AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
SİVİLİMSİ TOPLUM ÖRGÜTLERİ

Devletin ifade hürriyetinden zarar göreceğini düşünen YÖK, bilimin ve gelişmenin önünde en büyük engel olmuştur. Devletle halkı yabancılaştırmayı başarmıştır.

Geçtiğimiz günlerde Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, Afganistan'da ISAF-VII Harekatı'nı tamamlayarak, Türkiye'ye dönen birlik ve personel için 4. Kolordu ve Garnizon Komutanlığı'nda düzenlenen karşılama töreninde şöyle konuştu:

"PKK terör örgütünün son zamanlarda gerek askeri, gerekse sivil tesis ve personele karşı uyguladığı bombalama eylemlerinin vahşet ve acımasızlığını hep birlikte üzüntüyle izlemekteyiz. Bombalama eylemleri; bomba patladığında kimin öleceğinin veya yaralanacağının önceden kestirilemediği, sadece insanlığa karşı işlenen bir suçun vasıtası sayılması gereken en aşağılık eylem tarzıdır. TSK, halkı eski acılı günlere geri götürmeyi amaçlayan bölücü terör örgütüne karşı mücadelesini kısıtlanmış yetkilerine rağmen özveriyle sürdürmektedir ve sürdürmeye devam edecektir. Bu mücadele, TSK ve diğer güvenlik kuvvetleri yanında, bütün halkımızın, yöneticilerimizin ve sivil toplum kuruluşlarının da iştirakiyle, topyekün bir tarzda yapıldığında, daha etkileyici sonuçlar elde edilebilecektir. Terör örgütlerinin en korktuğu şey, toplumun kendilerinden başka tamamının el ele, gönül gönüle bir karşı cephe oluşturmasıdır.'' (haber7com 050805).

Sayın Özkök de çok iyi bilmektedir ki; halk tarih boyunca sahibi oldukları devletlerinden kolay kolay kopmaz. Eğer bir kopukluk varsa bunun sebebi halk değil, devlettir. Daha doğrusu devleti yönetenler, sistem ve yasalardır. Yasaları ve sistemi halk değiştirmez. Demokratik ülkelerde halk yasaları ve sistemi değiştirecekleri seçer. Devletin varlık sebebi halkın mutluğu olmasına rağmen, bir devlet halkın inançlarıyla ilgili ters şeritte ilerliyorsa, halk devleti yönetenlere rağmen devletin bekası için devleti yönetenlere tahammül eder ve çocuklarını yurt savunmasına bağrına taş basarak gönderir.

Zamanın değişmesiyle ihtiyaçların değiştiği bilinen bir gerçektir. Değişen şartlar ve yeni ihtiyaçlara göre sistemlerin ve yasaların her dem yeniden düzenlemeye ihtiyacı olur. Bu düzenlemeler birey özgürlükleri merkezli, tüm vatandaşların eşit hak ve hürriyetlere sahip oldukları temel kabulüyle yapılır. Resmi ya da fiili her ne nedenle olursa olsun, vatandaşlardan bir bölümü kendilerini dışlanmış hissederlerse, adalet duyguları zedelenirse, hele hele haksızlığın sistematik bir devlet uygulaması olduğunu düşünüyorlarsa, o ülkede toplumsal sinerjinin yerini; edilgen teslimiyetçi bir pasiflik alır. Bu bilinçli bir tutum alış olsaydı, siyasal sistemin ıslahı açısından çok güçlü bir dönüşüm dinamiği olabilirdi.

Ücretlerinde yapılması gereken artış yapılmayan işçilerin "pasif grevleri" neticesi üretim kaybının, yapılması gereken zamla ödenecek miktarı aşması gibi. Örgütlenme hakkı, ifade hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti, eğitim hakları, sendikal haklar, kültürel ve sosyal haklar önünde statüko gereğinden fazla direnç gösterince halkın nazarında devlet haksızlığı üreten problemlerin kaynağı haline geldi.

Sivil toplum örgütlerine, sendikalara bugüne kadar, karar mekanizmaları ne kadar itibar verdi ki, bugün alınan kararların uygulanması aşamasında ortaya çıkan problemlerin çözümünde yardım bekliyorlar? Alınan kararların başarısı da başarısızlığı da kararı alanlarındır.

Devlet dini, sosyal ve etnik temelli problemlerin manipülasyonlarına dayalı, zararlı faaliyetler ve terör eylemlerine karşı geniş spektrumlu antibiyotik kullanmakla sosyal ve siyasal bağışıklık sistemimize zarar vermiştir. Devlet; güvenlikçi reflekslerle beslenen rantçı asalakların irrasyonel, çoğu zaman paranoyakça söylemlerine kulak vermiş, halka sırtını dönmüştür. En azından halkın önemli bir bölümü böyle hissetmeye başlamıştır.

Türk halkının devletten dini ihtiyaçlarını gözeterek yönetilme talepleri, devletin dine göre yönetilmesi talebi olarak algılamış(!) ve tedbirlerde, tükenmiş alt politik retorikleri besleyecek mahiyette sürdürülmüştür. Örneğin, devletin ifade hürriyetinden, din ve vicdan hürriyetinden zarar göreceğini düşünen YÖK, bilimin ve gelişmenin önünde en büyük engel olmuştur. Devletle halkı yabancılaştırmayı başarmıştır. YÖK, Tanrı ile kul arasına giren Kilise gibi bilim ve aklın ışığıyla özgür bireyler arasına girmiş ve tek hidayet kaynağı olarak kendini takdim etmiştir.

Gelinen noktada görülmüştür ki; sahip olunan değerleri kazanılmış hakları muhafaza ederek devleti, değişen zamana ve yeni şartlara göre özgür ve demokratik bir üniversite, sivil olan toplum örgütleri ki özgür ve eşit olduğunu hissetmeyen bireylerin oluşturdukları örgütlere sivil toplum örgütü demek lafın gelişidir. "Gerçek örgütlenme" olan sendikaların devletten ve işverenden bağımsız davranamadığı böyle bir şeye yeltenirse, vatan hainliğiyle suçlandığı bir ülkede sendikalar da birer devlet kurumu ya da işverenlerin çalışanlar "davulcuya ya da zurnacıya kaçmasın" diye kurdurdukları örgütlerden ibarettir.

Sivil toplum örgütlerinin ve sendikaların iğfal edilmeleri yalnız yıkıcı ve bölücü örgütlerle, uluslararası güçler tarafından değil, doğrudan devlet ve işveren tarafından da bir şekilde nüfuz edilerek gerçekleştirilmektedir. Gayri meşru olan, legal kurumların amaç dışı ve görünmeyen eller tarafından yönetilmesidir. Onları yalnızca illegal örgütlerin kullanması değil. Gayri meşrulukta devlet daha da fazla sorumluluk sahibidir. Çünkü ya irrasyonel yasaklarla ve çözümsüzlüklerle ya da bizzat kendi organları eliyle devlet bu örgütlere müdahale yapmasa, illegal örgütlerin etkinlikleri sivil ve legal örgütlerin içinde daha kolay sırtarır ve toplumsal etkileri minimize olur. Çünkü karşıt meşru ve legal örgütlerin kamu oyu gücünü aşamayacaklardır. Yeter ki bu örgütlerin bu örgütlerin bir yerlerle gizli bağları olduğu kuşkusu halkta olmasın. Namuslu örgütler olduklarını bilsinler. Görüşlerine katılmasalar da söylediklerine inanıyorlar ya da inandıklarından başkasını söylemiyorlar diye bilsinler.

Sayın Özkök "Sivil toplum örgütlerinin destek vermeleriyle daha güçlü bir mücadele verilebileceğini" ifade ederken, ülkemizde sivil toplum örgütlerinin olduğunu var sayıyor. Keşke olsa! Doğru bildikleri uğruna şiddet içermeyen meşru yollarla, temsil ettikleri üyeleri adına, ait oldukları kimlikler adına, toplumsal talepler adına, ülkeleri uğruna, insanlık uğruna, en temelde vicdanları adına bedel ödemeyi göze almayan örgütlere sivil demek özgürlüğe zuldür.

  • HASAN KÖSE

  • SAADET ASRININ ÖLÇÜLERİ
    Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde: 'Nikah, benim sünnetimdir. Sünnetimle amel etmeyen benden değildir. Evleniniz; çünkü diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övüneceğim' buyurmuştur.

    Peygamberimiz Hazreti Muhammed (S.A.V.)'in içerisinde yaşadığı Asr-ı Saadette, Müslümanların bütün işlerinde ve davranışlarındaki tek ölçü, Kur'an-ı Kerim'in ölçüsü olmuştur. Kur'an hükümlerinin pratik hayatta tatbik edilmesini ise Peygamberimizin sözleri ve yaşayış şekilleri belirler, bunlara "Sünnet veya Hadis-i Şerifler" denmektedir. Konumuz evlenme ve evlendirme olduğundan konumuzla ilgili ayet, hadis-i şerif ve bazı İslâm büyüklerinin sözlerini burada ele alarak Asr-ı Saadet hayatını tanımaya çalışacağız.

    Kur'an-ı Kerim Nur suresi 32. ayette Allah, "İçinizden bekârları (dulları ve boşanmışları), köle ve cariyelerinizden ibadetli ve ahlaklı olanları evlendirin. Eğer onlar fakirlerse Allah onları lutfuyla zenginleştirir. Allah, geniş lütuf sahibidir. Her şeyi çok iyi bilendir" buyurmaktadır.

    Hadis-i Şeriflerden örnekler

    Dikkat edilirse, ayette "evlenin" denmiyor, "evlendirin" buyuruluyor. Bekârları evlendirme görevinin kimlerde olacağını araştıran alimlerimiz bunun, iman sahibi bütün mü'minler, toplumu idare eden idareciler yani devlet-hükümet yetkilileri ve emri altında cariye ve köle olan veliler gibi üç sınıfın (günümüzde emri altıda işçi ve hizmetçi bulunduranlar) olduğunu ifade etmişlerdir.

    Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) ise bir hadis-i şeriflerinde; "Nikah, benim sünnetimdir (uygulamamdır). Sünnetimle amel etmeyen (uygun yaşamayan) benden değildir. Evleniniz. Çünkü ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övüneceğim" buyurmuştur. (MK Ummal 6/341 - İ. Mace 1846).

    Bir başka Hadis-i Şeriflerinde Peygamberimiz, evlenmeyerek bekâr (boşanmış veya dul) yaşayanlara yaptığı ikazında; "Sizin şer'lileriniz, bekârlarınızdır" buyurarak, hangi şartlar içerisinde ve hangi yaşlarda olunursa olunsun bekâr hayat sürmeyi "şer'li insan" olarak göstermiş ve nikahlanarak evlenmeye teşvik etmiştir.

    Bir din düşününüz ki, bekar yaşamayı "şer" olarak göstersin de o dinin sahipleri bekar kalabilsin! Veya hâlâ bir takım bilgisiz insanların kullandıkları "Bekârlık, sultanlıktır" sözünün arkasına sığınarak bekar hayatı(!) yaşamaya devam etsin.

    Evliliğin faziletlerine dair

    Bediüzzaman hazretleri gibi bazı İslâm büyükleri bekar kalmaları ve hiç evlenmemiş olmaları konusunda bizzat kendisi: "Hayatım, hapishanelerde, sürgünlerde geçti. Bu çileli hayatıma bir başkasını ortak etmek istemedim" demektedir. Bu sözün manası, yaşayışım düzgün bir seyir takip etseydi, ben de evlenirdim, demektir.

    Evlenme ile ilgili daha birçok ayet ve hadis-i şerif sıralamak mümkündür.

    Bazı gençler yanıma gelir ve iş aradıklarını ve kendilerine yardımcı olmamı söylerler. Ben, kendilerini ve durumlarını öğrenebilmek maksadıyla sorduğum sorular içerisinde, evli olup olmadıklarını sorduğumda genellikle; "Nerede, hocam. İşimi bulayım, işimi yoluna koyayım. Ancak ondan sonra sıra evlenmeye gelsin" şeklinde cevaplar alırım. O zaman kendilerine; "Kardeşim. evlendikten sonra iş ararsan, işi daha kolay bulursun. Çünkü Allah, senin de eşinin de rızkını senin elinle vereceğinden mutlaka sana hayırlı iş kapıları açacaktır" demişimdir.

    Bu konuyu, İslam devletinin ilk dört Halifesinden biri olan ve adaletiyle bütün çağlara örnek olan Hazreti Ömer: "Nikahsız, rızk arayan kimseye şaşarım" diyerek, Nur suresinin; "Eğer evlenenler fakirlerse, Allah onları fazl-u keremiyle zengin kılar" ayetini okurmuş.

    Zamanımızda evlenme konusundaki toplumumuzun büyük sıkıntılarından birisi de eşleri vefat eden yaşlı dul erkeklerin yeniden evlenememeleridir. Hayatlarının bütün safhasını ailesine, çocuklarına, milletine ve memleketine harcamış bu biçare insanlar, hanımları vefat eder etmez büyük bir yalnızlığın içerisine düşmektedirler. 3-5 hatta 12 sene yapayalnız yaşamaya mahkum olmuş, büromuza gelerek ağlayan vebu yalnızlıktan kurtulmayı isteyen yaşlı damat adaylarımız olmuştur. Toplumumuzda yaşlı dul hanımlar, nikahın mana ve ehemmiyetini bilmediklerinden evlenmemekte, böylece de yaşlı dul erkekler açıkta kalmaktadırlar.

    Diyanet İşleri Başkanlığı'na öneri

    Bu zorluğu yenebilmek için 2003 ve 2004 yıllarındaki Ramazan aylarına girmeden birkaç hafta önce Diyanet İşleri Başkanlığı'na iki yazı ile müracaat ettim ve "Ramazan ayında bir Cuma günü ülkemizin bütün camilerinin vaaz veya hutbelerinde nikahın mana ve ehemmiyeti ele alınarak işlenmeli ve bilhassa yaşlı dul hanımlar evlenmeye teşvik edilmelidir" dedim. Ancak bunda muvaffak olamadığımı üzülerek görmekteyim. Yazılarımda Diyanet İşleri Başkanlığı idarecilerine, "Yarın sizin eşleriniz de sizden önce ölebilir ve siz de yapayalnız kalabilirsiniz" diye ikaz etmiştim.

    Nikahlanma ile ilgili ibretli bir olay

    Yazımın bu bölümünü Asr-ı Saadette, yaşlı bir insanın nikahlanması ile ilgili önemli olayı anlatmak istiyorum.

    Sahabeden (Peygamberimizin sohbetinde bulunmuş kimse) yaşlı ve hasta bir zat etrafındaki çocukları ve torunlarına; "Beni nikahlayın, beni nikahlayın" diye ısrarlı talepte bulunur. Evlatları ise, "Babacığım, bu yaştan ve halden sonra niçin nikahlanmak istiyorsun?" diye sorarlar. O zat, bizlerinde kulağına küpe olacak şu sözü söyler. "Evlatlarım, öldükten sonra Allah'ın huzuruna nikahsız çıkmaya hâyâ ediyorum."

  • NEVZAT LALELİ

  • Bağımlı insan iradeli olabilir mi?
    Çocuk, yaşının gereği olarak bazı hareketleri yapma cesareti ve başarısı göstermeye çabalar. Onun bu çabası desteklendikçe, kendi başına yeni yeni hareketler yapmayı dener. Kendine güveni artar ve iradesi şekillenmeye başlar. Ayakları üzerinde durur, yürür, koşar ve kendi hayatını düzenleme gayreti içine girer. Çocuğun bu gayretini kırmak değil, desteklemek gerekir. Zira ilk hareketi, sürekli başkasından beklediği için iradesini kullanamaz.

    Kendine güveni olmayan, bağımlı yetişen kişiye, gücünü ve iradesini kullanma zemini hazırlayarak, başarma cesareti vermek, bağımsızlaştırmak, güven kazanmasını sağlamak gerekir. İradesini kullanabilen bağımsız kimse, dağları delmeye bile muktedirdir. Ağır yüklerin altına girebilir ve Allah'ın izniyle bu yüklerin üstesinden gelebilir.

    Yetişkin çağına gelmiş birini düşünelim. Sözgelimi yirmibeş yaşında bir genç. Otomobil kullanmayı biliyor ama, tek başına kullanma cesareti ve iradesi gösteremiyor. Bu durumda ona yapılacak şey, kendine güvenini kazanması yönünde telkinde bulunmaktır. Bir başka örnek daha verebiliriz: Bir sporcu, karşısındaki rakibini yeneceğine kendini inandırıp, yenmek için azmetmelidir. O zaman iradesiyle o işi başarır. Yenemem düşüncesiyle müsabakaya başlarsa, yenilme korkusuna kapılır. Nasıl ki çocuk yürümeye başladığında, ilk önce cesaretlendirilirse, bir işi başaramamaktan korkan insana da, yavaş yavaş başarma duygusu aşılanır.

    Bir işe 'başaracağım' diye başlanmalı

    "Ben başarabilirim" diyerek sınava hazırlanan bir öğrenci, kendini "ben başaramam" diye şartlandıran bir öğrenciden daha avantajlıdır. Başaramayacağını peşinen kabul eden insan zaten iradesini kullanamayıp, ders çalışmayı bırakır ve başarısız olur. Bir işe başlarken onu başaracağına inanmak, o işte yarı yarıya muvaffak olunmuş demektir. Burada önemli olan inanç ve bilgidir.

    Kâinatın yaratılışındaki mükemmelliği düşünmek ve hiçbir şeyin başıboş olmadığını idrak etmek, bu düzenin insan için yapıldığını kavramak, insanı Allah'a inanmaya götürür. Öyle ki, insan Allah'tan başka hiçbirşeyden korkmamaya başlar. Böyle bir insanın herhangi bir işi başarmak için iradesini kullanmasına kimse engel olamaz. Yani herşeyde ve her harekette Allah'ın gücünün olduğunu bilir.

    İnsanın iradesini kullanması, ilk önce kendisinin arzu ve isteğine bağlıdır. İstemek için de, tanımak ve denemek gerekir. Bilerek inanma ve iradeyi kullanmanın en sağlamı budur. Bilmeden yaptığımız hareketlerin çoğu, iradeyi kullanmak değil, gördüğümüzü taklitten ibarettir. Bir kişinin yaptığı davranışları bilerek mi yoksa, gayri ihtiyari taklit olarak mı yaptığını seçmesi ve araştırması gerekir.

  • MUHAMMED ÖZDEMİR



  • 15 Ağustos 2005
    Pazartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    Abone Formu
    Mesaj Formu
    Online İlan

    ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği
    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Sağlık | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Çocuk
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED