T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
"Yırtıcı küreselleşme"nin Türkiye misyonerliği

Dünyaca ünlü uluslararası ilişkiler teorisyenlerinden Richard Falk, geçtiğimiz haftalarda Türkiye'deydi: Küre Yayınları'nın "Yırtıcı Küreselleşme: Bir Eleştiri" başlığıyla Türkçe'ye çevirdiği son kitabının tanıtımı dolayısıyla Malta Köşkü'nde düzenlenen sohbet toplantısına katıldı. Falk, toplantıda seçkin bir aydınlar topluluğuna hitap etti ve gerek söyledikleri, gerekse kitabı dolayımında yöneltilen soruları cevaplandırdı.

Falk, yaptığı sıcak sohbetle ve kendisine yöneltilen sorulara verdiği içtenlikli cevaplarla, türü, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yok olduğu zannedilen bilge adam tipinin her şeye rağmen varolabildiğini kanıtlamış oldu.

Falk, sadece bir teorisyen değil, aynı zamanda pratisyen bir bilge adam: Bir yandan küreselleşme, medeniyetler çatışması, uluslararası hukuk söylemi gibi dünya gündeminin temel teorik ve stratejik sorunları etrafında sürdürülen tartışmalara ciddi katkılar yaptı. Öte yandan da, Uluslararası Kosova Komisyonu'nda ve BM Filistin İnceleme Komisyonu'nda da aktif olarak görev aldı. Özellikle Filistin konusunda hazırladığı rapor, büyük yankı uyandırdı. Bu raporda, İsrail'in gayrı insani ve vahşi politikalarını ve katliamlarını eleştirdiği için İsrail'e girmesi bile yasaklandı profesör Falk'un.

Falk, Ahmet Davutoğlu'nun yaptığı açış ve takdim konuşmasından sonra gerçekleştirdiği sıcak ve içten sohbeti sırasında kitabında söylediği şeyleri özetledi ve sorulan sorular muvacehesinde bazı sorunlara açıklık getirdi. Örneğin, küreselleşmenin en büyük handikapının materyalist / iktisatçı / seküler zihniyeti esas alması ve farklı kültürlerin manevi ve kültürel değerlerini gözardı etmesi olduğunu söyledi. Bu nedenle küreselleşen seküler Batı uygarlığının, insanlığa bir gelecek umudu vaadedemediğini; bu zihniyeti sorgulamadığı ve bunun yarattığı handikapları aşma çabası içine girmediği sürece insanlığa bir gelecek umudu vaadedemeyeceğini; zira seküler toplumun, son kertede uygarlıklar arasında diyalog gerçekleştirebilecek yıkıcı değil kurucu bir siyasi imaginasyonu olmadığını vurguladı.

Sosyal demokrat olan Falk gibi birinin bu tür görüşleri dile getirmesi, Türkiye'de tek kaygıları Müslümanlığın (yani halkın; dikkat, halkın) anlam haritalarını ve kültürel dinamiklerini dinamitlemek olan Türkiye'nin sözümona sosyal demokratlarına bakınca salondaki herkesi biraz düşündürdü ve şaşırttı.

Falk, kitabının Türkçe baskısının önsözüne yazdığı yazıda da genelde Türkiye'nin yaşadığı travmatik modernleşme tecrübesi konusunda, özelde ise Kemal Derviş'in küresel misyonerliği hakkında dikkate değer gözlemlerde bulunuyor.

Kemal Derviş'in Türk ekonomisini kurtarma projesinin yanlış öncüllere ve temellere dayandığını söylüyor. Derviş'i adeta yırtıcı küreselleşmenin misyoneri olarak gören Falk, Derviş'in projesinin materyalist, iktisatçı ve seküler küresel söylemin Türkiye'ye uyarlanması çabası olduğunu belirtiyor ve Türkiye'deki seküler devletin Müslüman toplumun değerlerini, dinamiklerini ve taleplerini yok saymaya devam ettiği sürece Türkiye'nin sorunlarını kalıcı olarak hal yoluna koyamayacağını şu çarpıcı satırlarla gözler önüne seriyor:

"Tabandan ortaya çıkacak yaratıcı ve ıslah edici enerjileri serbest bırakacak sivil alanı açma konusundaki isteksizliğiyle Türk devletinin adı kötüye çıkmıştır. Ayrıca bu devlet, dini bakış açılarına hasmane veya en azından şüpheyle yaklaşan baskıcı bir laiklik anlayışı benimsemiştir. 2001 ortaları itibariyle, Türkiye'nin durumu pek de iç açıcı değildir ve 'seçilemeyen yol' dolayısıyla (Falk, toplumun duyarlıklarının, enerjisinin hiçe sayılmasını, bastırılması'nı 'seçilemeyen yol' olarak adlandırıyor-YK) mevcut çabanın başarısızlığa uğraması için her türlü sebep vardır! Böyle karamsar bir değerlendirme, Derviş bir 'Türk mucizesi' ortaya koymayı becerse bile, yine de geçerliliğini koruyacaktır. Türkiye için umutlu bir geleceğe doğru ilk hakiki adım, bunalımın temelde bir ekonomi meselesinden çok, bir ahlak ve değerler meselesi olduğunun derinden kavranmasıdır." (s. XI). (Bu güzel kitaba ulaşmak için Kule'nin telefonu: 0212.589 1295)

Fazla söze gerek var mı? Yalnız bir noktanın altını çizmeden de edemeyeceğim: Bu sütunda akademide oryantalist söylemin sona ermesinden sonra Batı'da Türkiye üzerinde araştırma yapan, bir şeyler söyleyen aydınların, teorisyenlerin söyledikleri ile bizim söylediklerimizin (İslami duyarlıklı aydınların söylediklerinin) örtüştüğünü söyleyip duruyorum. Oysa Batı'da seküler aydınların Türkiye'ye ilişkin değerlendirmeleri ile Türkiye'deki sol-korteje veya seküler koro'ya dahil olan aydınların söyledikleri taban tabana çelişiyor. Peki, bu çelişkiyi nasıl açıklamak gerekiyor?

Sanırım şöyle: Türkiye'de çift yönlü, yıkıcı bir temassızlık yaşıyoruz: Türkiye'nin seküler elitleri ve aydınları Türkiye'yi hem kendi dinamiklerimize, hem de dünyaya kapatmış durumdalar; sadece kendi hegemonyalarını ve çıkarlarını sürdürmenin telaşı içindeler. Batı'da "laiklik", "laik" aydınlar tarafından bile tartışılırken, Türkiye'deki laik elit ve aydınların hâlâ kendi bildiklerini okumaktan, Türkiye'nin dinamiklerini dinamitlemekten başka bir şey becerememelerinin temel nedenleri burada gizli işte.

Gerçekler tüm çıplaklığıyla ortada iken, referanslarını seküler söylemlere eklemlemeye çalışan ve bulundukları yerin imkanlarını çoğaltmak yerine, terketmeyi ve "her kalıba girmeyi" bir marifet sanan ve tam bir zihin kayması yaşayan şu İslamcı elitlere ve aydın müsveddelerine ne demeli peki?


3 Ağustos 2001
Pazartesi
 
YUSUF KAPLAN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED