AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
Pagan / Batı uygarlığının sonu ve İslâm'ın direnişi ve gelişi

Batı uygarlığı, doğu dünyası ve İslâm hakkında söylediğim şeyleri ben Jean Baudrillard, Immanuel Wallerstein, Kevin Robins, John Esposito gibi Batılı düşünürlerle, akademisyenlerle konuştuğum zaman onlar ne demek istediğimi çok iyi anlıyorlar ve bana hak veriyorlar ama aynı şeyi laik ve özellikle de İslâmcı Türk aydınlarına anlatmakta çok zorluk çekiyorum.

Peki, bunun nedeni ne acaba?

Kanımca bunun en önemli nedeni, Türkiye'deki laik ve İslâmcı aydınların genel olarak pergellerini şaşırmaları, bu nedenle de bir türlü Özne olamaMaları, yani ya reaksiyoner ya da savunmacı tavırlar geliştirerek Batı karşısında yakıcı ve yıkıcı bir aşağılık kompleksi yaşıyor ve dolayısıyla "bu dünya"da yaşamıyor, çağımızın temel sorunlarını ve bu sorunların nereden kaynaklandığını anlamakta zorlanıyor olmalarıdır.

Hem İslâm'la, hem de hâkim kültürle (Batı kültürüyle) ilişkilerimizde çift yönlü bir temassızlık sorunu yaşadığımız için, pergelimizi şaşırmış vaziyetteyiz; o yüzden ne aradığımızı da bilemiyoruz, dolayısıyla kaçınılmaz olarak ne bulduğumuzu da göremiyor ve anlamlandıramıyoruz. Pergelimizi şaşırdığımız için sürekli olarak oraya buraya savruluyor ve her defasında çıkmaz sokaklarla karşılaşıp kafamızı fena halde türlü tuhaf duvarlara toslayıp duruyoruz. Eğer pergelimizi şaşırmamış olsak, yani pergelin sâbit ayağını İslâm'a sağlam, muhkem ve sarsılmaz bir şekilde İslâm'a dayayıp, çağın ruhunu, sorunlarını ve bu sorunların dayandığı hâkim kültürün temel kurucu paradigmalarını kavrama konusunda çaba göstermiş olsak, Batı'dan esen rüzgârlar bizi oraya buraya savurmayı aslâ başaramayacak.

Türkiye'deki laik aydınların da, İslâmcı aydınların da zihin kalıpları örtüşüyor, bu bakımdan aynı familyaya mensuplar: Ya reaksiyonerler; ya da savunmacılar.

Laik aydınlar, kalkış noktası olarak sekülerizmi yani Batılı kavramları eksene aldıkları için ya İslâm'a karşı reaksiyoner tavırlar geliştiriyorlar ve son derece primitif bir akıl yürütmeyle İslâm'ın bizi geri bıraktırdığını veya İslâm'ın bu dünyaya bir şey söylemeyeceğini söylüyorlar. Ya da savunmacı bir tavır takınarak Batı'nın ("sekülerliğin") her şey demek olduğu vehmine kapılıyorlar. Böylelikle laik aydınlar, Batı'yı arzularının nesnesi haline getirerek, kendilerini Nesneleştiriyor, Batı'yı Özneleştiriyorlar ve Batı'yı burada yeniden-üretmiş oluyorlar.

İslâmcı aydınlar da ya Batı'ya karşı reaksiyoner tavırlar geliştiriyorlar ve Batı'yı saldırganlıklarının nesnesi haline getiriyorlar ve böylece Batıya saldırıyor, Batı'yı reddediyor gibi görünüyorlar ama gerçekte söylemlerini Batı'yı merkeze yerleştirerek kuruyorlar ve böyle yapmakla Batı'yı tersinden meşrulaştırmış, Batı'nın gücünü onaylamış ve sonuçta Batı'nın kendisini bu reaksiyoner tavır veya söylemler üzerinden üretmesini ve gücünü pekiştirmesini kolaylaştırmış oluyorlar.

Ya da savunmacı bir tavır geliştirerek, İslâm'ın bugün Batı'da geliştirilen pek çok şeyi yüzyıllar öncesinden geliştirdiğini söyleyerek, bugün bizim neler yapabileceklerimizi (nasıl Özne olabileceğimizi) değil, dün Müslümanların neler yaptıklarını söyleyerek tarihteki müslümanların sırtlarından kendilerini aklamaya ve meşrulaştırmaya çalıştırıyorlar.

Reaksiyoner tavır da, savunmacı tavır da, hem laik aydınların hem de İslâmcı aydınların kendileri olamadıklarını, başkalarının sırtından kendi konumlarını ve dolayısıyla modern veya postmedern Batılı söylemleri meşrulaştırmaktan ve yeniden-üretmekten başka bir şey yapamadıklarını gösteriyor.

Ortaya çıkan manzara gerçekten traji-komik bir manzara: Laik-Batıcı aydınlar, İslâm'a karşı reaksiyoner, Batı'ya karşı savunmacı; İslâmcı aydınlarsa Batı'ya karşı reaksiyoner, İslâm'a karşı da savunmacı bir tavır takınmakla hiçbir zaman kendileri (Özne) olamıyorlar; her zaman Nesne oluyor ve donakalıyorlar; dolayısıyla oraya buraya savrulmaktan bir türlü kurtulamıyorlar.

Oysa yapılması gereken şey, reaksiyoner ve savunmacı tavırları terketmek; aksiyoner ve kurucu bir irade, yaratıcı bir ruh geliştirmenin yollarını araştırmaktır.

Bunun yolu, önce pergelin sabit ayağını İslâm'a kilitleyip, çağın ruhunu, sorunlarını ve bu sorunların dayandığı teorik ve pratik kaynakları geriye doğru izsürerek saptamak ve belirlemekten; daha sonra da İslâm'ın sunduğu referans çerçeveleri veya kök-paradigmalar ekseninde hâkim kültürle ve diğer kültürlerle temâsa geçmeye koyulmaktan geçiyor.

Burada kavramakta zorlandığımız kilit mesele şu: İslâm'ın, içinde yaşadığımız çağın ve dolayısıyla insanlığın hangi sorunlarına cevap üreteceğini bilmeden, kavramadan İslâm'la kuracağımız temas, bizi anakronizme (tarih ve zaman-dışına) itecek, bizim çabamızın kısa devre yapmasıyla sonuçlanacak ve bizi aynı anda iki asimetrik (zıt) uca sürükleyecektir: Birincisi, çağın sorunlarını, ruhunu kavramadan İslâm'la kuracağımız ilişki, bizi ya yüzyıllar öncesine götürecek veya yüzyıllar öncesinin tecrübelerini bugüne taşıma açmazına sürükleyecektir. Ya da bizi ikinci karşı uca fırlatarak çağın sorunlarının temellerini oluşturan neo-pagan modern veya postmodern kavramları ve söylemleri İslâm'a giydirmemize ve dolayısıyla İslâm'ı kuşa çevirmemize yol açacaktır.

O halde yapılması gereken şey; öncelikli olarak zamanın ruhunu, çağın sorunlarını ve bu sorunların dayandığı temel kök-paradigmaları çok iyi kavramaktır. Çağın ruhunu kavradıktan sonra pergelin sâbit ayağını İslâm'a kilitleyerek önce İslâm'la (dâhilî temas), ardından İslâm'ın sunduğu kök-paradigmalar ekseninde hâkim kültürle (hârici temas) yaratıcı ilişkiler kurmamız ve İslâm'ın bu dünyanın temel sorunlarına evrensel cevaplar üretmesini mümkün kılabilecek bir medeniyet tasavvuru geliştirebilmemiz imkân dâhiline girmiş olacaktır.

Ancak böyle bir çabadan sonradır ki, Batı uygarlığının teorik olarak sekülerliğin dölyatağı olan paganizme, pratik olarak ise Helenizmden bu yana barbarizme dayandığını, sonuçta bu tecrübenin Mc Neill'in deyişiyle "askerî zorbalık düzeni"nden başka bir şeyle üretemediğini ve üretemeyeceğini; Amerika'nın son olarak Irak'ta ve başka yerlerde yapmaya çalıştığı şeyin neden Batı uygarlığının sonunu hazırlamakla ve neo-pagan ve neo-barbar Batı hegemonyasına direnebilen tek küresel ve evrensel aktör olan İslâm'ın niçin yeniden tarih sahnesine çıkma sürecini tetiklemekle sonuçlanacağını görmeye başlamış olacağız.

Çarşamba günkü yazıda benim burada söylediklerimi bir de çağımızın en büyük medeniyet tarihçilerinden Braudel'den ve diğer Batılı düşünürlerden uzun alıntılarla sınamaya ve göstermeye çalışacağım. Aşağılık kompleksiyle malul laik ve İslâmcı aydınlarımızı başka türlü "hizaya getirmek" mümkün olmuyor çünkü! Ne kadar acınası bir durum bu, değil mi?


17 Mart 2003
Pazartesi
 
YUSUF KAPLAN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED