YeniSafak.com “ Türkiye'nin birikimi... ” Dizi

 
Ana Sayfa...
Gündem'den...
Politika'dan...
Ekonomiden...
Dünya'dan...
Kültür'den...
Yazarlar'dan
Spor'dan
Dizi...

 

 

Gülen'i suçlamak yeter mi?

'Laiklik' ve 'laisizm' arasındaki büyük fark, devlet ile din arasındaki ilişkileri yozlaştırabilir

Türk kamuoyunun yıllardır gündeminde bulunan "Fethullah Gülen olayı"nı irdelemeye çalıştığımız bu yazı-dizisinde, Gülen hakkındaki görüşleri ve

bu arada DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel'in iddianamesindeki suçlamaların özünü, bir arada değerlendirdik...

"Gülen davası", yasaların bu olaya ne tür uygulanacağı tartışmalarından öteye, Türkiye'deki laiklik anlayışının farklı yaklaşımlarını da, kamuoyunun dikkat odağına getirecek..

Bu açıdan Savcı Yüksel'in iddianamesinde yer alan kaynakların ve suçlamaların da Gülen hakkındaki lehte ve aleyhte yorumlarla birarada okunması, sosyal bilimler açısından da, olayın boyutlarının anlaşılması açısından da, önemlidir. "Din", "devlet", "laiklik", "cemaatler" ve "suç" gibi kavramların birarada kullanılmasına alışkınız..

Ancak olaya, sadece ceza hukuku açısından bakmayan hukukçular ve yargıçlar da var.

Örneğin şu anda Yargıtay Başkanı olan Doç. Dr. Sami Selçuk, "2000-2001 Adli Yılı Açış Konuşması"nda, "laiklik" konusuna çok geniş yer verdi. Bu konuşmadan bazı alıntılar yapmayı da, "Fethullah Gülen olayı"nın anlaşılmasına yardımcı olacağına inandığım için gerekli gördüm..

İşte Sami Selçuk'un "laiklik" konusundaki bazı değerlendirmeleri (Özlenen Demokratik Türkiye, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2000)

LAİKLİK VE LAİSİZM..

-Çoğulculuk, düşünce ve inançlar karşısında devletin yansızlığını gerektirir. Devletin bu konuda ne dayatacağı resmi bir görüşü, ne de dini vardır. Bunlar özgür yurttaşların özgür tercihlerine bırakılmıştır. Böylece çoğulculuk devletin yansızlığını, yansızlık da laikliği gerektirir. Devlet, düşünceler karşısında yansız olursa, düşünce özgürlüğü; dinler karşısında tarafsız olursa, laiklik sağlanmış olur. Laik devlet hiçbir dine karşı değildir. Hiçbir dini de kayırıp, korumaz. Belli bir iyiyi, yaşam biçimini kimseye zorlamaz. Belli bir dünya görüşünü veya dini resmileştiren bir devlet, bunların dışındakileri önceden mahkûm etmiş ve bir noktada bunlara karşı zor kullanması kaçınılmaz hale gelmiş olur.

-Teokrasi de, laisizm de dinlerarası ve devletle dinler arası çatışmalara yol açmışlardır. O nedenle laiklik de çoğulcu olmalı, laisizme dönüşmemelidir. Laiklik bireyi değil, devleti sınırlar. Teokrasi, laikliğin karşıtı ve düşmanıdır. Demokrasinin seçeneği değil, yadsınmasıdır. Nasıl şovenizm ulusçuluğun yozlaşmış biçimiyse, laisizm de laikliğin yozlaşmış biçimidir.

-Laiklik, tarih, kültür, toplum, uygarlık olgusu olan dinin varlığını benimseyerek yola çıkar.

-Tarih ve edebiyat, Eski Yunan, Roma, Türk, Çin, Mısır söylencelerinden, Ortaçağ öykülerinden; felsefe Ermiş Augustinus'dan, Aquino'lu Thomas'dan, Gazzali'den vazgeçemez.. Devlet/kilise (din) ayrılığı, ikisi arasındaki diyalektiği kopartmamakta, egemenlik alanlarını düzenlemektedir. Dinsiz birey olabilir, ama Atatürk'ün deyişiyle dinsiz toplum olmaz. Olmamıştır da.. 1789-95 arasında Fransa'da, Stalin 'Rusya'sında, Pol Pot 'Kamboçya'sında, Polonya'da dini yasaklama ve toplumu dinsizleştirme girişimleri ters sonuçlar vermiş, dinler güçlenerek dönmüşlerdir.

Bu görüşler, bir ceza hukukçusu olan Yargıtay Başkanı Sami Selçuk'un..

"Fethullah Gülen olayı"na farklı yaklaşımlar da, acaba "laiklik" ile "laikçilik" (veya laisizm) arasındaki gerginliği mi yansıtıyor?

Neticede Fethullah Gülen cemaati, okulları ve vakıfları ile, sosyal ve kültürel İslam'dan kaynaklanan bir tabloyu yansıtmakta..

Bu açıya, dünyadaki benzer örnekleri ele alarak, ilgi çekici bir yaklaşım getiren Fehmi Koru'nun, 9 Eylül 1997'de Zaman'da yayınlanan "Türkiye'nin Övüncü" başlıklı yorumunu okuyalım:

MOTHER TERESA..

-Kısa süre önce ölen 'Mother Teresa' (Teresa Ana), Hindistan'ın Kalküta kentinde misyonerlik faaliyetlerinde bulunan bir rahibeydi. 20. yüzyılın ikinci yarısında yaldızı dökülen Katolik Kilisesi, onun fakir fukaraya yaptığı hizmetleri, akıllı bir kampanyayla dünyanın ilgisine sunduktan sonra, beyaz üzerine mavi çizgili sarili 'Teresa Ana' bütün dünyanın tanıdığı 'uluslararası bir sima' haline dönüştü. Nobel Barış Ödülü, 1979 yılında, "insanlığa yaptığı hizmetlerden ötürü" ona verildi. Vatikan, kendi 'imaj' mekanizmasının parlattığı sıradan bir rahibeye, ölümünden sonra, 'azize' statüsü kazandırma hazırlığında.

Rahibe Teresa'nın Hindistan gibi fakir bir ülkede yaptığı hizmetleri küçümsediğimiz sanılmasın. Tersine, Avrupa'nın bir ucunda (Arnavutluk) doğmuş bir kadının, fakirliğin diz boyu olduğu, hastalıklarla becelleşen bir ülkenin (Hindistan) insanlarına yardım elini uzatması takdire şayan bir davranış elbette. Kilisenin imaj parlatımında oynadığı rolü, Teresa'nın eli kanlı diktatörlerden bile para yardımı geldiğinde geri çevirmemesini kıyasıya eleştirenlere biz katılmıyoruz.

Ancak, bizin anlamadığımız, Teresa'nın Hindistan'da gerçekleştirdiği fakirlere aş, hastalara ilaç sağlamakla sınırlı hizmetlerin çok daha kapsamlısını ülkemiz merkezli bir gönüllü hareket olarak başlatan Fethullah Gülen Hocaefendi'nin çabalarının haksız hücumlara maruz bırakılması. Haftalık bir dergi, son sayısında, 'tehlike'ye dikkat çekmek için, Hocaefendi'nin yönlendirmesiyle çeşitli ülkelerde faaliyete geçmiş okulların listesini yayımladı. 200'e yakın okulun yer aldığı listede, Türk veya Müslüman özellikli Azerbaycan'dan Tacikistan'a uzanan Orta Asya coğrafyasındaki ülkeler yanında, Türk veya İslam unsurların söz konusu olmadığı Macaristan, Rusya, Çin, Tayvan gibi ülkeler de bulunuyor. Bu arada, Fas, Sudan, Endonezya ve Güney Afrika'da da okul hizmetleri verildiğini öğreniyoruz.

Katolik Kilisesi'nin, Batı ülkelerinin ve çeşitli gönüllü kurumların da desteğini alarak oluşturduğu 'Teresa Ana Efsanesi' ile karşılaştırıldığında, mukayeseye direnen müthiş başarılı bir hizmet örneği sunuyor Fethullah Hocaefendi. Bunu Vatikan gibi zengin ve örgütlü bir din kurumu adına değil, Türkiye merkezli bir fedakarlık hizmet halkası biçiminde gerçekleştirmesi çok önemli. Teresa Ana'nın kişiliğinde sergilediği mahviyet, çileye katlanma, kimseden bir şey beklememe felsefesinin çok daha derinini kişiliklerinde yaşayan genç-yaşlı bizim insanlarımız, binlercesi, dünyanın her tarafına yayılmış durumda.

Eğitim kurumlarının, hizmet verdikleri ülkelerde, Türkiye'den ulaşan olumsuz etkilere rağmen, büyük bir hüsn-ü kabul görmeleri dikkat çekici. Sayıların her yıl artmasının açığa vurduğu gerçek şu: Hizmet sunulan kişiler ve devletler, hizmet-eri insanlarımızdan daha fazlasını talep ediyorlar.

Türkiye'den dünyanın dört bir yanına ulaşan eğitim faaliyetleri, bir başka ülkeden neş'et etse veya hizmetleri yönlendiren Fethullah Gülen Hocaefendi bir başka ülkenin insanı olsa, inanıyoruz ki, bu örnek ayakta alkışlanırdı. Bir rahibeden 'Teresa Ana Efsanesi' çıkartan Batı Dünyası, Hocaefendi etrafında halkalanan gönül-erlerini birer 'fedakarlık abidesi' haline dönüştürürdü. Bizde ise, bazı çevreler, olanı yok etme, iyiyi kötü gösterme kararı niyeti besliyorlar. Garip bir ülkeyiz.

21. yüzyıla girerken, ülkemiz, yüz ağartacak bir konumda değil; dünyaya 'örnek' olarak sunabileceğimiz bir üstünlüğümüz yok. 'İleri' olmak için aranan özelliklerde epey gerilerde kalıyoruz. Dünyaya sunabileceğimiz belki de tek 'üstün hizmet anlayışı' örneği olan yeryüzünün dört bir köşesine yayılmış 'bizim' okullarımızı da, ayıbımızmış gibi, gözlerden saklamaya çalışıyoruz.

Kalküta insanına ömür boyu hizmet sunan Nobel ödüllü Teresa Ana'nın ölümü, Bakü'dan Kunming'e, Moskova'dan Hartum'a uzanan coğrafyada kalıcı eserlerin banilerinin haklarının da teslim edilmesi gerektiğini güçlü bir biçimde hatırlatıyor.

Kimse hatırlatmıyor, bari biz önce davranalım: Türkiye bir gün 'Nobel ödülü' kazanacaksa, bu fırsatı ona sağlayacak "insanlığa yapılan hizmet" olarak anılmaya değer tek örnek, dünyanın her tarafına uzanan eğitim hizmetleridir (Zaman-9-9-1997)

Fethullah Gülen'e yakınlığı ile bilinen yazar Hüseyin Gülerce ise, şöyle yaklaşıyor olaya... "Zaman"dan alıntı yapalım..

O KASET..

Fethullah Gülen hakkındaki "örgüt" dâvasına önümüzdeki ay ortasında Ankara 2 No.'lu DGM'de başlanacak.

Sayın Gülen'i çok yakından tanıyan, onun arkadaşlığı ve dostluğu şerefini kazanmış biri olarak diyebilirim ki, bu davanın kendisini en çok üzen taraflarından biri, Türkiye'nin gerçek gündeminin saptırılması amacıyla kullanılma plânıdır.

Avrupa Birliği üyeliği hedefinde Türkiye'nin ciddi adımlar atacağı önümüzdeki birkaç ay, ülkemiz için son derece hayatîdir. Ekonomik ve siyasî istikrarın korunması da en az o kadar önemlidir.

Bu açıdan Türkiye'de sağduyu sahibi herkesin, Gülen dâvâsını, gerçek gündemi saptırmak isteyenlere malzeme yapmama gibi bir sorumluluğu bulunmaktadır. Şahsen ben üzerime düşen sorumluluğu yerine getirmek için malûm "o kaset" üzerinde bir daha durmak gereğine inanıyorum.

Çünki 18 Haziran 1999 tarihinde atv ana haber bülteninde Ali Kırca tarafından ilk defa yayınlanan o kaset, Sayın Gülen ve hizmetleri aleyhine bir "düğmeye basma"nın en esaslı malzemesidir.

O kaset sayesinde; Sayın Gülen'in devleti ele geçirmek için gizli bir örgütlenme içinde olduğu, sinsice hareket ettiği, Cezayir'deki gibi erken bir huruçtan sakınılması gerektiğini tavsiye ettiği, kuvvet dengesinin olmadığı yerde tekniğe başvurmayı önerdiği hususları; bir yargısız infaz atmosferinde ve bir linç psikolojisi ile toplu bir saldırı biçiminde yayınlanmıştır.

İki noktayı belirtip, asıl konuya geçmek istiyorum.

Medya dahil her yerde kulağı olan devletin istihbarat birimleri, bir devleti ele geçirme örgütünü şimdiye kadar çoktan tespit ederlerdi, bu bir. (Ben, zaaf gibi görülen durumlarda devletin başka mülahazaları olduğuna inanıyorum.)

İkincisi; önemli bir hukuk kaidesi: "İnsanlar niyetlerine göre değil, eylemlerine göre yargılanır" der. Kaldı ki AB'nin demokrasi anlayışında bugün geldiği nokta; düşünceyi ifade hürriyeti açısından eylem söz konusu olmadığı sürece en tehlikeli fikirlere bile tahammül gösterme aşamasıdır.

Ancak bugünkü yazımda ben bu hususların da üzerinde durmak istemiyorum.

Üzerinde durmak istediğim husus; eski komünistlere, darbelere, icazet veren anayasa profesörlerine; askeri, bir ihtilâle sevk etme görevini yaptığını, yazdıkları kitaplarda açıkça ifade edenlere gösterilen müsamahanın, "değişme hakkı"nın, neden Sayın Gülen'e gösterilmediğidir.

Bu ülkede devleti yıkmak için silahlı örgüt içinde yer alanlar daha sonra devlet kademelerine, hatta bakanlık koltuklarına geldiler.

Neden onların, binlercesinin başına mazilerini kakmadık?

Çünki Türkiye, 1960, 1971 ve 1980 müdahalelerinden önce bir kutuplaşma ve gerilim anaforunun içindeydi. İnsanlar ellerinde olmayan sebeplerle kendilerini hiç de arzu etmedikleri konumlarda buldular.

Geçmişte insanlar siyaseti bile bir kan davası haline getirmişti. Demirel'le Ecevit bir türlü anlaşamamıştı.

Ama ikisi de sonra değişti. Biz onların da değiştiğini kabul ettik.

Pekiyi Sayın Gülen'in niye değişme hakkı yok?

O kaset üzerine, kasetin atv'de yayınlanmasından 4 gün sonra ZAMAN gazetesinde yayınlanan röportajda Sayın Gülen'e soruyu çok net sorduk: "Diyalog ve hoşgörü çağrısıyla kamuoyunun önüne çıktığınız 1995 yılından önceki Fethullah Gülen'le 1995 yılından sonraki Fethullah Gülen arasında bir farklılık görüyor musunuz? Sizin için de bir değişimden, bir söylem farklılığından bahsedilebilir mi?"

Sayın Gülen'in cevabı aynen şu olmuştur:

"Herkes gibi düşüncelerimde, tavırlarımda ve davranışlarımda farklılıklar, değişmeler olabilir. Bir zamanlar, hadiselerin ve şartların tesirinde kalarak, sert ifadeler kullanmış, bugün benimsemediğim görüşler serdetmiş olabilirim. Bunlar için de Rabb'imden bağışlanma dilerim. Yanlış yaptığımın yanlış olduğunu itiraftan çekinmediğim gibi, bana doğru gösterildiğinde ona tâbi olmaktan da çeinmem." (ZAMAN, 23 Haziran 1999)

Sayın Gülen'le ilgili çok önemli bir nokta daha var.

O kaset, en az 10 yıllık. Konuşmaların pek çoğunun başı sonu kesilerek hazırlandığı da belli. Sayın Gülen'in kime, hangi atmosferde, hangi ruh haliyle konuştuğu da açık değil.

Ama açık ve kesin bir gerçek var. Sayın Gülen'in fiilleri, yaptıkları ortada ve onlar herkesin takdirini kazanıyor.

Yani Sayın Gülen'in o sözleri söylediği kabul edilse bile, o sözlerin tam aksi davranmış ve bütün toplumun beğenisini kazanan yurtdışı eğitim hizmetlerinin gerçekleşmesine önayak olmuş, diyalog, sevgi, hoşgörü diyerek ülkemizin; yeni kutuplaşmaların ve gerilimlerin kuyusuna düşmesini ciddi boyutta engellemiş.

Diyelim Sayın Gülen, Sırplar Bosna'da Müslüman kadınları, kızları akıl almaz işkencelerle, vahşetlerle katlederken, "Yılanın başı Vatikan..." demiş ("Vatikan'ın içinde Sırplar'ın günahlarında pay sahibi olanlar kesinlikle yoktur" diyebilir misiniz?)

Ama aynı Gülen Vatikan'da Papa ile görüşmüş ve medeniyetler çatışması umanların oyunlarını bozarak, dinler arası diyalog için kapılar aralamış.

Şimdi söz mü aslolan, fiil mi? Lâf mı, davranış mı?

Sonra hepimiz insanız. Herkes vicdanına sorsun. Trafikte direksiyon başında değişmeyen kaç kişi var? Benim gibi hoşgörü ile hemhâl bir adam bile, altında bir tank olmasını kaç defa istemiştir!.. Şimdi gerçek ben o muyum? Direksiyonda iken kaç kişi bir kasetinin olmasını ister?

Şartlar, ortam, gerilimler, sıkıntılar, acılar insanları etkiler.

İşte geçenlerde Hıncal Uluç yazdı. Bir Fransız tatil kasabasında trafik lambaları bile yokmuş. Neden? İnsanlar birbirlerine karşı o kadar saygılı bir ortam oluşturmuşlar ki, kavşağa gelindiğinde kural ışıklar değil, karşılıklı saygı ile belirlenmiş.

Geliniz Türkiye'ye de; insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi konularında öyle bir atmosfer teneffüs ettirelim ki, insanlara sonradan pişmanlık duyacakları konumlar biçilmemiş olsun.

İnsanlarla değil, sistemle uğraşalım...

Ve bir "liberal" yazarın, Cüneyt Ülsever'in, 23 Eylül 2000 tarihinde, "Hürriyet"te yayınlanan, "ABD'nin Türk Laiklik Sistemine Bakışı" yazısı ile, "Gülen Olayı"nın Amerika'dan nasıl görüldüğünü hatırlayalım.

GÜLEN VE HOŞGÖRÜ..

ELİMDE bir rapor var. Adı "Dini Özgürlük Raporu-Türkiye." Rapor ABD Dışişleri Bakanlığı (State Department) tarafından hazırlanmış.

Bir yabancı gözüyle ülkemizde dini özgürlüklerin nasıl algılandığını göstermesi açısından ilginç.

Rapor özünde; Türkiye'de dini özgürlüklerin anayasal güvence altında olduğunu, ancak hükümetin kamu binalarında ve başta üniversiteler olmak üzere devlet tarafından yönetilen kurumlarda dinsel ifade açısından bazı kısıtlamalar uyguladığını belirtiyor.

Rapora göre; tesettürün çok tartışıldığı ülkemizde, hükümet bazı önemli İslamcı siyasilere, işadamlarına ve yazarlara, esasında siyasi bir tavır olmasına rağmen, konuşarak "din yolu ile nefreti körükledikleri" için hukuki yaptırım uygulamaya çalışıyor.

Yine rapora göre; Anayasa "laikliği" savunmasına, din ve vicdan, ibadet ve ifade özgürlüklerine yer vermesine rağmen, ülkenin birliği ve beraberliği açısından bazı engelleri de kapsıyor.

Raporda ele alınan tarihler itibarıyla, askeriye ve adliyenin, ülkedeki diğer laik elitten de destek alarak, laik cumhuriyete karşı bir tehdit olarak gördükleri İslami köktendincilere karşı özel ve resmi kampanyalar yürüttükleri vurgulanıyor.

Başörtüsü takmaları nedeniyle bazı hemşire ve öğretmenlerin devlet dairelerinde işlerini kaybetmeleri, bazı öğrencilerin üniversiteye kayıt yaptıramamaları, raporun "Hükümetin Dini Özgürlüklere Getirdiği Sınırlamalar" bölümünde ele alınmış.

Yine aynı başlık altında; 1999 'Kasım'ında Malatya Üniversitesi'nde tesettür lehine gösteri yaptıkları için tutuklanan 48 kişiye, Merve Kavakçı'nın yaşadığı serüvene, 1999 Mayıs'ında Fazilet Partisi için açılan kapatma davasına, Erbakan'ın 312'den yargılanmasına, Heybeliada'daki ruhban okulunun açılmamasına, İmam Hatip Okulları'na engel olabilmek için 8 yıllık kesintisiz temel eğitim yasasına, Kuran kurslarının Diyanet denetimine alınışına yer verilmiş.

"Hükümetin Dini Özgürlük Suiistimalleri" başlığı altında yer alan bölümde ise Akit Gazetesi'nin ve Cuma Dergisi'nin kapatılması ve Recep Tayyip Erdoğan'ın aldığı ceza vurgulanmış.

"Dini Özgürlüklere Saygıda Kaydedilen Gelişmeler" bölümünde ise, Cumhurbaşkanı'nın ilk kez yayınladığı Noel mesajı, bir özel vakıf (Fethullah Hoca cemaatine bağlı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı-CÜ) ile Kültür ve Turizm Bakanlıklarının Harran'da Nisan 2000'de ortaklaşa düzenledikleri ve tüm dinlerin temsil edildiği "Ortak Atamız Hz. İbrahim" semineri, Mayıs 2000'de Diyanet tarafından düzenlenen iki uluslar ve dinlerarası toplantı ve 16 Haziran 2000'de Diyanet İşleri Başkanı MehmetNuri Yılmaz'ın Papa ile buluşması vb. vurgulanmış.

Rapor, bazı ufak nahoş olaylara rağmen, Türkiye'nin, genel anlamıyla dini azınlıklara karşı Lozan Antlaşması'nın şartlarına uyduğunu belirtiyor.

Rapora göre; Türkiye'nin % 99'u, çoğunluğu Sünni olmak kaydıyla Müslüman. 12 milyon Alevi var. Türkiye'de 50 bin Ermeni, 25 bin Yahudi, 3 bin Rum, 3 bin Protestan, 10 bin Bahai, 15 bin Süryani yaşıyor.

Meraklısına duyurulur!

"Fethullah Gülen Örgütü Davası", acaba olayın bu boyutlarının tartışılmasına da vesile olacak mı?

Göreceğiz..

 

YARIN 19. BÖLÜM: SONUÇ...

 


Kağıda basmak için tıklayın.



 


Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar | Spor | Bilişim | Dizi
İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV


Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED

Bu sitenin tasarım ve inşası, İNTERNET yayını ve tanıtımı, TALLANDTHIN Web tarafından yapılmaktadır. İçerik ve güncelleme Yeni Şafak Gazetesi İnternet Servisi tarafından gerçekleştirilmektir. Lütfen siteyle ilgili problemleri webmaster@tallandthin.com adresine bildiriniz...