|

Bu kadar 'mazohist bir sinema'ya sahiden gerek var mı?

“Güz Sancısı”, bütün yapımcılık ve yönetmenlik kariyerini genelde Türkiye'nin ne kadar gaddar bir ülke, özelde de milliyetçi-muhafazakâr çizgideki Türklerin ne kadar kötü insanlar olduklarını anlatmaya adamış gözüken Tomris Giritlioğlu'nun, sarsılmaz bir inançla takip ettiği bu güzergâhtaki yepyeni bir durağını daha oluşturuyor

Ali Murat Güven
00:00 - 24/01/2009 Cumartesi
Güncelleme: 22:34 - 23/01/2009 Cuma
Yeni Şafak
Bu kadar 'mazohist bir sinema'ya sahiden gerek var
Bu kadar 'mazohist bir sinema'ya sahiden gerek var
GÜZ SANCISI

Yapım Yılı ve Ülkesi:
2008, Türkiye yapımı

Gösterim Tarihi:
23 Ocak 2009 Cuma

Türü ve Süresi:
Tarihsel Drama / 120 Dakika

Yönetmen:
Tomris Giritlioğlu

Senaryo:
(Yılmaz Karakoyunlu'nun aynı adlı romanından uyarlamayla) Etyen Mahçupyan ve Nilgün Öneş

Görüntü:
Ercan Yılmaz

Müzik:
Tamer Çıray

Kurgu:
Ulaş Cihan Şimşek

Oyuncular:
Murat Yıldırım, Beren Saat, Okan Yalabık, Belçim Bilgin Erdoğan, İlker Aksum, Hüseyin Avni Danyal, Umut Kurt, Avni Yalçın, Tuncel Kurtiz ve Zeliha Berksoy

Yapımcı Şirketler:
C Yapım ve Film-Asis Yapım

Dağıtıcı Şirket:
Özen Film

İçerik Uyarıları:
Milliyetçi-muhafazakâr düşünceye yönelik aşağılayıcı ve kışkırtıcı tutumu, yanısıra da içerdiği erotik sahneler

nedeniyle 15 yaşından küçükler için uygun değildir.

Yıldız Puanı:
* *

Yıl 1955, Demokrat Parti iktidarı dönemi…

Antakyalı Kâmil Efendi (Tuncel Kurtiz) Ankara'daki siyaset çevrelerinde yüksek nüfuza sahip bir toprak ağasıdır. Fanatik bir milliyetçi olan bu otoriter adamın oğlu Behçet (Murat Yıldırım) ise İstanbul'da bir yandan üniversite eğitimini sürdürürken, diğer yandan da “milliyetçi duyarlılıkları” nedeniyle okulundaki sol görüşlü öğrenci ve öğretmenleri MİT ajanlarına gammazlayıp duran kişiliksiz biridir.

Pısırık karakterli kahramanımız, babasının etkisi altında gelişen ırkçı görüşlerine rağmen, traji-komik bir tezat olarak, yaşadığı apartmandaki karşı komşusu, genç ve güzel Rum kızı Elena'yı (Beren Saat) gizliden gizliye sevmektedir. Bu yolda hayli görmüş geçirmiş büyükannesi (Zeliha Berksoy) tarafından üst düzeydeki bürokratlara fahişe olarak pazarlanan Elena da genç adamın duygularına tepkisiz kalmaz ve ikili arasında kısa sürede tutkulu bir aşk doğar.

Biricik oğluna büyük umutlar bağlayan ve mezuniyetinin ardından DP hareketi içinde siyasete atılmasını isteyen Kâmil Efendi, bu yolda iyice kıvama gelip yetişsin diye, onu “Kıbrıs Türk'tür Cemiyeti”nin yöneticilerinden Kenan Bey'in (Hüseyin Avni Danyal) yakın çevresine sokmuştur. Görünüşte etliye sütlüye karışmayan emekli bir bürokrat konumundaki Kenan Bey, gerçekte ise solculara ve gayrımüslim azınlıklara karşı yürütülen provokatif kontr-gerilla operasyonlarını tezgâhlayan kilit isimlerden biridir. Bu karanlık adam, iki kudretli aile arasındaki bağları kuvvetlendirmek üzere, kızı Nemika'yı da (Belçim Bilgin Erdoğan) Behçet ile nişanlamıştır.

“Vatanına hizmet ettiğini” düşünerek yakın çevresindeki bütün sol görüşlü insanları istihbaratçılara gammazlayıp duran Behçet, yürüttüğü bu kirli işbirliğini hayattaki en yakın dostu Suat'ı satmaya kadar götürür. Kâmil Efendi'nin Antakya'daki çiftliğinde yıllarca kendilerine hizmet etmiş emektar kâhyanın oğlu olan Suat, babasının ölümünden sonra Behçet'in babası tarafından sahiplenilmiş ve kardeşliğiyle birlikte İstanbul'a gelip üniversitede akademisyen olmuştur. Sol eğilimlere sahip bu cesur ve mert adam, Kenan Bey'in Behçet'i sıkıştırarak aldığı bazı bilgilerin ardından, “Kıbrıs Türk'tür Cemiyeti”ne bağlı bir grup sağcı serseri tarafından dövülerek öldürülür.

Manevî kardeşinin gözlerinin önünde katledilmesinden sonra bunalıma girip “vatan-millet-sakarya” adına sergilediği kişiliksiz tavırlarını sorgulamaya başlayan Behçet, duyduğu yoğun vicdanî rahatsızlık nedeniyle itaatkâr duruşunu terk eder ve hâmisi Kenan Bey'in sinsi eylemlerine karşı çıkmaya başlar. Ancak, böylesi bir onurlu karşı çıkış için artık çok geç kalmış durumdadır. 6 Eylül 1955 sabahı İstanbul'un Beyoğlu bölgesinde, kontr-gerillanın tezgâhlamasıyla patlak veren tedhiş olayları, hem gayrımüslim azınlıkların dükkânlarının yağmalanmasına, hem de genç adamın gizliden gizliye sevdiği Elena'nın avuçlarının içinden kayıp gitmesine neden olacaktır.


'TÜRKİYE'YE GİYDİRECEK' HER FIRSATI DEĞERLENDİRMEK

“Salkım Hanım'ın Taneleri”… “Hatırla Sevgili”… “Çemberimde Gül Oya”…

Ve şimdi de “Güz Sancısı”…

TRT kökenli yapımcı, yönetmen, senarist ve yapım tasarımcısı Tomris Giritlioğlu'nun meslekî serencâmını uzun süredir büyük bir dikkat ve ibretle takip etmekteyim. Türk sinema-televizyon dünyası içinde yıllardan bu yana benimseyegeldiği -son derece bilinçli ve kararlı- “ideolojik duruş”uyla, toplumumuzun hamurundaki “iyilik” boyutuna sonuna kadar inanan bir medya mensubu olarak şahsımı feci şekilde rahatsız eden bir sinemacıdır kendisi…

“Güz Sancısı”, Giritlioğlu'nun ideolojik planda açıkça “taraf tutan”, toplumunun değerleri ve duyarlılıklarına yabancılaşmış sol sinema anlayışının son derece tipik bir örneğini oluşturmakta… Eh, yönetmen bu kadar pervasız ve militan bir solcu olunca, benim de kendi kültürel çevremin halet-i ruhiyesini yansıtacak bazı karşı tezler ileri sürmemin hiç bir mahzuru yok doğal olarak…

Giritlioğlu'nun, yapımcı, yönetmen, senarist ya da yapım tasarımcısı olarak elini attığı istisnasız her yeni projede bilinçli bir biçimde izini sürdüğü “kötü ve sağcı Türk” temasının peşinden giden bu filmde, 6-7 Eylül 1955 tarihinde İstanbul-Beyoğlu ve civarında yaşanan, bir kaç yüz dükkânın tahrip edilmesi olayı üzerinden, diktatörlük sonrasında gelen çok partili dönemin bütün toplumsal tercihleri topyekün ahlâksızlığa mahkûm ediliyor. Bilindiği gibi, Atatürk'ün Selanik'teki evinin Yunanlı fanatiklerce bombalandığı duyumu üzerine galeyana gelen bir kaç bin kişilik bir kitle, o tarihte sağcısıyla-solcusuyla sokaklara dökülmüş ve kendince bir misilleme yapma maksadıyla gayrımüslim vatandaşlara ait dükkânları kırıp dökmüştü. Toplam 11 kişinin hayatını kaybettiği, içinde büyük ölçüde provokasyon da bulunan bu olay hiç kuşkusuz ki sonuna kadar yanlıştı ve bunu yapanlar da yaptıklarının aslında hukuk dışı, ahlâk dışı ve din dışı olduğunu pekâlâ biliyorlardı. Ancak kitlesel hareketler dünyanın her yerinde böyledir; can yakıcı bir haber alındığında kalabalığın ilkel güdüleri bir anda mantığın ve sağduyunun önüne geçer. Tıpkı, yıllar önce Maraş'ta ve Sivas'ta yaşandığı gibi…

Eni boyu bir kaç bin gözü dönmüş insanla sınırlı olan bu çirkin saldırı, Türkiye'nin tarih içinde gayrımüslim vatandaşlarına yönelik genel duruşu ve yaklaşımını hiç bir zaman temsil etmedi, edemez de… Bırakın Türk tarihini ya da halkını, İstanbul halkının genel psikolojisini bile temsil edebilecek nitelikte bir olay değildi bu… Çok kötü bir istisna teşkil eden ve cumhuriyet tarihimizde bir benzeri daha bulunmayan söz konusu eylem, bana göre “kaşınmak” şöyle dursun; ulus olarak daha güzel günlere ulaşmamız adına mümkün olduğunca “unutulmalı” ve “unutturulmalı”… Özellikle de sanatçılar tarafından yapılmalı bu toplumsal terapi…

Ancak, söz konusu olan ülke Türkiye ise böyle bir ulusal duyarlılık, yerini -artık “mazohizm” düzeyine ulaşmış- şaşırtıcı bir öz nefrete, dehşetli bir kültürel yabancılaşmaya bırakıveriyor.


EVLATLIĞININ ÖLÜMÜNÜ PİŞKİNLİKLE SEYREDEN BİR “AĞA”

Hadi, diyelim ki “Güz Sancısı”nın ideolojik duruşu yönetmenin kişisel bir tercihi ve o da bu tercihini görkemli bir sinemasal yorumla beyazperdeye aktararak, düşüncelerinin savunusunu yapmış olsun.

Fakat, bu filmde üzerinde öyle uzun uzadıya konuşabileceğimiz türden “görkemli bir sinemasal başarı” da yok ki…

Filmin iki baş kahramanından biri, her Allah'ın günü farklı bir bürokratı yatağına alarak işini büyük bir kaşarlanmışlık içinde yürüten genç bir fahişe ve yönetmen de ona yakıştırdığı “çocuksu masumiyet”i, kahramanı yatakta icra-ı sanat eylerken eline bir lahana bebek vererek anlatmaya kalkışıyor. Ne kadar ucuz, ne kadar bayat bir kişilik betimlemesi bu…

Hanım kızımız, tahrik edici erotik giysilerini kuşanarak, evinde tam bir meslekî profesyonellik içinde habire konuk ağırlamasını pek iyi biliyor; fakat aynı zamanda bir melek kadar saf kalmanın da formüllerini bulmuş! Fahişeliği âdeta “okul sonrası saatlerde köşedeki tuhafiyecide part-time tezgâhtarlık yapan bir liseli kız” edâsında yürüten “masumluk anıtı” bir kahraman… Yürüyün gidin Allah aşkına yahu!

Kâmil Efendi gibi değerlerine sonuna kadar bağlı bir adam, rahmetli kâhyasından kendisine yâdigar kalan, çocukluk günlerinden itibaren koruyup kolladığı, hattâ (filmin başında da bir kez gösterildiği üzere) siyasî faaliyetleri nedeniyle polis tarafından her gözaltına alındığında telefon açıp kurtardığı sol görüşlü evlatlığını, “derin devlet” adına çalışan bir avuç çapulcunun döverek öldürmesine gıkını bile çıkartmıyor. Yapılacağını ta en başından bildiği bu trajik saldırı karşısında en küçük bir insanî refleks sergilemek şöyle dursun, üstüne üstlük “Olacağı buydu, lâyığını buldu” mealinde pişkin sözler sarf ediyor. Ve yönetmen de böylesine ruhsuz bir “feodal ağa portresi”ne hiç sorgulamadan inanmamızı istiyor!

Tabiî, “derin devlet”in temsilcileri ve onların düşük profilli tetikçilerinin, Kâmil Efendi gibi son derece güçlü bir adamın evlatlığını döverek öldürürken, zerre kadar korku ve çekingenlik içinde olmaması da apayrı bir garabet…

Ben size hayatın gerçeği üzerinden küçük bir tüyo vereyim de kendinizi bu topraklardaki akraba-arkadaş algısı üzerine bir parçacık geliştirin muhterem senaristler… Aile bağlarının önemine böylesine inanan Güney Anadolu kökenli bir adam normal hayatta bu tür bir acı yaşasa, o olayın sorumlularını siyasî nüfuzunu kullanarak tek tek kazığa oturturdu. Anadolu'nun feodal aile geleneklerinde, sırf hafifçe sol görüşlere meyyal bir hayat sürüyor diye evlatlığını katillerin önüne atmak ne zamandan beri moda olmuş?

Biraz daha devam edelim… Baş kahramanımız Behçet, hayattaki en iyi arkadaşı konumundaki Suat'ı, tam olarak hangi ulvî değerler adına olduğu bile anlaşılamayan marazî bir kahpelik içinde ihbar edip ölümüne neden oluyor. Kankası gözünün önünde katledilirken kılını kıpırdatmadığı gibi, sonradan ne o, ne de babası kurbanın cenazesine bile gitme gereği duymuyor. Kaldı ki kimin sırtında kaç kıl olduğunu bilen bu kadar güçlü bir istihbarat teşkilatının, Suat'ın -zaten orada burada yeterince ifşâ ettiği- solculuğunu teyid etmek için Behçet'in tanıklığına neden ihtiyaç duyduğu da diğer bir muamma… Ne yani, Behçet kardeşliğinin solcu olduğunu söylemeseydi, Suat MİT ajanlarının huzurunda aklanmış mı olacaktı?

Filmin her karesi, yönetmenin “ideolojik adanmışlığının” doğal bir sonucu olarak birbirinden itici karton karakterlerle bezenmiş durumda… Kâmil Efendi, Kenan Bey ve hiç gülmeyen vahşi tetikçisi başta olmak üzere kötüler dibine kadar kötü, iyiler ise -mert solcu Suat ve dükkânı yağmalanan mûnis Rum oyuncakçıdan başlayarak- dibine kadar iyi… Elena deseniz, o zaten fahişelik yaptığının farkında bile olmayan, “gerçeküstü” bir kişilik! Tabiî, gerçek hayatın böyle bir şey olmadığını ve insanların durumlara göre değişken tavırlar sergilediğini anlat anlatabilirsen böyle bir zihniyete…

Hele de Suat gibi gayet uyanık ve bilinçli bir solcunun tehlikeli sulara doğru kulaç atarken sergilediği o inanılmaz rahatlık tam anlamıyla evlere şenlik… Öylesine “özel” bir saflık ki bu, manevî kardeşi Behçet, -bir politikacı cinayetinin ardındaki suikastı çözmesine ramak kala- ona “Dikkatli ol, takip ediliyorsun” uyarısında bulunduğunda, “Yok yahu, beni niye takip etsinler ki, o kadar da olmaz canım” şeklinde tepki verecek kadar dünyadan habersiz bir karakterle karşı karşıyayız. Anlaşılan o ki bu arkadaş, 1950'lerin soğuk savaş paranoyası içindeki Türkiye'sinde, Sabahattin Ali ve Nazım Hikmet'in başına gelenlere ilişkin hiç bir şey duymamış.

Ve nihayet, filmin Kıbrıs'ta sürüp giden “Türk soykırımı”na yönelik reddiyeci bakış açısına ilişkin bir kaç kelam etmek gerekiyor. Filmin ideolojik tasarımcıları, idealize ettikleri kahramanları Suat'ın ağzından “Kıbrıs'ta Türklerin katledildiğine ilişkin olarak yazılıp çizilenlerin hepsi traş” diyorlar, “Bütün bunlar Demokrat Parti güdümlü medyanın uydurması ve aslında oradaki Rumlarla Türkler barış içinde yaşayıp gitmekteler. Sağcı hükûmet, topluma bu tür dedikoduları yayarak, Türkiye'deki azınlıkları ezmeye zemin hazırlıyor.”

1950'lerden 1974'e kadar Kıbrıs'ta EOKA terörü sonucu öldürülen beş bini aşkın Türk, yitip giden hayatlarının hesabını bu dünyada söz konusu satırların yazarlarından sorabilecek durumda değiller ne yazık ki… Fakat, Binbaşı Nihat İlhan'ın evinin banyosunda çekilmiş o “simge fotoğraf”taki katledilmiş eşi ve üç çocuğu; yanısıra da diğer binlerce isimsiz kurban, böylesine pişkin bir yaklaşımın sahiplerinden öte âlemde gereken hesabı elbette soracaklardır.

Giritlioğlu, askerî çevrelerin, İstanbul'da o tarihte yaşanan güvenlik zafiyetine ilişkin olarak yaptığı eleştirilere (Can Dündar'ın “Mustafa”sında olduğu gibi) öfkelenip filmine karşı tavır almamaları için, öykünün finaline “apartmanındaki gayrımüslim komşularını teatral bir edâyla savunan emekli bir subay” katarak, kendince böyle bir tehlikeyi bertaraf etmeyi amaçlamış. Bu sağduyulu ordu mensubu dışında, olayların yaşandığı bölgedeki diğer bütün Türkler ise saldırılara ilgisiz, duyarsız ve “yağmacı” bir konumdalar. Sinemamızın divalarından Zuhal Olcay da kısa bir konuk oyunculuk yaptığı “kürk yağmacısı Türk kadını” kimliğiyle bu “muhteşem sosyolojik tablo”yu pek güzel tamamlamakta…

Film, sergilediği acınası yabancılaşmayı, Türkiye'yi 1930'ların faşist Almanya'sından farksız bir ülke olarak gösteren iki kritik sahneyle taçlandırmakta; ki bunlar karşısında artık nutkumun tutulduğunu belirtmem gerekiyor. Ellerinde fırçalar bulunan bir takım karanlık adamlar (başlarında da Yeşilçam'ın en sıkı komünistlerinden olan oyuncu-prodüksiyon âmiri Necmettin Çobanoğlu büyük bir keyifle yerini almış) Beyoğlu'nda kapı kapı dolaşıp kimi evlerin girişine yağlıboyayla “haç işaretleri” yapıyorlar. Finalde ise her şeyi berbat eden kahramanımız Behçet, film boyunca boynundaki haç kolyesi bağırta bağırta gösterilip duran sevdiceğini kucağına almış bir vaziyette, târumar edilmiş İstiklâl Caddesi üzerinde Roman Polanski'nin “Piyanist”ine nazire yaparcasına ilerlerken, yönetmen de önümüzdeki günlerde katılması pek muhtemel olan yabancı festivallerin jürileri ve izleyicilerine “İşte, Türkiye ırkçılığa böylesine âşina bir ülkedir, siz bizim gibi bir faşistler topluluğu için her ne derseniz haklısınız” mesajını vererek misyonunu başarıyla tamamlıyor.

Velhasıl, “Güz Sancısı”nda herkes üzerine düşen görevi en iyi biçimde yapmış; bu öykü için bundan daha fazla söylenecek bir söz yok bana göre. Sanıyorum, böyle bir mantalitenin bundan sonra üreteceği diğer bir filmde de “Türk barbarlarının 1974 yılında Kıbrıs'taki Rumlar'a çektirdikleri acı ve zulümleri” görme fırsatı bulacağız.

Şimdi buyurun Beyoğlu'na; Müslüman ve milliyetçi Türkler'in zavallı azınlıkları nasıl katlettiklerini izlemeye! 32 kısım, tekmili birden ve her zamanki gibi Tomris Giritlioğlu'ndan!


* * *

Tüm zamanların en kötü bitiş jeneriği

“Güz Sancısı” kesin hatlarla “iyi” ve “kötü” olarak ikiye ayrıştırılmış bir sürü karton karakterin lise müsameresi düzeyindeki performanslarla perdeye yansıması tamamlandığında, öykü boyunca sürüp giden bu özensiz tutumuna aynı tarzda hazırlanmış bir bitiş jeneriğiyle son noktayı koyuyor. Neredeyse hiç bir ismin okunamadığı, kendi yapım ekibinin emeklerine karşı bile saygısız bir jenerik bu. Sırf arşivlerden özenle bulunup günışığına çıkartılan bir dizi 6-7 Eylül fotoğrafını perdeye biraz daha büyük boyutlu yansıtabilmek (ve böylelikle izleyiciyi de o tarihte yaşanan “vahşet”in boyutlarına tam olarak iknâ edebilmek) için inanılmayacak kadar küçük ve silik bir yazı demeti kadrajın sol tarafına kümelenmiş bir hâlde dakikalarca akıp gidiyor. Ki İstanbul'un en iyi salonlarından biri olan Beyoğlu-Atlas'da, izleyicilerin -en azından bir kaç ismi seçebilmek için- finalde ayağa kalkıp perdenin dibine kadar gittiklerini ve filme emeği geçenlerin adlarını yakalamaya çalıştıklarına bizzat tanık oldu


15 yıl önce