T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 2 NİSAN 2006 PAZAR
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Son Dakika
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Dücane CÜNDİOĞLU

Ah barbarlık!..

Yabancı diyarlarda dolaşsak bile, tarihin anacaddelerinde gezmekten bıkıp arasokaklara saptığımızda karşımıza neyin çıkacağını kestiremeyiz. Öyle olur ki —hem de hiç beklemiyorken— birdenbire kendimizle, kendi dünyamıza ait bir 'hâtıra' parçasıyla karşılaşıveririz. İlk bakışta doğru olup olmadığını, işimize gelip gelmediğini hesap etmeyiz. Ne de olsa bir tanıdıkla karşılaşmışızdır. Nasibimiz neyse onunla yetinmek isteriz. Geçmiş, çoktan geçmiştir; üstelik çoğu kez hızlıca geçmiştir. Gerçekten böyle midir, yoksa bize mi böyle görünmektedir, buna bir türlü karar veremeyiz. İçimizde beliriveren burukluk, bir bakıma kararsızlığımızın cezasıdır.

Victor Hugo'nun Şiar Yalçın tarafından Türkçe'ye çevrilen 'Anılar'ını (İstanbul, 1974) okurken, benzer bir şaşkınlık hâli yaşadığımı itiraf etmeliyim. Hugo'nun notlarında karşılaştığım küçük değiniler tam da bu bu kabilden...

Bugün Türkçe'de kullanıldığı şekliyle sadece "libas/elbise" değil, aynı zamanda 'mizac/karakter' anlamına da gelen 'kıyafet'in, bir toplumun sadece dışını değil, içini de yansıttığını bilmem hatırlatmaya gerek var mı? Acaba "İlm-i Kıyafet" terkibini duyunca, bugün kaç kişinin aklına 'criminology' sözcüğü geliyor? Giysilerimizi değiştirmekle karakterimizi de değiştirdik mi? Değiştirince, bari gerçekten ilerledik mi?

Bugün böylesi sorular birçok kişiye mânâsız gelebilir. Oysa bir zamanlar kıyafet'in bu ikili anlamı kolay kolay birbirinden ayrılmazdı. Gerçi bugün de ayrılmıyor ya, ama biraz farklı şekilde.

Hugo'ya kulak verelim, söyledikleri geçmişimizi ilgilendirdiği kadar, acaba bugünümüzü de ilgilendiriyor mu?

— "Barbarlar gerçekten de çocukturlar. (Tunus Beyi Ahmed) bugünün o gülünç Türk modasına uyarak giyinmişti. Bu moda iki Fransızın Sultan II. Mahmud'u uygarlığın pantalon ve redingot giymek demek olduğuna inandırdıkları günden beri bütün Osmanlı İmparatorluğuna yayıldı. Böylece yiğit Türkler geleneksel giysilerini, insan giysilerinin bu en güzel ve en gösterişlisini bir kenara attılar, ve bizim giysilerimizi yalan yanlış benzetlemeye başladılar. Türklerin bizden fazla bir şeyleri, güzellikleri vardı; biz onlara kendi çirkinliğimizi vermeyi başardık. Bizim uygarlık taslayan bilgiçlerimiz ise buna 'ilerleme' adını veriyorlar." (s. 22)

Şaşırtıcı değil mi? Türklerin bir zamanlar Fransızlardan fazla bir şeyleri, güzellikleri varmış da Fransızlar Türklere kendi çirkinliklerini vermeyi başarmışlar: pantolon ve redingot. (Sanırım, söyleyen Victor Hugo olduğu için sözün etkileyiciliği artıyor.)

Hugo'nun notları arasında dikkate değer bir başka pasaj da şu:

— "Her yerde olduğu gibi Türkiye'de de protokol kuralları değişiyor. Artık Sultan yabancı elçileri ayakta karşılıyor. Elçiler kendisini üç defa selamladıktan sonra, aralarına giriyor ve konuşuyor. Türkçe'den başka dil bilmiyor ve arasıra birkaç İtalyanca kelime paralıyor. Tek tük Fransızca sözcükler kekelediği de oluyor. Uygarlık yolunda emekleyen milletinin simgesi!

Uygarlık (civilisation) sözcüğünün kendisi bile Türkçe'ye (yeni) girmiş. Türklerin bu kavramı karşılayacak bir kelimeleri yoktu. Ah barbarlık!

Yine de zeki insanlar Türkler. Geçen yıl Türkiye'ye giden Büyük Düka Konstantin Türkçe bilir ve konuşurdu. Böylelikle onların hoşuna gideceğini sanıyordu; oysa hiç hoşlarına gitmedi. Bir Avrupalı prensin bu eşine rastlanmayan bilgisini Türkler art düşünceye bağladılar ve yadırgadılar." (s. 35-36)

Bu pasajda saklı îmaların hakkını, bugünün Türkü, sanırım kolay kolay veremez. Çünkü toplumların kazandıkları "yüksek haysiyet duygusu" kendiliğinden ve gelişigüzel oluşmaz; bilâkis toplumlar zaman içinde ve dahi gayret ve kabiliyetleri ölçüsünde bu tür duyguları edinirler.

Asaletin izin verdiği kadarıyla art-düşüncelere yönelik kuşkuculuk, bir aşağılık duygusunun sonucu olmayıp fetanet ve firaset eseridir; zira istikameti aşağıdan yukarıya değil, yukarıdan aşağıya doğrudur.

Sözümona bugün de kuşkucuyuz. Lâkin zaaflarını bildiğimiz bir dünya karşısında bulunmaktan güç alan bir kuşkuculuk değil bu! Aksine, müflis bir tüccarınki gibi, yetersizliğin, ufuksuzluğun ve dahi yenilmişliğin ürkekleştirdiği gözlere özgü bir kuşkuculuk... tek dişi kalmış canavardan korkmayanlara değil, korkanlara özgü bir kuşkuculuk...

Ah barbarlık!...

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi