AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

K R O N İ K  M E D Y A
Hürriyet'ten 'sarsıcı açıklamalar' dizisi

Hürriyet gazetesi sürmanşetten duyuruyor: "Efsane komutan anlatıyor" Yener Süsoy'un röportaj için seçtiği bir komutan. Gazetenin takdimiyle, "26 ay dağlarda savaşan komando komutanı, 5 kez Üstün Birlik Yetiştirme Nişanı'na sahip olan Tümgeneral Osman Pamukoğlu."

Hürriyet gazetesi (17 Aralık) sürmanşetten duyuruyor: "Efsane komutan anlatıyor" / "Yarın Hürriyet'te".

Duyurusu yapılan bir röportaj; daha doğrusu bir "Yener Süsoy röportajı".

Hürriyet, yarını iple çeken okurlarına bugün için iki "tadımlık" açıklama vermiş. Açıklamayı yapan, Süsoy'un röportaj için seçtiği bir komutan. Gazetenin takdimiyle, "26 ay dağlarda savaşan komando komutanı, 5 kez Üstün Birlik Yetiştirme Nişanı'na sahip olan Tümgeneral Osman Pamukoğlu."

SARSICI AÇIKLAMALAR VE İMPARATORLUK MARŞLARI

Gazete bu röportajda "sarsıcı açıklamalar"la karşılaşacağımızı da anons ediyor.

Ve işte Hürriyet'in "tadımlık" olarak ilk günden aktardığı "sarsıcı açıklamalar":

"Dağda komutayı alınca ilk verdiğim emir şu oldu: 10 askerin bulunduğu her yerde bayrağımız 24 saat gönderde olacak, bütün araçlara bayrak takılacak, kışlalarda sürekli imparatorluk ve Cumhuriyet marşları çalınacak."

Siz ne düşünüyorsunuz bilemeyiz ama bu açıklama bizim açımızdan, aman aman olmasa da yine de "sarsıcı" nitelikte. (Özellikle de, verilen "emir"in "imparatorluk marşları"yla ilgili bölümü.)

Fakat siz asıl şu ikinci açıklamayı okuyun da, "sarsıcı açıklama" neymiş o zaman görün:

"Çalışmalarda ağır silahlar da kullanıldığından şehitlerin vücutları her zaman bir bütün halinde olmuyordu. Oysa anneler onları son kez bu halleriyle görmek istemez. Bunun için cerrahlara 'Vücutların kopan kısımlarını mutlaka gövdedeki yerlerine dikin' emrini verdim."

Ona ne şüphe, "anneler" çocuklarını "bu halleriyle" görmek ister mi hiç?

Siz ne düşünüyorsunuz bilemeyiz ama bu ikinci açıklama bizi gerçekten çok sarstı...

Parçalanmış bedenlerin bir araya getirilmesini emreden bir komutan, komutandan bu yönde emir alan cerrahlar, annelerin gözlerinden kaçırılmak istenen "bütün halinde olmayan" bedenler....

Ve tabii bütün bunların bir "röportaj" konusu olması...

Ne dersiniz, gazetelerin ve röportajcıların da "edep" dairesi içinde kalmak, ya da daha doğrusu eskilerin ifadesiyle "edeb-i kelâm"a riayet etmek mecburiyetleri yok mu?

Olabilir, askerliktir ve bir komutan yaşadığı tecrübelerden hareketle bu türden "sarsıcı açıklamalar" yapabilir...

Ama ya gazeteler ve röportajcılar? Onların diri ya da ölü farketmez, insan hayatından "edep"e uygun olarak söz etmeleri gerekmez mi?

'VÜCUTLARDAN KOPANLARI GÖVDELERE DİKİN': "EMREDERSİNİZ KOMUTANIM"

Objektife gülümseyen bir Yener Süsoy ve bunun hemen altında "cerrahlar"a verilen "Vücutların kopan kısımlarını mutlaka gövdedeki yerlerine dikin" emri...

Cerrahlardan da herhalde şöyle bir yanıt: "Emredersiniz Komutanım!"

"Yener Süsoy röportajı"nın ikinci bölümü, yani 18 Aralık tarihli bölümü yine "dikiş" hikayesiyle açılıyordu. Röportajcı bu "sarsıcı" açıklamadan bu kez şu başlığı türetmişti:

"Şehitlerimizi diktirip ailelerine öyle gönderdim".

Başlığı lütfen bir kez daha dikkatle okuyalım:

"Şehitlerimizi diktirip ailelerine öyle gönderdim".

Pes doğrusu... Diyelim ki emekli bir komutan bu açıklamayı yapıyor; ama bir röportajcı okurken insanın tüylerini diken diken eden bu açıklamayı olduğu gibi sayfasına taşır mı?

Dikkat edin, "Şehitlerimizi diktirip" diyorlar...

Yani son derece sakin ve soğukkanlı konuşuyor ve yazıyorlar... "Dikilenler" diye söz edilenler sanki birer "konfeksiyon" ürünü...

Ne kadar acı ve bir o kadar da uygunsuz bir laf; daha yirmisine yeni ulaşmış gençlerin parçalanmış bedenlerinin "dikilmesi"nden söz etmek, bu yetmezmiş gibi bunu bir de olduğu gibi gazeteye taşımak ne acı ve bir o kadar da uygunsuz bir davranış...

Görünen o ki, "Yener Süsoy röportajı", kısa uzun her neyse, yaptığı askerlik hizmeti günlerine dönmüş olarak "Pamukoğlu Paşa"nın anlattıklarını muhatabıyla arasına hiçbir mesafe koymadan büyük bir hayranlıkla dinlemekte...

Muhatabı anlattıkça anlatıyor... Amerikalıların Irak'taki başarısızlığını ve yanılgısını, "savaşı Batı modeli"ne uygun yapmasında buluyor: "hatlar, cepheler, tanklar, toplar, düğmeye basılarak idare edilen silahlar. Yener Bey, bunların hepsi beş para etmez bir yığın zırva."

MAYIN TARLASINDA TABURUN NE İŞİ VAR

Peki bu işin doğrusu nedir? Şudur: "Hangi güç olursa olsun, tek ve bir tek üstün silah vardır, o da insandır. (ABD) Bu yüzden PKK'nın üstüne gidemiyor."

Yani özetle, ABD askerleri can korkusundan dolayı işi ağırdan alıyorlar... Oysa "Pamukoğlu Paşa" böyle mi yapıyordu?

"Kandil'in çevresinde o kadar çok mayın tarlası vardı ki, gönderdiğim tabur mayın tarlaları içinde boğuldu. Askerleri tek tek helikopterle aldırdım, kımıldamaları mümkün değildi."

(Her ne kadar askerlikten anlamasak da bir soru: Madem o kadar çok mayın tarlası vardı, "tabur"un orada işi neydi?)

"Pamukoğlu Paşa"nın anlattıkları sadece "hatıralardan" ibaret değil; o bir adım daha atarak bundan sonra yapılması gerekeni de açıklıyor: "Amerika'ya denecek ki, bugüne kadar seninle her boyutta istişare yaptık ama, sen PKK için niyetli görünmüyorsun, ben girip işi bitireyim."

Tabii ki, "Yener Bey"den hiçbir yorum yok...

Röportajın üçüncü bölümünde (19 Aralık) yer alan bir fotoğrafta "Yener Bey" ile evsahibini ayakta ellerindekileri incelerken görüyoruz. Ellerindekini dikkatle inceliyorlar. Ellerinde birer "komando bıçağı" var. Resim altında şu cümleler: "Pamukoğlu, hatıra olarak sakladığı bıçaklarını Yener Süsoy'a gösterdi."

Üçüncü bölümün başlığı da şöyle: "Doktor çıkan ölü terörist yıllardır işe gelmiyormuş".

Sözü edilen doktor Van Devlet Hastanesi'nde görevliymiş. Öldürülünce, yanında taşıdığı günlüğünden doktor olduğu anlaşılmış. Bunun üzerine çalıştığı hastaneye bir telgraf çekilerek doktorun nerede olduğunun bildirilmesi istenmiş. Gelen cevapta, "Adı geçen doktorumuz temmuz 1993'ten beri işyerine gelmemektedir" deniyormuş.

Peki iyi güzel de, "Yener Bey" bu bilgiyi sayfasına niçin taşıyor? Okurlara, "Bakın her yere sızmışlar!" dedirtmek için herhalde... Nitekim röportajın tamamı okunduğunda emekli generalin görev yaptığı bölgedeki "mahalli yönetimler"in hemen hepsinin PKK ile işbirliği içinde olduğu da açıkca söyleniyor: "Mahalli yönetimlerin çoğu başkanından en alt kademedeki memuruna kadar açıkça pervasızca PKK'yı destekliyordu."

PAMUKOĞLU PAŞA: LİGHT GENERAL OLMADIM

Ne dersiniz, "mahalli yönetimler"in hemen hepsini zan altında bırakan bu tür açıklamaların gazeteye olduğu gibi ve gönülden destekle sokulması da sakıncalı değil midir?

Yener Süsoy, "Pamukoğlu Paşa"nın şu sözlerini de çok yerinde bulmuş olacak ki, aynen aktarıyor: "Ben çekirdekten yetişme askerim, light general olmadım, zaten böyle de yetiştirilmemişim."

Bunlar da (ne demekse?) çok ilginç açıklamalar doğrusu...

Ve tabii emekli generalden şu çarpıcı sözler: "Hakkari'de dağlardaki köy ve mezralarda yaşayan insanları kente indirmek şart."

Ne tuhaf; millet köyden indirilenler nasıl yapılıp da tekrar köye çıkarılabilse diye kafa patlatırken, Hürriyet'in röportajcısı bunca gayrete tamamen ters önerilerin servisiyle meşgul...

İşte böyle... Sonuncu "Yener Süsoy röportajı" da böyleydi...

Ne dersiniz, noktayı koymadan, Süsoy'un röportaj sırasındaki şu gözlemini de aktaralım mı? Biz aktaralım diyoruz; hem böylece "light general olmadım" diyen "Pamukoğlu Paşa"nın niçin erken emekli edildiği üzerine eşi gibi biz de kafa yorabiliriz:

"Biz konuşurken, Emel Hanım, 32 yıllık eşini gururla seyrediyor, meziyetleri göğsündeki yıldızlarla tescilli eşinin genç yaşta neden tümgenerallikten emekli edildiğini hâlâ anlamadığını söylüyordu."

Gerçekten de, neden acaba?

Not: Yukarıda okuduğunuz değerlendirmeyi, Yener Süsoy'un "Pamukoğlu Paşa" ile yaptığı röportajın üç güne yayılan bölümlerinden hareketle kaleme aldık. Dizinin devamına dair bir not mu yoktu, yoksa bizim mi dalgınlığımıza geldi şimdi tam hatırlamıyoruz ama, bir de gördük ki 20 Aralık Cumartesi tarihli Hürriyet'te (öncekilere göre çok kısa tutulmuş olsa da) "Yener Süsoy röportajı"dan bir bölüm daha yer alıyor. Ve biz de, bu "son dakika" bölümünden de mahrum kalmayasınız diyerek, bu bölümün en "can alıcı" bölümünü bir ek olarak öylece aktarmaya karar verdik. Okuyoruz; "Az uyurum, az yemek yerim, çok düşünürüm" diyen "Pamukoğlu Paşa" anlatıyor:

"Derecik Karakolu'nda bir gece karyolada uyumaya çalışırken başıma doğru büyük bir kan basıncı hissettim. (...) Yüzümü yıkadım, geçer gibi oldu, sabah bir de baktım ki alt ve üst çenelerimdeki sapasağlam dişler sallanıyor. İdare edeyim diyorum ama konuşmada zorlanıyorum, kalvaltıya indik. Kimse fark etmeden önümdeki tuzluğu bir peçetenin içine boşaltıp cebime koydum. Şemdinli'ye gitsem dişçi bulurum ama, oradan ayrılacak saniyem yok. Hemen yukarı çıkıp lavabo aynasının karşısında sallanan iki dişi elimle tutup çıkarttım. Alt çenedekileri tuttum, bir türlü çıkmıyorlar. Sen misin çıkmayan, komando bıçağımı baldıra bağlayan ipi çıkarttım, o da kalın geldi. Kafaya koymuşum, o iş bitecek, ipi ortasından keserek incelttim. Dişlere sıkıca bağlayıp hızla çektim, lavabo kan içinde kaldı. Peçeteye boşalttığım tuzu kanayan yaralara bastım. Sonra birkaç sigarayı parçalayıp tütünleri yerleştirdim ve masaya geri döndüm."


İKTİBAS YOLUYLA MİSAFİR

Hani 'Bugünden kesin yargılara kalkışmamalı'ydı?

Cumhuriyet gazetesi yazarı Oktay Akbal'ın "Saddam Bir Adam!.." başlıklı yazısından...

(...) Zaman kimsenin dostu değildir. Bugün senindir, hadi yarın da senin olsun. Ama yarınlar uzun sürelidir. Bugün ayıplanan, kötülenen, bugün cezalandırılan, bugün yargılanan, bugün asılan, öldürülen günün birinde kahramanlaşır, destanlaşır... Nice diktatör, diktatör taslakları geldi geçti. Adları bile kalmadı. Yaptıkları, yarattıkları acılar bile unutuldu. Ama bir ülke halkının iyiliğine, mutluluk arayışına öncülük etmiş olanlar hiçbir zaman unutulmadı. Gelecekte Saddam'ın nasıl anılacağını bilmek zordur. Bugünden kesin yargılara kalkışmamalı!..

Hangi yönden bakarsanız bakın, Saddam öncelikle bir "adam"dı. İlhan'ın arada bir andığı "cüdam"lardan değildi. Dev güçlere meydan okudu. Yalanlarını kanıtladı. Zorbalıkla ülkesini ele geçirmek isteyenlere ve geçirdiklerini sananlara gücünün yettiğince direndi. (...) Saddam'ın yaktığı ateş elbet alevlenecektir. Bunu hep göreceğiz.

Evet, Saddam bir adamdı. Yürekli bir adam. Ülkesinin zenginliklerini binbir yalan üreterek dev gücüyle işgal edenlere karşı direnen bir adam. Yarın tarih böyle yazacak...


Fransa'da n'olmak ihtimali var?

Milliyet gazetesi yazarı Hasan Cemal, "Fransa'da türban hayaleti!" başlıklı yazısını (20 Aralık) "Bizim bir deyişimiz vardır, bu pilav daha çok su kaldırır diye. Fransa'da açılmakta olan türban yasağı yolu da öyle. Daha çok yazıp çizeceğiz anlaşılan" paragrafıyla bitiriyor...

Doğru, önümüzdeki günlerde, aylarda, yıllarda belli ki "türban sorunu"nu global düzeyde tartışacağız. Hiç kuşkusuz sahnedeki aktörlerin başrollerinin biri de Türkiye'ye ait olacak. Ülkede birikmiş "tecrübe" nedeniyle, burada yapılan tartışma, başta Fransa, global düzeyde ilgi uyandıracak. İşte bu nedenle konuya ilişkin gelişmeleri ve yapılan yorumları size düzenli olarak aktaracağız. İlk geniş özetleme-toparlama yarınki sayfada...


21 Aralık 2003
Pazar
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED