AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
Nereden nereye? (I)

Bu köşede yayımlanan "Militer Müslümanlık Üzerine" başlıklı yazı, modern İslam düşüncesinin temel bir zaafına işaret ediyordu. Özellikle Türkiye'de benim "soğuk savaş düşünürleri" adını verdiğim kuşağın bu zaaftaki payı hayli büyüktü. Fakat, bu militerleşmede tek etken "soğuk savaş düşünürleri" miydi?

Elbette değildi. Fakat, konuyu bir gazete köşesinin sunduğu imkanlar dahilinde ele alma zorunluluğu, meselenin arka planını irdelememizi mümkün kılmamıştı. Amerika'da doktora yapan bir okurumun, hazırladığı bir tebliğ için bu konuda açılım isteyen mesajı, bize meselenin arka planını bir nebze olsun irdeleme imkanı sundu.

Önce mesajı, 'kişisel yerlerini' atlayarak buraya alayım:

"..Tebliğim çerçevesinde Türkiye'de İslâmî Hareketin milliyetçilikten ümmetçiliğe evrilmesi üzerine 1960-70'li yılları bizzat yaşayarak bu dönüşüme şahitlik etmiş insanlardan birinci elden bilgi almak istiyorum. Sizin bu konuda çıkmış yazılarınız, köşe yazıları hacminde olsa da, bana önemli bir kaynak teşkil edecek. Yalnız sizden ayrıca aşağıdaki soruları cevaplamanızı istirham edeceğim.

Nasıl oluyor da 1910'larda bu denli düşman olan gruplar 1950'lerde aynı kategoriye girebildi? Nasıl oldu da 1960 sonlarında aramızda bir fikir farkı yok diyen MHP'lilerle İslamcılar bugün bu kadar ayrı? Ben babamın günlüklerini karıştırırken dikkatimi çekmişti, 1967'de, 17 yaşındayken "Bundan sonra hayatımı milliyetçiliğe adayacağım" diyordu. Ama 1979 sonlarında gene özel notlarında insanları nasıl milliyetçilikten kurtaracağının endişesini aksettiriyordu.

Bu ayrışma, İslamî hareketin muhtar/otonom bir varlık kazanması ile zaruri olarak irtibatlı mı, yoksa siyasî gelişmelere ve ilişkilere dayalı bir contingency mi? Tercümelerle gelen bir kazanım mı, yoksa içerideki gelişmelerle mi irtibatlı? Peki niye hâlâ antikomünist, devletçi, sağcı söylem ... gibi gazetelerin temel temaları olabiliyor? Nasıl Milli Görüş seçmeni, anında MHP'ye kayabiliyor?"

Mesaj sahibini, Boğaziçi'nde master yaparken, bir yandan da derslerime devam ettiği günlerden hatırlıyorum. Yeni kuşak müslümanların, fikri soy kütükleri üzerinde anlamaya yönelik bir takım kazı çalışmaları yapmalarını da, hayli umut verici buluyorum. Tabi ki seçip-ayıklayan mümeyyiz bir akılla. Süpürüp almadan, ya da süpürüp atmadan.

Yeniden hatırlayalım ki, sosyal olaylar bir tek sebebe irca edilemezler. Görünür görünmez, irili ufaklı bir çok nedenin birden hasılatıdırlar. Teori ve pratiğiyle İslami hareketin devletçi, ulusalcı ve dahi sağcı bir damara sahip olmasının çok kadim nedenleri var.

Bunların ikisi herkesçe bilinen nedenler. Birincisi damarlarda akan 'asil kanda' mevcut olan "başa bağlılık", ikincisi İslam'a sonradan idhal edildiği halde çoğu zaman akidenin dahi önüne geçen "devlete kutsallık atfı". İlgili iki yazıda, bu sonuncusunun vahiyle hiçbir alakası olmadığına örneklerle değinmiştim. Bu öğreti, akidede "tevhidi", yönetimde "adaleti", şahsiyette "hürriyeti" esas alır. Tasavvur, akıl ve şahsiyetini vahyin inşa ettiği iktidarda da olsa muhalefette de olsa, "ahlakilik" esasını hiçbir gerekçeye kurban etmemişlerdir. İmam Ebu Hanife'nin vasiyetini hatırlayalım: "Beni gasbedilmemiş bir toprağa gömün".

Fakat bu damar, Batı modernizminin etkisi altındaki "modern İslamcılıkta" nahif, kırılgan bir damar haline geldi. Bunun başat sebebi, müslümanların Batının istilasına maruz kaldıkları bu süreçte yaşadıkları korkuydu. "Elden gidecek" diye korkulan o kadar çok şey vardı ki, hepsini elde tutmak mümkün olmayınca, "Acaba hangisini elde tutarsak diğerlerini kaçırmayız?" sorusu 19. yüzyılın sonuyla 20. yüzyılın başında sorulan en çetrefil soruydu.

Osmanlıcılık-İslamcılık-Türkçülükten oluşan "Üç tarz-ı siyaset" işbu soruya verilen farklı cevapların sonucuydu. Bu nedenle en ateşli Osmanlıcı Namık Kemal'i Renan'a karşı şeriatın yine en ateşli savunucusu olarak görüyordunuz. Mehmet Emin Yurdakul gibi "yurda kul" olmayı tercih etmiş bir ulusçu, İslam Birliği'nin en ateşli savunucusu Cemaleddin Afgani ile talebe-hoca ilişkisine girdiğini, ondan beslendiğini görüyordunuz.

Bu kırılgan yapı o sıcak ve toz-dumandan gözün gözü görmediği dönemde anlaşılabilirdi. Fakat üzerinden bunca zaman geçip de artık her düşüncenin kendi asli yatağına döndüğü günümüzde, bu nahiflikleri anlamak zor.

İşte bunun en tipik örneği, 28 Şubat sürecindeki en yiğit, en dik duruşuyla hepimizin gönlünde taht kuran Hasan Celal Güzel'dir. Bu gerçekten "güzel" ve dahi "yiğit" adam, geçenlerde kanal kanal gezerek tezkereyi "ulusal çıkarlar" adına savunuyor ve aksini düşünenleri "duygusallıkla" suçluyordu. Onun gönlümüzdeki yeri hâlâ farklıdır. Fakat bu davranış bir "örneklem" olarak gerçekten üzerinde derin tahliller yapmayı gerektiren tipik bir "sağcı-devletçi müslümanlık" örneğidir. Güvenliği adalete, ulusal çıkarı meşruiyete, devleti akideye, reel-politiki ahlaka önceleyen bir tavır.

Bu örnek, geçen yüzyıldan kalma "fikri karmaşanın" hâlâ sürdüğünü gösteriyor. Fakat, bu, bir "ayrışma" olmadığı anlamına da gelmiyor. Mesaj sahibi haklı olarak soruyor: "Bu ayrışma, İslamî hareketin muhtar/otonom bir varlık kazanması ile zaruri olarak irtibatlı mı, yoksa siyasî gelişmelere ve ilişkilere dayalı bir contingency mi?"

Elbet bu bir "contingency" değil, aksine İslami hareketten daha çok ve daha önce İslami aklın, kendisini kendi köklerine ve sahih geleneğine dayanarak yeniden üretmesiyle ilgili bir sürecin doğal sonucu. Ancak o zaman böyle bir "muhtariyet"ten söz edilebilir.

Pazartesi gün, 16 Şubat 1969'daki Taksim olayları dolayımında bu konuyu irdeleyelim.


28 Mart 2003
Cuma
 
SAMİ HOCAOĞLU


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED