzyıla giremez, girmemelidir" dedi. 1999-2000 Adli Yılı'nın açılışı nedeniyle Yargıtay'da düzenlenen törene Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, TBMM Başkanı Yıldırım Akbulut, Başbakan Bülent Ecevit, FP Genel Başkanı Recai Kutan, DYP Genel Başkanı Tansu Çiller, Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli, Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer, Danıştay Başkanı Erol Çırakman, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, Devlet Bakanları ve yargı mensupları katıldı.

Başkan Selçuk 55 sayfalık konuşmasında çok tartışılan yargı bağımsızlığı, demokrasi, 82 Anayasası, laiklik, din eğitimi, Atatürkçülük, insan hakları, düşünce özgürlüğü konularına değindi.

"İki Türkiye"

Selçuk, Türkiye'de kutsal devlet ve onun yönlendirmek istediği milletin iki ayrı görüntü ortaya koyduğunu belirterek, "Ülkeme bakıyorum, sırtını birbirine dönmüş iki Türkiye. Efsanevi bir Kurtuluş Savaşı'nı başaran, cumhuriyeti kuran, ekonomik ve kültürel dinamikleri ile dışa doğru patlayan, yayılan, genişleyen bir halk. Dipdiri, capcanlı, hep ayakta. Bu birinci Türkiye'dir. Doğru ve gerçek Türkiye'dir. Atatürk'ün kafasındaki bu Türkiye'dir. Buna karşılık her şeyi geriden izleyen, kendisinin üretip devletleştirdiği yazılı hukuka göre halkıyla mahkemelerinde sürtüşen, halkına güvenmeyen hep içe doğru patlayan, yayılan, genişleyen, birinci Türkiye'ye yetişemeyen hastalık irisi hantal bir devlet. Bu ikinci Türkiye'dir. Yanlış ve öykünmeci Türkiye'dir. Atatürk'ün tasarladığı Türkiye bu Türkiye değildir" diye konuştu.

"1930'lara dönülmez"

Bazı kesimlerin Atatürkçülük adı altında 1930'lu yılların uygulamalarına başvurduklarını bunun da yanlış olduğuna değinen Selçuk şöyle konuştu: "Bir toplum şanlı bir tarihle, Kurtuluş Savaşı ile, devrimlerle, bunlarda en büyük payı bulunan eşsiz bir önderle, sarsıntısız geçilen bir demokrasi denemesi ile hergün övünüp duramaz. 1930'lara dönülemez. Dönülürse şimdiki zaman da avucumuzdan kayar gider; yarının rüzgarları hiç esmez olur. 1930'lardan ders alarak, ama 1930'ların bekçiliğine özenmeden geleceğe bilimin ışığında gelecekler üretilirse, işte o zaman Atatürk'ün mirasçısı, Atatürkçü olunur."

"İlle de demokrasi"

Selçuk, demokrasinin özünün özgürlükte yattığını, ancak sınırsız özgürlüğün de şeytanlar için olduğunu hatırlatarak, "Demokrasinin ilk öğesi ve ortak değeri özgürlüktür. Düşüncelerin, inançların açıklanmasını yasaklama girişimleri dün olanaksızdı, bugün daha da olanaksızdır. İnsan yok edilebilir, ama teslim alınamaz. Demokrasinin bir özelliği bünyesinde her an bir risk taşımasıdır. Riski göze alamayan rejimlerin adı diktatörlüktür. Demokrasinin biricik sigortası yine ve ille de demokrasidir" dedi.

"Hukuksuz halk sürüdür"

Hukukun üstünlüğüne herkesin uymasının, optimal demokrasinin gereği olduğuna işaret eden Selçuk, "Hukukun olmadığı yerde halk 'sürü', insan 'köle'dir. Devlet hukuka saygılı hukuk da insanları özgürleştirdiği oranda meşrulaşır. Hukukun üstünlüğü dışlanırsa, en adil hukuk bile keyfiliklerin oyun oynandığı bir manipülasyon alanına dönüşür" diye konuştu.

Fransa örneği ve Türkiye

Selçuk, Türkiye'de siyasi sistemin şekillenmesinde Fransa'nın örnek alındığını hatırlatarak, "Demokrasimiz tökezledikçe, dünya üstümüze geldikçe kendi konumumuzu Anglo-Sakson demokrasilerine göre değil, ufuk daraltarak Fransız Cumhuriyeti'ne göre değerlendiriyoruz. İki Fransa var. Biri giyotinli, anayasasını insan derisi ile kaplamış, Baudelaire'i cezalandırmış, yargı öncesi insanları giyotine gönderen Savcı Foulquie'yi çıkarmış jakoben Fransa. Ben bu Fransa'ya karşıyım. Öbürü Deckartes'ın, Voltaire'nin, Balzac'ın, Camus'nün, Lacan'ın Fransa'sı. Benim sevdiğim bu ikinci Fransa'dır" dedi

"Laikçi değil, laik devlet"

Fransa'yı örnek alan Türkiye'nin 'ortak yanlışı' olarak laiklik uygulamasını gösteren Selçuk, şunları söyledi: "Fransa'yı örnek alan Türkiye din-devlet ilişkisi açısından Fransa'nın yaşadığı hastalıklardan bir türlü kurtulamamanın sıkıntısını çekmekte, laiklik Türkiye Cumhuriyeti devletinin yumuşak karnı olmayı sürdürmektedir. Dini devletleştiren sistemin adı laiklik değil laikçilikltir. Şovenizm nasıl ulusçuluğun yozlaşmış, hastalıklı biçimi ise laikçilik de bir bakıma laikliğin yozlaşmış, hastalıklı biçimidir. Laik devlette devlet dinlere eşit uzaklıkta olduğundan hiçbir dini, inancı dışlayamaz ya da kayıramaz, akçalı ve benzeri biçimlerde destekleyemez. Din okulları açamaz. Ancak, toplulukların din okulları açmasını da önleyemez. Din derslerine engel olamaz. Türkiye Cumhuriyeti egemenliğin kaynağı açısından laik, devlet örgütlenmesi açısından teokratik; dini yönlendirme açısından laikçi bir devlettir. Atatürk ve arkadaşlarının o dönemde dini denetim altında tutmaları anlaşılır bir tutumdur. Ancak çoğulcu demokraside bu tutum sürdürülemez."

"Düsünce suçunda birinciyiz"

Konuşmasında düşünce suçlarına ilişkin istatistiki bilgilere de yerveren Selçuk, 1997'de 22 ülkedeki cezaevinde bulunan toplam 180 gazeteciden 78'inin Türkiye'de olduğunu ifade ederek, "Örnek aldığımız Fransa'nın düşünce hükümlüsü Baudelaire'leri, Garaudy'leri var. Ama yine de bizimki kadar övünecekleri(!) düşünce suçluları yok" şeklinde konuştu. '82 Anayasa'sının bütün kesimler tarafından meşru kabul edilmediğini yeni bir yüzyıla girerken Anayasa'nın değiştirilmesi gerektiğini söyleyen Selçuk, "Çıplak bir uyarıda bulunmak zorundayım. Türkiye meşruluk debisi nerede ise sıfıra yaklaşmış bir Anayasa ile yeni yüzyıla giremez, girmemelidir. Türkiye bugün Anayasacılık kavramlarına göre belirtilmek gerekirse, bir 'Anayasalı devlet'tir, ama bir 'anayasal devlet' değildir" ifadesini kullandı.

Ve Selçuk'un isteği Türkiye

Yargıtay 1. Başkanı Doç. Dr. Sami Selçuk, konuşmasının sonunda özlediği Türkiye tablosunu ise şu sözlerle anlattı: "Nihayet işte doğruları, yanlışları, esin kaynakları ve ve sorunlarıyla kara sevdamız Türkiye, bizim Türkiyemiz. Tercih sizlerindir. İçleri boşaltılmamış, sulandırılmamış evrensel kavramlarla düşünen ve üreten; dünyanın kıyısında köşesinde odağında yer alan; tarihe maruz kalan değil, tarih yapan, çağın ruhuna denk düşen bir Türkiye istiyorum. Uygar yüzlü, ışıyan Atatürk'ü ve sonluluk değil, sonsuzluk olan, 1930'lara mıhlanan değil, bilimin ışığında geleceğe gelecekler üreten Atatürkçülüğü geri istiyorum. Demokrasinin yönettiği düşünceler ve inançlar cumhuriyetimi geri istiyorum. Düşünceleri, inançları, yasaklamayan yalnızca barış içinde tartıştırıp yarıştıran, adalet imbiğinden geçmiş ve insanları özgürleştiren bir hukuk; böyle bir hukukun egemenliğinde düşünce ve inançlara eşit uzaklıkta, karar süreçlerine kattığı halkına güvenen yansız ve meşruluğunu hukuktan alan güçlü bir devlet istiyorum. Hukuk değil, devleti korum kaygısıyla Memurin Muhakematı Kanunu gibi yasaların destekçisi, sözde Anayasa metinlerinin çağcıl bir ülkede yeri olmadığını özellikle vurguluyorum."

İşte Selcuk'un tarihî konuşması

Deprem için başsağlığı

Yeni adlî yılı açıyorum.

Açılışı onurlandıran sizlere adlî yargı adına gönül borcumu ödüyor; yeni yılın insanımıza, ülkemize, insanlığa adalet, barış, mutluluk getirmesini, bu yıl yitirdiğimiz 18. Hukuk Dairesi Başkanı, sınıf ve can arkadaşım sevgili Sait REZAKİ ve Yargıtay C. Savcısı sevgili Arif Ünal ERSOY ile öbür meslektaşlarıma Tanrı'dan rahmet, emekliliğe sağlıkla ayrılan bütün meslektaşlarıma yaşam boyu esenlikler diliyorum.

17 Ağustos depremi yalnızca Marmara'yı değil, hepimizi yüreğimizden vurdu. Canlar gitti, evler yıkıldı. Bütün Türkiye ağladı. Yardımseverlik ve acıma duyguları çok yüksek olan halkımız devletiyle oradaydı. Ölenlere rahmet, yaralananlara sağlıklar diliyorum.

Türk ulusunun başı sağolsun.

3. bin yılın açılışı

Tanrı bana üçüncü bin yılın ilk adlî yılını açma olanağını bağışladı.

Bu bir ayrıcalık mıdır yoksa rastlantı mıdır, bilemem

Bildiğim tek şey, belki de dünya tarihinin rakamsal gibi görünen bu önemli dönemecinde beynimin üşüşen binlerce soruyla dolu ve yüreğimin karmaşık duygularla yüklü olduğudur.

Yaşadığımız olgulara bakıyorum. Cumhuriyetimizin 75., Atatürk'ün ölümünün 60. yılını geride bırakırken, çağcıl demokrasinin, küreselleşmenin ve postmodernizmin gündeme taşıdığı sorunları düşündüğümüzde, sanıyorum ki, "Yirminci yüzyıldan yirmibirinci yüzyıla geçiş, yalnızca kronolojik bir olay olmakla kalmayacak, bir çağ değişimini de beraberinde getirecektir" Zira "av mevsimi" değil, ama "avlanma çağı" bitmiş, "haklar ve özgürlükler çağı" başlamıştır.

"Tüylerim diken diken"

İnsanlık ve Türkiye kendilerine buna göre çeki düzen vermek zorundadır.

Dünyaya bakıyorum. Tüylerim diken diken. 1989'da Latin Amerika'da 100, Güney Asya'da 350, Doğu Asya'da 150, Afrika Sahrası'nın güneyinde 300, öteki bölgelerinde 100 milyon insan açlıkla savaşmış. Açlık sorunu çözülmek şöyle dursun, gelişmiş ülkelerle gelişmiş ülkeler arasındaki uçurumlar daha da büyümüş. 1998'de dünyada tüketime harcanan para 1975'tekinin iki katı olmuş. Bunun % 86'sını zengin, % 14'ünü yoksul ülkeler tüketmiş. Dünyanın en zengin üç kişisinin varlığı 48 yoksul ülkenin ulusal gelirinden çok. Dünyanın en zengin 15 adamının varlığı, Kara Afrika'nın tüm gelirinin üzerinde. Dünyanın en zengin 225 insanının varlığının yalnızca % 4'ü bütün dünyadaki insanların gereksinmelerini karşılayacak ölçekte. Dünyada bilimsel araştırmaların % 90'ı Kuzey Amerika, Batı Avrupa ve Japonya'da yapılıyor. Oran Latin Amerika'da % 1,9, Afrika'da % 5'tir. ABD ve Kanada 1994'te bilimsel araştırmalara 178 milyar dolar, Nijerya 20 milyon dolar harcamış.

Teknolojiyle doğal dengelerin alt üst edildiği, kültürlerin ve uygarlıkların amansızca çatıştığı, dünya nimetlerinin âdil üleşilmediği acımasız ve acınası bir dünyadır bu.

Kimi devletler, böyle bir dünyada, adalet özünden yalıtılmış bir hukukun ruhsuz diliyle ahlâk ve aklın silahlı bekçiliğine özenmişler.

Ülkeme bakıyorum. Sırtını birbirine dönmüş iki Türkiye.

Uzun soluklu düşündüğümüzde ve ileri toplumların tarihleriyle karşılaştırdığımızda, efsanevi bir Kurtuluş Savaşı'nı başaran, cumhuriyeti kuran, onca travmalara karşın demokratik sabır ve erginlik sınavından yüz akıyla çıkan, ekonomik ve kültürel dinamikleriyle dışa doğru patlayan, yayılan, genişleyen bir halk. Dipdiri, capcanlı, hep ayakta.

Gerçekten büyük bir halk bu. Böyle bir halkın çocuğu olmak bana kıvanç ve umut veriyor.

Bu birinci Türkiye'dir, doğru ve gerçek Türkiye'dir. Atatürk'ün kafasındaki bu Türkiye'dir.

Hastalık irisi hantal devlet

Buna karşılık, her şeyi geriden izleyen, kendisinin üretip devletleştirdiği yazılı hukuka göre halkıyla mahkemelerinde sürtüşen, halkına güvenmeyen, hep içe doğru patlayan, yayılan, genişleyen, birinci Türkiye'ye yetişemeyen, hastalık irisi hantal bir devlet.

Bu ikinci Türkiye'dir, yanlış ve öykünmeci Türkiye'dir. Atatürk'ün tasarladığı Türkiye bu değildir.

Gönül isterdi ki; ülkemiz sık sık demokrasi göçüğü altında kıvranan bu ikinci Türkiye'yle, Sokrates'siz, Descartes'siz, Nobel'siz üçüncü bine girmesin. Ama işte giriyor.

Eğer "bunalım", "dünyanın yaşamakta olduğu hızlı gelişme ve değişme karşısında bir ülkenin uyum yaparken karşılaştığı sorunları, yeterli bir toplumsal değişme perspektifine sahip olmadığı için, doğru olarak algılayamaması ve değerlendirememesi, dolayısıyla bu sorunları çözecek yeterliliği gösterememesi, ya da yanlış çözümlere sapması" ise, Türkiye'de bir bunalım vardır.

Bunu çözmek bizlere düşüyor.

Peleponnes Savaşı'nda yaşamlarını yitirenlerin ardından söylediği ağıt-söylevinde Perikles, devlet yönetimiyle ilgilenmenin erdemlerinden söz eder. İlgilenmeyenleri "zararsız", ama "yararsız" yurttaşlar olarak niteler.

Bence doğru bir saptamadır bu. Gerçekten diktatörlüklerin büyük önderlere demokrasilerinse her şeyden önce kendilerini ciddiye alan, bilinçli, sorumlu, büyük yurttaşlara gereksinimleri vardır.

Sizlerin önünde, yararlı, ciddi, bilinçli, sorumlu, büyük yurttaşların önünde, yıllardır hukuk bilimi ve uygulamasıyla iç içe yaşamış her hukukçu; yalnızca karar veren bir görüş üreticisi (müçtehit) olarak değil, halkını aydınlatan yol gösterici (mürşit) ve hukuk savaşımcısı (mücahit) olarak da konuşmak durumundadır. Üstelik bu hukukçu, öğrenimde fırsat eşitliğini gerçekleştirememiş bir toplumun çocuğu ise, bu yüzden daha yetenekli birinin zararına ve fakat kendi yararına öğrenim yapma olasılığı yüksek biri ise, özverili halkına daha çok borçlu demektir. Böyle olunca da, gözlemlerini ve saptamalarını, tek yol gösterici bilimin en son doğrularına göre değerlendirmek zorundadır. Gerçekleri peçeleyerek gerçeklerden kurtulmanın sanal cennetinde yaşama kolaylığı, "Gerçekleri söylemekten korkmayınız" diyen Atatürk'ün okullarında yetişmiş bizlere elbette yaraşmaz. Unutmayalım ki, totaliter eğilimli toplumlar sevaplarını, özgürlük yanlısı toplumlar günahlarını abartırlar. Ama, bu beriki daha güvencelidir. Hiç değilse aldatmaz. Kuşkusuz en doğrusu, sorunları kırılmalara uğratmadan indirgemeciliği reddeden bir mantıkla ele almaktır.

Atatürkçülük sınavı

Ben ülkemi doğrularıyla yanlışlarıyla, sevaplarıyla günahlarıyla birlikte seven biriyim. Gerçekçiyim.

Hukukun kimliği evrenseldir. Ülkelere göre değişmez.

Sorunlara işte bu bilinçle yaklaşacak, sizleri de düşünmeye çağıracağım.

Şimdi bu tarihsel günde, Türk olarak, hukukçu olarak, yurttaş olarak, Atatürk'ün resmi altında, sizlerin önünde temel soruları birlikte soralım ve bilimin ışığında yanıtlayalım: Atatürkçülük ve onun uzun vadedeki amacı neydi? Çağcıl demokrasi nedir? Türkiye hangi noktadadır?

"Çağcıl" (moderne) derken, en ileri uygar değerleri yakalamış olanları, "çağdaş" (contemporain) derken, aynı zaman diliminde yaşayanları amaçlıyorum.

ATATÜRKÇÜLÜK

Tarih yapan her eylem adamının başına gelenler, Atatürk'ün de başına gelmiştir. Bu bir sınavdır. Atatürk ve Atatürkçülük, bilinçli yurttaşlar sayesinde bu çetin sınavı aşacaktır, aşmalıdır. İnancım budur. Kimileri ona tasarlayarak (taammüden) sövüyorlar. Bu bir Haçlı Seferi'dir.

Bu konuda diyeceklerim kısa ve kesindir.

Bu saygısızlığı bırakınız. Atatürk kadar, kısa yaşamını halkına harcayan, yoğun yeğin hizmet eden önderler pek azdır. Türk halkının, geri kalmış ülkeler halklarının kurtuluşunda, çağcıllaşmasında en büyük pay onundur. Ben burada konuşuyor, sizler orada başınız dik dinliyorsanız, inananlar camiye, kiliseye, havraya gidiyor, esnaf alışverişini yapıyor, çiftçi toprağını sürüyorsa, bütün bunları ona ve arkadaşlarına borçluyuz. Bu yüzden "Atatürk" kavramı, artık bir ölümlünün adı olmaktan çıkmış, bayrak gibi, yurt gibi toplumsal/ulusal bir "değer" olmuştur. Ceza hukuku bu değeri koruyor. Burada korunan Atatürk'ün resmi, büstü, anıtı değil; insana ilişkin bir değer olan toplumsal ortak duygudur: Atatürk'e bağlılık, sevgi, saygı ve minnet.

Toplum barışı için bu ulusal değerde artık hepimiz birleşelim.

Atatürkçülük karşıtlarının en tehlikelileri, kanımca, donanım yetmezliğinin yüzeyselliğinde yaşayan "gizli antikemalistler"dir. Tuzağa düşmemek için, tarih ve Atatürkçülük bilincimizi bilimin sınamalarından geçirerek onları iyi tanımak durumundayız.

Bunların bir kesimi, sondaj, arşiv cımbızıyla Atatürk'ün konjonktürel bir sözünü alarak kendi ideolojileri yararına kötüye kullanmayı huy edinmişlerdir. Sözgelimi, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açarken "padişah ve halifeyi kurtarmak"tan söz eden Atatürk'ü padişahçı/halifeci; cumhuriyet ve laiklik karşıtı ilan ederler.

Gizli antikemalistler

Bir bölümü de, onu boyutsuz biçimciliğe, giysi, imaj çağdaşlığına, yapay, sahte ve kozmetik Batılılaşma'ya; farklılaşmaya geçit vermeyen tekçi, monolitik, totaliter resmî bir Türk kimliğine kilitlerler. Bu yerel "şarkiyatçılar" (terim Edward W. Said'indir), Atatürkçülüğü, Doğu'nun Batı'da alaya alınan imajından kurtulmak için yapılan, geçmişten kopuk biçimsel değişikliklere indirgerler.

Gizli antikemalistlerin bir bölümü, Atatürkçülüğü, katı bir ideolojiye dönüştürerek, süre ve içerik açılarından onu güdükleştirip dondurmuşlardır.

Süre/zamandilimi açısından Atatürkçülük, artık var olmayan, yinelenmeyen 1930'ların "Asr-ı Saadet"ine hapsedilmiştir. Bunlar, 1930'ları 1980'lerle, 1990'larla örtüştürmek gibi, geçmişi şimdiki zamana taşımanın anakronik ironisini yaşar, her sabah yenilenip yeniden kurulan bir dünyada, bugün bile paradoksal biçimde di'li geçmiş zamanda konuşurlar. Eleştirel akılcılıkla Atatürkçülüğü irdeleyenleri yurda ihanetle suçlarlar. Bir akımı/görüşü besleyen biricik damarın eleştiri olduğunu, eleştiri olmazsa o akımın büzülüp içine kapanacağını, melankolikleşeceğini, tek boyutlu bir yapıya dönüşeceğini, Newton'ın "atalet yasası" uyarınca tükeneceğini bilmezlikten gelirler.

İçerik açısından bu gizli "antikemalistler", efsaneleşmiş, sıradışı bir kahramana duyulan Platoncu hayranlıkla yetinirler, beyin çilesi çekip bir türlü "öze" inemezler. Bu yüzden de, bilim yerine her Allah'ın günü, ozansı, slogancı, sığ sözcüklerle tıka basa kof, hamaset dolu yalınkat söylevleri yineler, Atatürk'ü metalaştırırlar. Umberto Eco'nun dediği gibi, bu an büyük bir yangını söndüren çok büyük bir kahramana itfaiyeci unvanının verildiği andır. O anda, bir yandan bilimsel deyişle toplumda yaratılan bıkkınlık/bezginlik karmaşasıyla (Aristeides kompleksi) Atatürk sevimsizleştirilirken, öte yandan onun "En büyük yapıtım" dediği Meclisi'nin yanısıra, partisi, mirasını bıraktığı çocukları Türk Tarih ve Dil Kurumları, hukuka kökten aykırı yasalarla bir çırpıda kapatılır; okutulması zorunlu din dersleriyle laiklik ilkesi çökertilir. Böylece Atatürkçülük diye diye Atatürkçülük vurgun yemiştir. Bunları hep birlikte yaşadık ve kahrolduk.

Bütün bunlar, ideoloji yaftasının ayartıcı ve ölümcül çekiciliğinde, kendilerinden menkul ideolojik biatın Atatürkçülüğe çıkardığı talihsiz faturalardır.

Gizli antikemalistlerin ortak yöntem yanılgısı, Atatürkçülük'ten Atatürkseverliğe ulaşacak yerde tersini yapmış olmalarıdır. Atatürk'ü âdeta severken boğmuşlardır. Hem de "Beni görmek (sevmek) demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim düşüncelerimi, duygularımı anlıyorsanız, hissediyorsanız bu yeterlidir" diyen Atatürk'ü.

Kuşkusuz Atatürkçülük bunlardan hiçbirisi değildir.



Geri   İleri


 
|| ANASAYFA || GÜNDEM || POLİTİKA ||
|| EKONOMİ || DÜNYA || YAZARLAR ||
|| LİNKLER || SERBEST KÜRSÜ ||
|| YENİ ŞAFAK'a Mesaj || ABONE OL ||

Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED