T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Yeni-İslâmcılık(4): Pergel metaforu ya da çağın ruhunu kavramadan aslâ

Kanımca en hayâtî sorunumuz, "çağdaşlaşmak" veya daha doğru bir deyişle "çağdaşlaşamamak" sorunu. Çağdaşlaşmayı, Batılılaşmak veya -sekülerizm, modernizm, postmodernizm vesaire gibi- Batılı "ideoloji"leri benimsemek olarak anlayanların çağdaşlaşmanın ne anlam ifade ettiğini anlayamadıklarını, dolayısıyla bir toplumun nasıl çağdaşlaşabileceği sorusuna / sorununa cevap veremeyeceklerini düşünüyorum.

Başka bir kültürü ve medeniyeti benimsemenin çağdaşlaşmak olarak algılandığı ender ülkelerden biridir Türkiye. Böyle bir toplumun çağdaşlaşmasının aslâ mümkün olamayacağını, aksine çok köklü ve bozuk plak gibi tekrarlanan yapay sorunlarla, travmalarla boğuşmaktan, dolayısıyla sonuç itibariyle "tarihte tatile çıkmak"tan kurtulamayacağını bilmek gerekiyor.

Çağdaşlaşmak, çağın ruhunu kavramak; çağın ruhunu belirleyen, oluşturan zamanın içine girip, zamana ve dolayısıyla kültürden siyasete, bilim dünyasından düşünce dünyasına ekonomiden toplumsal hayata kadar hemen her alanda dünyaya yeni ve özgün şeyler sunabilecek yaratıcı, ufuk ve çığır açıcı şekillerde (yani Özne olarak) müdahalede bulunabilecek bir performans gösterebilmek; böylesi bir performansı gösterebilecek özgüvene sahip olabilmek demektir.

Kültür ve medeniyet değiştirmeye, başka kültürleri ve bu kültürlerin kendi ihtiyaçları doğrultusunda geliştirdikleri ideolojileri / modelleri benimsemeye kalkışan toplumlar, kendi kültürel, toplumsal, düşünsel ve siyâsî varoluş dayanaklarını da, dinamiklerini de, temellerini de, tutamaklarını da yitirmekten kurtulamazlar. Sonuçta böylesi toplumlar, başkalarının her türden müdahalelerine, tacizlerine, taaruzlarına maruz kalmaktan ve hem bu dış taarruzlar, hem de içerde kangrene dönen ve sürgit büyüme, kontrolden çıkma istidadı gösteren köklü sorunlar nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktan kendilerini kolay kolay kurtaramazlar. Bugün Amerika'nın Irak savaşına boyun eğmek zorunda kalıyor olmamızın temel nedenleri burada gizlidir.

Bir toplumun çağa Özne olarak müdahele edebilmesinin, yani çağdaşlaşabilmesinin tek esaslı yolu var: Önce kendi kültürel dinamikleriyle yaratıcı şekillerde temasa geçmek; kendi anlam haritalarını yeniden üretebilecek bilimsel, düşünsel, kültürel bir performans ortaya koyabilmek; ardından diğer kültürlerle kendi temel dinamikleri, paradigmaları, kodları ekseninde yaratıcı, ufuk ve çığır açıcı şekillerde ilişki kurabilmektir. Benim Mevlânâ'dan esinle pergal metaforu dediğim şey işte bu.

Oysa bizim yaşadığımız tecrübe, tam tersi bir şekilde cereyan eden bir kültür ve medeniyet değiştirme projesi olarak algılana ve uygulanageldi: Bunun tam anlamıyla pergelini şaşırtmak olarak adlandırabileceğimiz son derece yakıcı ve yıkıcı bir yol, bir fâsit dâire, bir "çıkmaz sokak" olduğu artık anlaşılmıştır.

Bu yol'un bizi düzlüğe çıkarabilecek "çıkar bir yol" olmadığı; aksine bizi küresel çıkarcıların çıkarlarına hizmet ettiren sürekli arıza üreten, bizi türlü taarruzlara maruz bıraktıran ve sonuçta bize her bakımdan kısa devre yaptırtan marazî bir çıkmaz yol olduğu artık kavranmış olmalı.

Peki bizi düzlüğe, sâhil-i selâmete çıkaracak çıkar yol ne? Reçete veriyor gibi olacak ama bunu yolu, metaforunda gizlidir.

Örneğin, Avrupalılar, antik Yunan düşüncesi, kültürü, sanatı ve bilimiyle yeniden ve yaratıcı şekillerde temâsa geçmemiş olsalardı, Rönesans ve Reformasyon tecrübesini ve ardından gelen sanayi devrimlerini, siyâsî devrimleri icat edemeyeceklerdi. Yine aynı şekilde Hindistan'da doğan ve belli bir süre sonra Japonya'ya kadar uzanan Budizm'in Çin'i istilâ etmesi karşısında Çinliler, kendi kültürlerinin ve kimliklerinin temel kaynağını ve dinamiklerini oluşturan Konfüçyanizm'le yaratıcı şekillerde yeniden-temâsa geçmeselerdi, Budizm'in Çin'i istilâ etmesini önleyemeyecekler ve Çin medeniyeti daha sonra yepyeni bir sıçrama gerçekleştiremeyecektii.

Görüldüğü gibi, bir toplumun veya kültürün nasıl çağdaşlaşabileceği ve zamanla bir medeniyet sıçraması gerçekleştireceği konusunda başvurmamız gerektiğini söylediğimiz pergel metaforu formülümüzün ne kadar "işlevsel", "kulanışlı", yaratıcı olduğu insanlık tarihindeki diğer medeniyet tecrübelerine bakıldığında daha iyi anlaşılabiliyor.

Öyleyse "formül" şu: Önce "gelenek"le yeniden-temasa geçmek; ardından da "geleneğin kök-paradigmalarını, anlam haritalarını, ayağımızı "geleneğe" muhkem bir şekilde basarak yeniden-icat etmek.

Ancak pergel metaforunun yaratıcı bir şekilde işleyebilmesi veya çalıştırılabilmesi, dolayısıyla geleneğin kök-paradigmalarının ve anlam haritalarının yeniden-icat edilebilmesi için içinde yaşanılan çağın veya "zamanın ruhu"nun kavranması gerekiyor. Çağın ruhunu (dolayısıyla çağın sorunlarını) kavramadan gelenekle kuracağımız ilişki bizi anakronizme (zamanın ve tarihin dışına) itecektir. Eğer çağın ruhunu kavrayarak -vahyin merkezinde yer aldığı- "gelenek"le ilişki kurmaya başlarsak, geleneğin paradigmalarını yeniden-icat etme ve dolayısıyla çağdaşlaşabilme imkânını yakalamış olabileceğiz.

Dikkat ederseniz burada çağ(d)a hâkim olan -Batılı- paradigmayı eksene almaktan sözetmiyorum; çağın ruhunu / sorunlarını kavrayıp, ondan sonra "bir ayağımızı" sarsılmaz bir şekilde İslâm'a basıp, ardından "diğer ayağımızla" hâkim Batı kültürü başta olmak üzere diğer kültürlerle temâsa geçmekten sözediyorum.

Bu nedenledir ki, eğer Batılılar o çağın ruhunu oluşturan İslâm medeniyetini tanımadan antik Yunan'la ilişkiye geçmiş olsalardı; hiçbir işe yaramayacaktı bu. Nitekim erken Ortaçağ'larda bunu denediler ve başarısızlıkla sonuçlandı. Aynı şey Çin medeniyeti için de, İslâm medeniyeti için de geçerli.

Oysa Türkiye'deki Batıcılar (="laikler"), hem çağın ruhunu kavramadılar, bu konuda çok ciddî bir çaba göstermediler; hem de pergelin birinci ayağını İslâm'a değil, Batı'ya endekslediler / sâbitlediler; yani pergellerini şaşırdılar; o yüzden ayakları(mız) birbirine dolaşıyor. Sonuçta ne batılılaşabildik ne de İslâm'la sağlıklı ilişkiler kurabildik: İki arada bir derede / bîtaraf olarak kaldığımız, taraf olamadığımız için şu ân bertaraf olma tehlikesiyle karşı karşıyayız.

Batıcıların ("laiklerin) pergellerini şaşırdıkları için bu topluma yaşattıkları travmalar, yakıcı ve yıkıcı, boğucu ve tüketici sorunlar gün gibi ortada iken, İslâmcıların da Yeni-İslâmcılık söylemleriyle aynen Batıcıların yaptıkları yanlışlığı tekrarlamak üzere olduklarını, sonuçta ortada İslâm'dan eser kalmayabileceğini son/raki yazımda göstermeye çalışacağım.


26 Şubat 2003
Çarşamba
 
YUSUF KAPLAN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED