T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Sezer'e alkışlar

Cumhurbaşkanı RTÜK Yasası'nı veto etti. Sahte "şeffaflık" iddialarına, "televizyonların sahibi belli olsun" şeklindeki komik gerekçelere inanmadı. Meclis'in, liderler (özellikle Mesut Yılmaz ve Hüsamettin Özkan) ve bir medya patronu tarafından baskı altına alındığını gördü. "Örtülü affı" reddetti; tekelleşmenin önünü kesti. Güç odaklarına şu mesajı iletti: "Kanun size değil, siz kanuna uyacaksınız."

* * *

Dünya, basın hürriyetini, düşünce hürriyetinin en önemli unsuru olduğu gerekçesiyle, alabildiğine genişletme çabasındayken, Radyo Televizyon Kanunu ve Basın Kanunu'nda gerçekleştirilen değişikliklerle, hem televizyonlara, hem basına, hem de İnternet'e büyük darbe vurmuştuk. Bu operasyon, fazla itirazla karşılaşmamıştı, zira televizyona ilişkin düzenlemelerin 29'uncu maddesinde, bazı medya patronlarına örtülü af getiriliyor ve bundan böyle çok sayıda televizyon kanalının sahibi olmalarının, ihaleye girmelerinin önü açılıyordu. Yazarlar susturuldu, kamuoyunun tepkisi dizginlendi. Ama halk gene de sesini kurduğu internet ağı vasıtasıyla Cumhurbaşkanı'na duyurdu.

Ulusal Program

Türkiye, Ulusal Programı'nda, düşünce özgürlüğü kapsamında kısa vadede alınması gereken tedbirleri şu şekilde açıklamamış mıydı:

"Türk hükûmeti, siyasi, idari ve yargı reformlarına ilişkin çalışmalarını 2001 yılında hızlandıracak ve önerilerini mümkün olan en kısa zamanda TBMM'ye sunacaktır. Bu bağlamda amaç, özgürlükçü, katılımcı, güvenceli, devlet organları arasında görev ve yetkileri dengeleyen, hukuk devleti ilkesini üstün kılan Anayasa ve yasa hükümlerinin, Türkiye'nin uluslararası taahhütleri ile, Avrupa Birliği standartları temelinde daha da geliştirilmesidir. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti, insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü olaylarında kaydedilecek gelişmeleri sürekli olarak izleyecek, Avrupa Birliği müktesebatına uyum çalışmalarını düzenli şekilde değerlendirecek ve bu çalışmaların hızlandırılması için gerekli tüm önlemleri alacaktır."

* * *

Bu girişten sonra, hükûmet "Düşünce ve İfade Özgürlüğü" başlığı altında bazı taahhütlerde bulunmuştu:

"Türk Hükûmeti, ifade özgürlüğünün Avrupa Birliği müktesebatı ile Avrupa Birliği üyesi ülkelerin uygulamaları ışığında geliştirilmesine önem ve öncelik vermektedir. Anayasa ve diğer mevzuattaki ilgili hükümlerin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 10'uncu maddesi temelinde gözden geçirilmesi öngörülmektedir. Bu anlayış doğrultusunda, ifade özgürlüğünün daha da geliştirilmesine yönelik anayasal ve yasal güvencelerin güçlendirilmesi amacıyla, kısa vadede, Anayasa'nın, temel hak ve hürriyetlerle ilgili bölümlerinin, başta düşünceyi açıklama ve yayma, bilim ve sanat, basın özgürlükleriyle ilgili hükümler olmak üzere gözden geçirilmesi; Türk Ceza Kanunu'nun 312'nci maddesinin, koruduğu değerler zedelenmeden gözden geçirilmesi, aynı anlayışla Terörle Mücadele Kanunu'nun 7 ve 8'inci maddelerinin, RTÜK Kanunu'nun, basın suçlarının kapsamı ve öngörülen cezalarla ilgili Basın Kanunu'nun gözden geçirilmesi planlanmaktadır." (Resmi Gazete – 24.3.2001)

Böyle bir söz verildikten sonra, aksi istikamette uygulamalar yaparak, (ağır para cezalarıyla, keyfi uygulamalara yol açacak "yalan haber" gibi soyut ve belirsiz kavramlarla) düşünce ve ifade özgürlüğü büyük ölçüde zedelenmişti. Yeniden düzenleneceği sözü verilen 312'nci madde, RTÜK Kanunu'nun da içine, yayın ilkeleri arasına aynen yerleştirilmişti.

RTÜK'ün yapısı

RTÜK benzeri düzenleyici kurulların siyasi otoriteden bağımsızlığı, Avrupa Birliği açısından ehemmiyet arz ediyor.

2000 tarihli 23 nolu tavsiye kararının ekinde şu cümlelere rastlıyoruz:

"Yayıncılık sektöründeki düzenleyici kurulları belirleyen hükümler, özellikle, üyelikle ilgili hükümler, bağımsızlığın en önemli unsurudur. Bu nedenle, söz konusu hükümler, siyasi güçler ve ekonomik çıkar gruplarının müdahalelerine karşı, onları koruyacak şekilde düzenlenmelidir. Bu bağlamda, düzenleyici kurulların siyasi tesir altında kalmamaları, kurul üyelerinin demokratik ve şeffaf bir şekilde atanmaları, üyelerin, herhangi bir kişi veya kurumdan emir veya talimat almamaları, çalışmalarında, bağımsızlığı olumsuz etkileyecek herhangi bir faaliyette bulunmamaları önemlidir."

Haberleşme Yüksek Kurulu

Ulusal Program'da, "Radyo ve Televizyon Üst Kurulu'nda, mevcut aşamada, kurumsal bir değişikliğe gidilmesine ihtiyaç yoktur" diye yazılmasına rağmen, tam aksi yapılmış, öte yandan RTÜK siyasete daha bağımlı hale getirilirken, verilen sözlerin tersine, ifade, düşünce ve basın hürriyetini zedeleyecek adımlar atılmıştı.

RTÜK'ün 9 üyesinden 5'ini, 5 siyasi parti tesbit ediyor, Meclis sadece bir onay mekanizmasına dönüşüyordu. Bu 5 üyenin 3'ü iktidar kanadının gösterdiği adaylar. 4'ü ise doğrudan Bakanlar Kurulu tarafından gösterilen adaylar arasından seçiliyordu. Adayların 4'ünü YÖK, 2'sini Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri, 2'sini en fazla üyeye sahip iki Gazeteciler Cemiyeti ile Basın Konseyi ortaklaşa teklif ediyor, 8 adayın içinden hükûmet 4 kişiyi tercih ediyordu.

RTÜK'ün, en başında Haberleşme Yüksek Kurulu vardı.

Haberleşme Yüksek Kurulu, Danışma Organı vasfında kalması gerekirken, RTÜK'ün görevlerini yerine getirip getirmediğini takip eden, hiyerarşik bir yapıda, RTÜK'ün üzerinde olan bir organ hüvviyetine bürünmüştü.

Frekans planlarını gözden geçiren, ihale takvimini de düzenleyen Haberleşme Yüksek Kurulu, Başbakan veyahut onun göstereceği bir devlet bakanının başkanlığında, İçişleri, Ulaştırma, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri, MİT üyesi ve Genelkurmay Muhabere Elektronik Başkanı'nın katılımıyla toplanacaktı.

Verilen ağır cezalar dolayısıyla (uyarısız ekran karartma, lisans iptâli, yüksek meblağda para cezası), bir nevi yargı organı işlevini de gören RTÜK'ün, asker ve sivil bürokratlar ve siyasetçilerden etkilenen böyle hiyerarşik yapı içine oturtulması, Avrupa Birliği istikameti yerine, tersine yol aldığımızın açık bir göstergesiydi.

De Haes davası

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde basın özgürlüğüne ilişkin davalar da görülüyor. Bunlardan biri Belçika ile ilgili: De Haes davası olarak biliniyor.

Olayı kısaca özetleyelim: İki gazeteci, çocukların velâyetini anne yerine babaya veren hâkimleri, ağır biçimde eleştiriyor. Annenin iddiasına dayanarak, babanın çocukları ile cinsel ilişkisi olduğunu ileri sürüyor; buna rağmen hâkimlerin çocukları babaya teslim etmesinde, baba ile aralarında ideolojik birlikteliğin rolü olabileceğini belirtiyor. Hâkimlerin ve babanın aşırı sağ düşünceye sahip bulunduklarını ileri sürüyor. Sonradan babanın çocuklarıyla böyle bir ilişkisi olmadığı, mahkeme kararıyla ortaya çıkınca, gazetecilerin iddiası da havada kalıyor.

* * *

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, başkalarının haklarına ve şöhretlerine tecavüz etmeme olgusunu tanımakla birlikte, kamu yararına olan konularda, basının halkı bilgilendirme görevi olduğunu ve hâkimlerin bu kapsamda eleştirilebileceğini kararında belirtiyor.

Kararı şu cümlelerle özetleyebiliriz:

"Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 10'uncu maddesi, sadece düşünce hürriyetinin özünü değil, ortaya konuş biçimini de teminat altına alıyor. De Haes ve Gijsels adlı gazetecilerin yorumları çok sert olmakla birlikte, iddiaların doğurduğu rahatsızlık ve tepkiyle orantılıdır. Sadece hoşa giden haber ve düşünceler değil, şok eden, tahrik edenler dahi ifade hürriyetinden yararlanmalıdır. Basın hürriyeti, bir ölçüye kadar mübalağalı anlatımı, hatta tahrik edici sunuşları da kapsayabilir. Bir kanaatin her zaman gerçek olduğunun belgelendirilmesi mümkün değildir. Gazeteciler, bazı uzmanların ve annenin gerçek olduğunu sandıkları iddialarına dayanmışlardır."

Yalan haberi, basın suçu haline getirenlerin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin De Haes diye adlandırılan dosyasını dikkatle okuması gerekir.

Tekelleşme

Ayrıca RTÜK'ün 29'uncu maddedeki değişiklikle, Anayasa'nın 167'nci maddesine aykırı olarak, ciddi bir tekelleşmenin yolu açılmıştı.

Anayasa'nın 167'nci maddesi, devletin tekelleşmeyi ve kartelleşmeyi engelleyici tedbirler alınmasını öngörüyor. Oysa, bir kişiye, toplam % 20 izlenme oranına kadar, çok sayıda televizyon kanalına sahip olma hakkı tanındığı takdirde, o kişi, hemen hemen her bölgede bir tv kuruluşunun ve ulusal düzeyde de en az iki kanalın hâkim hissesini elinde tutabilirdi.

Bölge televizyonlarının, izlenme oranı düşük olmakla birlikte, yerel açıdan etkileri fazladır. Yeniden iletim imkânının da tanınmasıyla, ulusal kanallar, çok sayıda bölge televizyonuyla bütünleşerek, merkezde hazırladıkları programları, sahibi oldukları yerel kanallarda yayınlatacaklardı. Böyle bir haksız rekabet ortamında zaten maddi imkânsızlıklar içinde olan diğer yerel kanalların gelişmesi de zorlaşacaktı. Yerel televizyonculuğun yerini, merkezden yönlendirilen, gerektiği zaman yerel haberler veren bir yayın düzeni alacaktı. Bu şekilde bir gerçek veya tüzel kişi % 20'lik izlenme oranının kat kat üstünde etkiye kavuşacaktı.

.........................

Cumhurbaşkanı sayesinde yanlış hesap Bağdat'tan döndü. Artık TBMM, medya patronlarının değil, Avrupa Birliği şartlarının gerektirdiği bir yasayı çıkaracaktır. İhaleye fesat karıştıranlar ve resmi makamları yanıltanlar ise, "kollarına girilmeye" hazırlansınlar.


19 Haziran 2001
Salı
 
NAZLI ILICAK


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED