AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
İslâm ve düşünce

Kur'an'ın düşünce ve akletme ile ilgili âyetlerine bakıldığında, bunların başlıca üç kategori altında toplandığı görülür. Bu âyetlerin bir kısmı; mücerret olarak düşünmenin, düşünce fonksiyonunu ve akletme yeteneğini kullanmanın önemini vurgular. İnsanı bu özelliğini kullanmaya çağırıp, aklı saf dışı bırakarak yaşamayı alışkanlık edinenlerin sonlarının felâket olacağını hatırlatır.

İslâmda düşüncenin önemi üzerine söz söylemek; aslında, vazgeçilmez bir hakikatin dile getirilmesi, fert ve toplum plânında üzerimizde bulunan Hakk'ın ve hakîkatin şahidi olma görevinin ifasıdır. İslâmda düşünce o kadar büyük bir yere, vazgeçilmez bir değere sahiptir ki; başka hiçbir şey bundan daha fazla tayin edici özelliğe sahip değildir. İslâmda düşüncenin önemi nereden kaynaklanıyor?.. Bu önem, tabii ki, insanın yeryüzünde düşünebilen, hayatî fonksiyonlarını sürdürürken aklını kullanma kabiliyetinde yaratılan tek varlık oluşundan ileri gelmektedir. İnsanı, kendine en yakın tür olan hayvandan ayıran ve onu yaratılmışların en üstünü (eşref-i mahlûkat) kılan şey de işte bu, düşünme ve aklını kullanabilme özelliğidir. Onsuz insanı izah etmek imkânı olmadığı gibi, İslâmı anlamak ve anlamlandırmak da mümkün değildir. Düşünce, hayatın ruhudur. Ruhsuz bir canlının yaşaması nasıl imkân harici ise; düşünce ve akıldan yoksun bir insanî hayatın da varlığı muhâldir. Çünkü ruh, Allah ile münasebetin idrakidir. Canlı organizmalar bu münasebeti ruhları ile kurarlar, ruhî yönleri ile Allah'ı hatırlar ve hatırlatırlar. İşte düşünce de bu hatırlama ve hatırlatmanın (zikr) eşref-i mahlûkat olan insanda en üst düzeyde (dimağ ve kalpte) tecellî edişidir. İslâmda düşüncenin ve akletmenin önemini bizzat Allah Teâlâ kuvvetle belirtmiş ve Kur'an-ı kerim de bunu sayısız âyetlerle ortaya koymuştur. Denilebilir ki, Kur'an kadar düşüncenin üzerinde duran, bunu olmazsa olmaz bir şart olarak ileri süren ikinci bir kitap yoktur. İdeolojiler ve sistemler çerçevesinde de yine İslâm kadar insanın düşünme fonksiyonunu sahih ve hayra yönelik bir tarzda kullanmasının önemini vurgulayan, bunu her türlü gelişimin ekseni sayan bir ikinci sisteme, hayat görüşüne ve ideolojiye rastlamak mümkün değildir. Fakat tarihin ne garip bir tecellîsidir ki; düşünmeyi, akletmeyi, tefekkürü insanî hayatın temel şartı olarak gören İslâmın bugünkü bağlıları bundan oldukça uzak bir noktadalar ve daha garibi, sanki İslâma inat, bilinçsizliği, akletmemeyi, düşünmeden kabul etmeyi (taklid) bir iş belliyorlar. Kur'an'ın düşünce ve akletme ile ilgili âyetlerine bakıldığında, bunların başlıca üç kategori altında toplandığı görülür. Bu âyetlerin bir kısmı; mücerret olarak düşünmenin, düşünce fonksiyonunu ve akletme yeteneğini kullanmanın önemini vurgular. İnsanı bu özelliğini kullanmaya çağırıp, aklı saf dışı bırakarak yaşamayı alışkanlık edinenlerin sonlarının felâket olacağını hatırlatır. Kur'an-ı Kerim'in düşünce ile ilgili âyetlerinin bir kısmında ise; hayatın işleyişi, insan gerçeği, maddenin, hayvanların ve insanların yaratılışındaki hikmetler üzerinde düşünmenin gerekliliği vurgulanır. Bu âyetlerde, maddenin ve hayatın kanuniyetleri üzerinde düşünmeye çağırmanın gayesi; a) Allah'ın varlık âlemi üzerindeki eserinin idraki; b) Bu idrakten hareketle, evreni yoktan yaratan Allah'ın varlığının ve mutlak iradesinin akıl plânında tasdiki; c) Allah'tan başka ilâh bulunmadığı hakikatinin (varlığın temel yasası olan tevhid) teslimi; d) Bu en büyük gerçeğin iman ve İslâmın ekseni hâline getirilmesinin teminidir. Kur'an'ın, aklı kullanmaya çağıran âyetlerinin bir kısmı ise, doğrudan doğruya Kur'an üzerinde düşünmeye tahsis edilmiştir. Bu âyetlerde gerçekleştirilmesi istenen şey; a) Eşsizliği, doğruluğu, çelişkiden ve kuşkudan berî bir kitap olduğu hususunda dünyaya meydan okuyan bir mucizenin kılavuzluğunda yürünerek, yine akıl yolu ile ezelî ve ebedî gerçeklerin tespiti; b) Allah'ın varlığı, birliği, tek ve biricik ilâh olduğunun idraki; c) Buna bağlı olarak da, insanların yeryüzündeki hayatı yaşarken uyacakları evrensel prensiplerin, temel kuralların, hükümlerin -yine aklî bir faaliyet sonucu- istinbatıdır: Görülüyor ki, Kur'an-ı Kerim, insanların hayatın her safhasına ait gerçekleri düşünmelerini, inanırken, yaşarken, kendi nefisleri ile, başka nefislerle ve kendilerini yaratan varlık (Allah) ile münasebet kurarken (kısaca itikad, ibadet, ahlâk ve muamelât alanlarında) daima akıllarını kullanmalarını, yani, hayatı; akıl, idrak ve tefekkür ekseninde yaşamalarını emretmektedir. Bu böyle iken, düşünmeyi sakıncalı görmenin, bizi kör, sağır, dilsiz bir hâle getirecek tefekkürsüzlüğü yani körükörüne taklidi savunmanın anlaşılabilir bir yanı yoktur. Hele hele, Kur'an üzerinde düşünmenin fitneye sebep olacağını, herkesin Kur'an'ı anlamasının mümkün olmadığını, Kur'an'ı ancak kendilerine bazı özellikler (bunlar neymişse?!) verilen zevatın anlayabileceğini iddia eden kişiler ve çevreler milletimizin ve insanlığın istikbalini karartan ne kadar tehlikeli bir yıkımın sorumlusu olduklarını iyi düşünmelidirler. "Kur'an'ı herkes anlamaz" demek, bizzat Kur'an'ın hassasiyetle gündeme getirdiği en büyük gerçeğe ters düşmek anlamına gelir. Kur'an "Biz Kur'an'ı kolaylaştırdık; yok mu düşünüp anlamak isteyen?" deyip dururken, bunun aksine bir söylemi gündeme getirerek, neredeyse Kur'an'ın beyanını geçersiz kılma anlamına gelebilecek söylemler içine girmek, altından kalkılması güç bir vebali yüklenmektir.. Müslümanlar, Kur'an'a karşı inatla sürdürülen bu haksızlıktan ve bühtandan bir an önce kendilerini sıyırmalı ve akıllarını başlarına toplayarak; inançta, ibadette, amelde ve hayatın problemlerine çözüm bulma işinde düşüncenin ve aklın aydınlık yolunu tutmalıdırlar. İçinde bulunduğumuz ve bir türlü çıkamadığımız bu zilletten kurtuluşun başka hiçbir çaresi bulunmamaktadır.

  • PROF. DR. MUHAMMED NUR DOĞAN - ÖĞRETİM ÜYESİ


  • Yeraltında felsefi durumlar
    Metro iyi bir gözlemci için çok zengin bir laboratuar sayılır. Bilhassa akşam saatlerinde evlerine dönen insanları izlemek ve yorgun yüzlerden günün ve hatta yaşanmış/yaşanmamış bir hayatın özetini görmek insanı değişik düşüncelere sürükler. Akıp giden nehirler gibi yeraltından akıp giden insan kalabalıkları ve akış içinde sürükleniş ve akışın kayda geçirilemeyen hengamesi içinde kayboluş. Felsefî bir durum yani... Ankara'da, Viyana'da, Paris'te veya bir başka yerde insan herhangi bir metro istasyonunda oturup, birkaç teşehhüd miktarınca gözlemde bulunmalı. Bir bakıma seyretmeli akıp giden alemi... İyi bir gözlemci, çok kısa zamanda hacimli bir yeraltı külliyatı biriktirecektir zihninde. Metro hareketli bir kabir gibidir... Yalnız gözlemci arkadaşların istasyonlardaki sarı çizgilere ve uyarı levhalarına dikkat buyurmaları ve mümkünse uygun bir yerde oturmaları menfaatleri gereğidir. Viyana için söyleyecek olursak, belli başlı büyük istasyonlarda işsiz güçsüzleri ve sota kısımlarda (esrar)keşleri görmek mümkündür. Afrikalı satıcılardan uyuşturucu tedarik etmek isteyenler U6 hattının biraz daha sakin sayılabilecek istasyonlarında volta atarlar. Alıcı ve araştırıcı gözlerle saf saf etrafı süzüyorsanız, bu bazen yanlış anlaşılabilir. Mesela, kafası bulanık bir satıcı size esrar alıp almayacağınızı sorabilir. Şaşırır kalırsınız. Başımıza geldi çünkü.

  • GÜRSEL DÖNMEZ - ARAŞTIRMACI / YAZAR


  • AB sürecinde devlet etiği
    Kısaca Türkiye nereye gideceğini bilmeli, niçin gittiğini de... Yani nereye gideceğini ve niçin gideceğini bilmeyen Türkiye'nin nereye varacağı da siyasal etik anlamında pek önemli değildir. İkinci Dünya savaşı sonrası oluşan Avrupa Birliği başta bölgesel istikrarın yeniden sağlanması ve 'ekonomik yeniden yapılanma' amacı ile kurulmuştur.Genel anlamda ülkeler topluluğu da denilebilir. Başta altı ülke olan Avrupa Birliği'nin daha sonraları yeni ülkelerin katılması ile sayısı onbeşe çıkmıştır. En son olarak 2007í'de tam üye olarak girecek olan Bulgaristan ve Romanya'dır. Türkiye ise henüz müzakere sürecine girememiştir. Türkiye'den istenilen orta ve uzun vadede kaydetmesi gereken öncelikli alanlar belirtilmiştir. Türkiye'nin Kopenhag kriterlerine uyması yani siyasi, ekonomik kriterleri ve topluluk müktesebatını kabulü gibi şartları yerine getirmesini öngörmüştür. Bu anlamda özellikle son iki yılda Türkiye ciddi gelişmeler kaydetmiştir. Özellikle ekonomik kriterleri yerine getirirken ilerleme raporunda da belirtildiği üzere 'Ekonomik istikrar için sürdürülen politikalar olumlu sonuç verdi, mali disiplin sağlandı, kamu sektöründe şeffaflık önemli oranda arttı ve büyüme yeni başladı'. Siyasi kriterlerde ise Türkiye'nin yaptığı ciddi reformlar Kopenhag siyasi kriterlerine uyum açısından önemli adımlardır. Fakat uygulamada ciddi adımlar atılamamıştır ve hayata geçirilememiştir. Yukarıda anlattıklarımız AB sürecinde Türkiye'nin genel portresidir. Yalnız AB süreci ile başlayan şu an için oluşan Türkiye'nin demokratik devlet görüntüsünün ne ölçüde rasyonel olduğunu ve ileride birey-devlet veya toplum-devlet ilişkisinde ne gibi tartışmaların çıkacağı, üzerinde durmamız gereken asıl konulardır. Özellikle AB süreci ile başlayan demokratikleşme süreci ileride bir takım tartışmaları da beraberinde getirecektir. Şüphesiz Türkiye AB karşısında görünürde hukuksal açıdan ödeyeceği bedel en temel anlatımı ile demokratik bir hukuk devletine geçişten başka bir şey değildir. Bireysel anlamda düşünce özgürlüğü,örgütlenme özgürlüğü, ideolojik çoğulculuk anlayışı veya temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması gibi adımlardır. Uyum sürecinde Türkiye'den neler isteniyor? AB zaten kısa ve orta vadeli olarak bunları belirtmiştir.Asıl sorun şu : Türkiye'nin ne şartlarda ve nasıl kabul ettiğidir. AB süreci başlamış, Türkiye hızlı bir şekilde bu sürece girmiştir. Bu süreci hızlandırmak için ciddi yasal reformlarda yapmaktadır. Bunu çağdaş demokratik bir Türkiye isteyen bir birey olarak ve gelecekle ilgili bir takım siyasal kaygılar taşıyan bir Türkiyeli olarak nasıl yorumlayabiliriz? Sırf AB istedi diye yani siyasal bir baskı ortamı oluştuğu için mi Türkiye bu değişim sürecine girdi? Veya AB olmasaydı Türkiye bu değişim sürecini yaşayacak mıydı? Bunlar mutlaka AB süreci içerisinde Türkiye'nin netleşmesi gereken önemli hususlardır. Türkiye bu yenilikleri ve değişimleri AB baskısı sonucu siyasi bir 'zorunluluk'tan değil; çağdaş bir 'gereklilik'ten dolayı yapmalıydı. Öyleyse AB baskısı sonucu Avrupalı olmanın var olduğu bir siyasal yapı yaşadıkça, ne devletin ne de siyasal kültürün modern, rasyonel temellere oturması mümkündür. Avrupalı olmak veya 'İleri bir Türkiye'li olmak için Türkiye'nin demokratikleşmesi, refah düzeyinin yükselmesi ve huzur ortamının doğması ekonomik istikrarın sağlanması, düşünce özgürlüğünün olması ve benzeri gelişmelerin yaşanmasıyla oluşur. Ama bunları istemek kadar da devletin samimiyetine ve şeffaflığına inanmak ve istemekte olmalıdır. Devlet mutlaka vatandaşına bu güveni vermelidir. Aksi takdtirde 'Devlet etiği' kavramı ciddi tartışmalara ve bu tartışmalar sonucu olumsuz sonuçlara maruz kalacaktır.

  • RUKNİDDİN MUTLU - ÖĞRENCİ




  • 15 Aralık 2003
    Pazartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    Abone Formu
    Mesaj Formu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Çocuk
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED