T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
Y A Z A R L A R | 22 MART 2006 ÇARŞAMBA | ||
|
Eski dünyada, kendi medeniyetimiz içinde, Osmanlı geleneğinde sanatkâr "dâhi" diye nitelenmez, insanüstü bir yaratık olarak algılanmazdı (Zenaat ile sanat arasında bir ayrım yoktu). O da insanlardan bir insandı. Güzel yaratılmış dünyayı güzel tutmaya gelmişti. Ayrıca bu dünyaya niçin geldiğimizi hatırlatır, fânilik ile bâkilik arasındaki farkı dile getirirdi. Eski hocalar ders verdikleri kabiliyetli talebeden para almazdı. Musikişinas da böyle idi, hattat da. Eski terbiyeyi almış son ustalar yakın tarihe kadar böyle çalıştılar. Yönetmen Tarkovski şöyle diyor: "Ne olursa olsun yalnızca bir mal olarak "tüketilmek" istenmeyen her türlü sanatın amacı hiç şüphesiz, kendine ve çevresine hayatın ve insan varlığının anlamını açıklamak, yani insanoğlunun gezegenimizdeki varoluş nedenini ve amacını göstermek olmalıdır. Hatta belki de hiç açıklamaya bile kalkmadan onları bu soruyla karşı karşıya getirmektir". Kapitalizmin insanları döne dolaşa getirip hapsettiği kafes "tüketim toplumu"dur. Bu kafese giren her fert sanat eserini bir "mal" olarak görür. Ya ona yatırım yapar, ya tüketip haz alır. Ona elbetteki tüketebileceği ve haz alabileceği ürünler sunulur. Bunlar sanat eseri midir? Tarkovski'ye dönelim: "Sanat insanları çevresinde toplanmaya iten, o sonsuz dur-durak tanımayan idealin, maneviyat özleminin duyulduğu yerde ortaya çıkar ve gelişir. Modern sanatın seçtiği yol yanlıştır, çünkü hayatın anlamını arama adına salt kendini onaylama peşindedir". Sadece 'onaylama' olsa iyi; ben burada büyük bir bencillik ve kibir görüyorum. Son yılların moda kavramı "öteki" dediğiniz anda, aynı zamanda "ben" demiş oluyorsunuz. Oysa bizim geleneğimizde "ben" demek terk-i edeptir. Bize yalnız olmaktan ziyade cemaatle ibadet emredilmiştir. Yoldaşın, akrabanın, komşunun hakkı önemlidir. Bütün bunların ötesinde "kul hakkı" fevkalade önemlidir. "Birey olmak" herhalde ormanı hiçe sayan bir ağaç olmayı gerektirmez. Bizim ahlâk anlayışımız ferdin cemaata tahakkümünü yasaklar, cemaatin ferdi ezmesine izin vermez. Bu incelik isteyen bir meseledir. Sonu "şahsiyet"in oluşumuna çıkar. Şahsiyet kazanamamış fertten ne kendine ne de cemaate hayır vardır. Bu umumi kaide sanatkâr dahil bütün insanlar için geçerlidir. Dolayısıyla ferdin sevinci veya kederi cemaati ilgilendirir; tersi de geçerlidir. Bu "birlikte yaşama, birlikte varoluş" sanatımızın bütün şubelerine yansıyarak onu alabildiğine ışıltılı kılar. Mimar-düşünür Turgut Cansever bu durumu Batı kültürü ve sanatı ile kıyaslayarak şu tesbitleri yapmaktadır: "Mutluluk, ümitvar ve neşeli olma gibi tavır ve duyguların renkli ve aydınlık dünyası, bütün İslâm sanatlarının ortak özelliklerini oluşturur. Bu İslâmî "biçim ifadeleri"ni İslâm minyatürlerinde, çini satıhlarında, elbise ve kilimlerde, hasılı İslâm sanatlarının bütün alanlarında gözlemlemek mümkündür. İslâm dışı kültürlerin ve özellikle Hıristiyan Batı kültürünün insanı ümitsizliğe sevkeden, karanlık, kasvetli, dramatik boşluğunun aksine, bu örneklerin yansıması biçim berraklığında ve kullanılan renklerde ortaya çıkar". (T. Cansever, İslâm'da Şehir ve Mimarî, İst. 1997. İz Yay.). "Muhalif duruş" dediğimiz şey, Batı kaynaklı kapitalist düzen ve ahlakın dayattığı ferdi putlaştıran, tüketimi körükleyen yaşam biçimini reddetmekle alakalıdır. Bu reddiye öncelikle zihinlerde vücut bulmalı. O zaman anlarız "sanatın kilosu kaç para"dır.
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |