T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
İhale sizin olsun! Bize belgesel verin!

RTÜK Yasası'nı (her kimse?) hazırlayanların ülkedeki televizyon yayınlarına düzen verirken bazı kanalların "belgesel" yayınlamalarını teşvik etmek gibi bir dertleri de olmamış. Televizyon programlarını gözden geçirirken ülkenin sığ siyasal ve ideolojik dünyası ile eğlence âlemini televizyon yayıncılığı için yeterli bulmuşlar. "Belgesel"lerin istenirse ne derece öğretici ve ufuk açıcı olabileceği üzerine, belli ki, iki dakika bile kafa yormamışlar. Gözlerini devlet ihalesi bürümüş kanalların da böyle bir derdi yok. Sanki dünyada, o buna şunu dedi, o şununla şurada şöyle eğlendi dışında izlenebilecek başka yayın türü kalmadı. Oysa aklı başında "belgesel"ler bu ülkede ne iyi işler başarır. Dününe ve bugününe yabancılaştırılmış bu toplumda aklı başında belgesellerle ne dünyalar yıkılır, ne dünyalar yapılır... Tarihten kalma bir eğitim ve öğretim sisteminin yanında bu tür yayınlar ne büyük bir rol üstlenebilir...

Geçen gece birçoğunuz gibi ben de "Discovery" adlı kanalda Fransız Guyanası denilen Pasifik adalarında çok yakın zamanlara kadar nasıl bir cehennem hayatının sürdüğünü anlatan bir belgesel seyrettim. Daha "dün" denebilecek bir tarihe, 1947'ye kadar Fransa'nın bu adalarda mahkûmları "ıslah etme" amacıyla açık tuttuğu hapishanelerin ne menem bir şey olduğunu bir kez daha hatırladık.

"Kelebek" adıyla anılan Henri Charriere'in "Kelebek" adlı romanını birçoğunuz gibi bir zamanlar ben de okumuştum. Fransız Guyanası'nda epeyce yıl geçirdikten sonra adadan kaçmayı başaran ve daha sonra ABD vatandaşı olan bu yazarın bizi tanıştırdığı cehennemi sizler kadar ben de tanıyordum. Ama sözünü ettiğim belgesel olup biteni bize bambaşka bir biçimde aktardı. Bir kez daha anladık ki, "modernizm"in kötü yüzüyle hiçbir kötü başa çıkamaz...

Zavallı insanoğlu! Cehennem hayatı kadın ve erkek mahkumları Fransız Guyanası'na taşıyan Martiniere adlı gemide başlamaktadır. İnsan dışkısıyla kaplı çelik zemin üzerinde 20 gün süren bir seyahat... Mahkûmları adada "orman ve deniz" olmak üzere "iki daimi gardiyan" beklemektedir. Hapishane müdürünün "Fransa'ya karşı işlediğiniz suçlardan dolayı buradasınız" diye karşıladığı mahkûmlara adadaki askeri mahkeme de sürekli olarak disiplinsizlikten dolayı yeni cezalar yağdırmaktadır. Mahkûmların alışık olmadığı tropik iklim ve çevre şartları kısa sürede büyük kısmının köküne kibrit suyu dökmektedir zaten. Ormana ağaç kesme işine götürülenlerin büyük kısmı işyerinde tükenmektedir. "İflah olmayanlar, direnmekten vazgeçmeyenler" olarak nitelenen ada mahkûmları, yönetimin gözünde bir an önce imha edilmeleri gereken kişilerdir. Mahkûmlara ait mezarlık bile yoktur; ölenler doğru köpek balıklarına... Bitmedi, mahkûm cesetleriyle beslenen köpek balıkları da doğru mahkûm mönüsüne... Yetmedi, kaçmaya teşebbüs edenlere de giyotin; celladınız da mahkûmlar arasından...

Belgeselde bir mahkûmun ağzından verilen şu tespit çok yerindeydi: "Böyle bir düzeni planlayan insanlar iğrenç insanlar olsa gerek..." Ona ne şüphe; tabii ki iğrençler. Ve bu iğrençliği yirminci yüzyılın neredeyse yarısına kadar sürdürebildikleri ve zinden adalarındaki birçok yere "Saint Joseph" gibi "aziz" isimleri verdikleri için daha da bir iğrençler...

Dreyfus da birkaç yılını bu adalardan birisinde geçirmiş. Zola başta olmak üzere entellektüellerin kıyameti koparıp rütbelerinin iadesini sağladığı Dreyfus. Torunlarından birisi, büyük dedesinin hücre cezası (adada!) çektiği kulübede nasıl sıkı korunduğunu, dedesinin yüzünü Fransa'ya dönerek nasıl tek başına saatler geçirdiğini anlatıyordu.

Ve bütün bu olup bitenlerin büyük bir bölümü, aralarında Fransızlar'ın da olduğu "İyiler"in Almanlar'ın başını çektiği "Kötüler"i tepelemeye hazırlandıkları yılların hemen arifesinde yaşanıyordu.

Görüyorsunuz; daha elli yıl öncesinin Fransız modernizmi -bırakın başkalarını- kendi yurttaşlarını "terbiye" etmek için nasıl sistemler geliştirmişti. Disiplin ve itaatin mutlak tesisi ve bunlara uyum gösteremeyenlerin birer hayvan gibi Fransız Guyanası'na sürgünü. Unutmayın ki, zindandan kaçmaya teşebbüs edenleri yakalayıp Fransızlar'a teslim etmek de Hollandalılar'ın işiydi...

Avrupa'nın elli yılda çok yol aldığı muhakkak. Avrupa bu elli yılda başta işçi sınıfının ve entellektüellerinin çabasıyla çok değişti, birçok yönden neredeyse tanınmaz bir hale geldi. Modernizmin haddinden fazla "akılcı" ilkeleri yerini büyük ölçüde "etik" ilkelere bıraktı ve bırakmaya devam ediyor. Elli yıl öncesinin Guyanası'nı bugün bir Fransız ya da Hollandalı gence kabul ettirebilmek imkansızdır. Bu nedenden de olacak, Avrupalılar her gün belgesel seyrediyor. Tarihlerindeki kötülükleri daha iyi tanımak ve bir daha kötü olmamak için.

Ya bizde? Biz henüz bu tür belgeseller çekme ve seyretme alışkanlığını edinemedik. Oysa, her millet gibi bizim de bu tür belgesellere ihtiyacımız var. Hem de çok. Yoksa, bir önceki İçişleri Bakanı'nın hepten kendinden geçip millete Ali Kemal'in başına gelenleri hatırlatması mümkün olur muydu? Eski de olsa bir İçişleri Bakanı'nın bu "kötülüğü" yapmaya dili varır mıydı?

Sonuç: RTÜK Yasası bir iki kanala belgesel çekme ve yayınlama zorunluluğu getirsin. Karşılığında biz de onlara birkaç "devlet ihalesi" verelim!


19 Haziran 2001
Salı
 
KÜRŞAD BUMİN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED