T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 23 TEMMUZ 2006 PAZAR
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Bugünkü Yeni Şafak
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  İnsan Kaynakları
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv
  Favorilere Ekle
  Giriş sayfası yap

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Kürşat BUMİN

Televizyon seyrediyorum...

Cüneyd Zapsu Ankara'da bir günde dört büyükelçi (ABD, Almanya, İsrail, İngiliz) ile görüşmeyi başarmış. Küçümsemeyin, bir günde dört büyükelçi ile (hele de İsrail'in zincirleri hepten kopardığı ve Kandil Dağı'nın adının çok sık geçtiği şu günlerde) bölge meselelerini gözden geçirebilmek az şey değildir. Başbakan, görüşmelerle ilgili bir soruya "Benim bundan haberim yok, kişisel görüşmeleri olabilir" diyor. Başbakan Yardımcısı M. Ali Şahin ise görüşmelerin "kişisel" olmadığı kanaatinde ki, "Zapsu'nun kiminle, ne zaman görüştüğünü ben bilemem. (...) Sonuçları ne hükümeti ilgilendirir, ne hükümeti bağlar. Kendisini ilgilendirir" diyor. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü'nün Zapsu'nun temaslarına ilişkin açıklaması bayağı mânidar: "Haberimiz var elbette, ancak basından takip edebildiğimiz kadarıyla." Dışişleri Bakanı Gül'ün Sözcü'nün arkasında durduğu anlaşılıyor: "Namık bey (Sözcü) bizim adımıza konuşmuştur."

Bu hikayeye ilişkin televizyon haberlerinden öğrenebildiklerimiz bu kadar. Haberleri dinledikten sonra -sizi bilmem ama- bende geçenlerde pek de makbul bir şey olmadığını belirttiğimiz şeyden, yani bir "tecessüs" uyanmadı desem yalan olur. Sahi, Zapsu (ne olur ne olmaz hepsini bir günde toparlayayım diyerek olsa gerek!) bir günde bu dört büyükelçiyle ne konuştu; neler anlattı neler dinledi acaba? İnsan ister istemez merak ediyor; hani ayıptır söylemesi, bizler de karınca kararınca birer vatandaş olduğumuzdan dolayı, diyorum...

Neyse, biz televizyondan haberleri izlemeye devam edelim...

"Hakkari'den acı haber" diyor ve tabii ben de hepiniz gibi içimden "Kaç şehit?" sorusunu geçiriyorum. Bugünkü bilanço göreli olarak düşük: "Bir er şehit."

Hem de nasıl bakın: Vatani görevini tamamlayıp terhis olan askerleri taşıyan helikoptere PKK'lılarca roketatar ve uzun namlulu silahlarla ateş edilmiş. Roketatar isabet etmezken, uzun namlulu silahlardan çıkan bir kurşun yirmili yaşlarının henüz başında olan Hüseyin Ay'ı şehit etmiş. Haberleri aktaran spiker devam ediyor: "Hüseyin Ay'ın cenazesi toprağa verilmek üzere memleketi Çanakkale'ye gönderildi. Güvenlik güçleri bölgede hava destekli operasyon başlattı."

Evet, hikaye bundan ibaret: "...cenazesi toprağa verilmek üzere(...) hava destekli operasyon başlattı."

Farketmişsinizdir muhakkak, gazetemizin genel yayın yönetmeni Mustafa Karaalioğlu, geçen gün gerçekten de "bomba" gibi bir yazıya imza attı. Şöyle böyle değildi yaptığı değerlendirme. Benim görebildiğim kadarıyla sadece Yeni Asya'dan Kazım Güleçyüz'ün dikkatini çeken önemli bir değerlendirme. Karaalioğlu şu (basit mi basit) soruya cevap arıyordu:

"Eruh'ta askerlerimizin aramaya çıktığı terörist grubu karşısında bilmediğimiz bir sebepten dolayı açık düşmüştür. Bu nasıl olabilmiştir? Hata nerededir? İstihbaratta mı, planlamada mı, taktikte mi? Bu facia, kurmay hatasından dolayı mı, yoksa sözgelimi askerin tecrübesizliği yüzünden mi meydana gelmiştir?"

Görüyorsunuz, son derece basit/sade

bir soru...

Ama nedense bu tür sade sorularla hemen hiç kimse ilgilenmiyor. İlgilenen çıkınca da itibar edilmiyor. Oysa böyle mi olmalı? "Askerlik" de eğer bir "meslek" ise, bunun gereklerinin yerine getirilip getirilmediğinin de sorgulanması gerekmez mi? ("Askere dokunma genelgesi'nin açıklandığı bir günde iyi soru!" diyorsunuzdur belki... Hatırlamam iyi oldu, bunu da yarınki yazıda tartışalım.)

Karaalioğlu'nun bu gerçekten yerinde (dikkat ederseniz "cesur" filan gibi sıfatlar kullanmıyorum, çünkü bu iş cesaret ile değil doğrudan vatandaşlık hukuku ile ilgilidir) sorusu bana bir kez daha epeyce yıl önce Çukurca'da öldürülen Çukurca Karakol Komutanı Asteğmen Bilal'i hatırlattı... Bir dönem benim de öğrencim olan Bilal, aklı fikri felsefede olan ve dolayısıyla silahla filan hiçbir yakınlığı bulunmayan pırıl pırıl bir gençti. Askere gitti, herhalde üç beş aylık bir eğitimden geçti ve karakol komutanı (hem de Çukurca'da) oldu. Sonra? Sonsa var mı, ilk baskında da tabii ki öldürüldü.

Mustafa'nın bugün sorduğu sorunun benzerini yıllar önce ben de sormuştum: Bilal'in Çukurca Karakolu'na hangi özelliklerinden, yani hangi askeri niteliklerinden dolayı komutan tayin edildiğini kimse açıklamayacak mı?

Televizyon da haberler devam ediyor... Kalanları da yarın aktarırım.

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi