|

'Yürüye yürüye yolumu buldum'

Gazetecilik mesleğinin duayenlerinden Taha Akyol'un kendisi gibi gazetecilik yapmayı seçmiş oğlu Mustafa Akyol, "Babam hep yol gösterdi ama hiç baskıcı olmadı. Ben ise bazı noktalarda kendi yoluma gittim ama neticede babamın tavsiyelerinin doğru olduğunu anladım. Belki bu doğruları kendim bulmam gerekiyordu. Taha Akyol'un oğlu olduğuma şükrediyorum" diyor

Alev Dilsiz
00:00 - 16/06/2012 Cumartesi
Güncelleme: 21:20 - 15/06/2012 Cuma
Yeni Şafak
'Yürüye yürüye yolumu buldum'
'Yürüye yürüye yolumu buldum'

Taha Akyol saçlarını gazetecilik mesleğinde ağartmış çok değerli bir isim. Babasının ismini duyunca gözleri ışıl ışıl olan ve meslek olarak da babasının izinden giden Mustafa Akyol soyadının hakkını veren bir isim olma yolunda. Taha Akyol ile "Rasyonel anlamda babama daha yakınım" diyen oğlu Mustafa Akyol'u, yoğun iş tempolarından dolayı zor da olsa, Yeni Şafak okurları için Babalar Günü öncesinde bir araya getirip Fasl-ı Kelam ettik.


Babasıyla aynı mesleği yapan bazı kişiler, babalarıyla aynı platformda yer almayı dezavantaj görürken Mustafa Akyol görmedi. Oğlunuzu yetiştirme sırrınız ne?

T. A. Bunun bir sırrı yok. Çocuklar aile içindeki fikri atmosferden, kültürel atmosferden etkileniyorlar. Sol eğilimli ailenin çocuğu sol, sağ eğilimli ailenin çocuğu sağ eğilimli oluyor. Mustafa da sağ eğilimli bir ailede yetiştiği için bundan etkilendi. Ancak Mustafa'nın üstünde hiçbir zaman fikri baskım olmadı. Mustafa'yı her zaman araştırmaya, okumaya teşvik ettim. Mustafa kendi yolunu buldu.

Gazetecilik macerası nasıl başladı sizin için?

M. A. Benim çok fazla profesyonel gazetecilik geçmişim yok. Boğaziçi Üniversitesi'nde Uluslararası İlişkiler Bölümü'nü bitirdim. Üniversitede mastır tezim 'Kürt Sorunu' odaklıydı. Tezimi hazırlarken bazı gazetelere dışarıdan makale ve köşe yazıları yazmaya başladım. Bir dönem Amerika'da bir düşünce kuruluşuna gittim. Geldikten sonra yazar olarak basına girdim. Dolayısıyla uzun yıllar haber yapmış bir insan değilim. Daha sonraki yıllarda tezim kitap olarak basıldı. Kısaca kitap ve yazı yazarak Türk basınında kariyer yaptım.

Oğlunuzun gazeteci olmak istemesine ilk tepkiniz ne oldu?

T. A. Ben bilime çok önem verdiğim için çocuklarımın bilim adamı, akademisyen olmasını istedim. Küçük oğlum için hala istiyorum ama bunun olması için de bir baskı söz konusu değil. Büyük oğlum Mustafa akademik kariyere sahip bir gazeteci oldu, bundan da gurur duyuyorum.

TEK TİP GAZETECİLİK YOK
Kendinizi gazeteci olarak görüyor musunuz?

M. A. Yıllarca basında gazetecilik yapmış, sahada çalışmış dostlar var. Onların gazetecilik yönü benden daha fazla. Benim habercilik yönüm o kadar güçlü değil. Zaten bu konuda iddialı da değilim çünkü ben yorumcuyum. Kitap yazıyorum, köşe yazarlığı yapıyorum, televizyon kanallarında fikirlerimi anlatıyorum. Gazetelerde yazmak anlamında gazeteciyim ama habercilik anlamında değilim.

İyi bir gazeteci sizce nasıl olmalı?

T. A. İyi bir gazeteci olmak için muhabirlikten geliyor olmak, olayı takip etmek, olaya değişik açılardan bakmak, somut düşünmek, günceli takip etmek çok büyük bir avantaj kazandırır. Fakat iyi bir gazetecinin akademik ufku olmalı, akademik bilgilere sahip olması lazım. Siyaset bilimi, biraz hukuk, biraz sosyoloji bilmeden iyi gazeteci olmak zor. Aksi halde sadece olay yazarı olursunuz.

İyi bir gazeteci iyi bir köşe yazarı olur mu?

T. A. İyi gazeteci olma kavramının içinde tek tip gazetecilik yoktur. Mesela haber analiz ağırlıklı olan, dış politika, ekonomi analizi yapan, entelektüel yönü ağır basan insanlar var. Örneğin Peyami Safa muhabirlik yapmadı, Metin Toker muhabirlik yaptı ve ikisi de çok başarılı köşe yazarıydı.

Köşe yazarları olarak haber yapmakla ilgili ne düşünüyorsunuz?

M. A. Habercilik sahaya yani topluma inip, kimsenin bilmediği bilgiye ulaşma çabasıdır. İlgili olay bir köyde geçmişse örneğin, o köye gidip söyleşi yapmanız, araştırmanız gerekir. Gazeteciliğin ana ekseni olan habercilik çok değerli. Ama gazetelerde malumumuz bir de yorum bölümü var. Aslında batıda gazetelerde yorum sayfasıyla, haber sayfası çok net bir biçimde birbirinden ayrılır. Yorum yazarlarını habercilikten gelenler, bir de akademik dünyadaki fikirleri daha kitlesel düzeye indiren, popülize edenler olarak görebiliriz. Bu durum batıda da var yani akademik dünyadan gelen kültürel konularda, siyaset konularında yazan fikirleri kitleselleştiren yazarlar. Ben bu yazarlar gibi akademik dünyadan geliyorum, bir olaya bir bakış açısıyla bakan yorumlayan yazılar yazıyorum.

Türkiye'de muhabirlerin bir sonraki aşamada köşe yazarı olmak istemesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

M. A. Bu bence çok yanlış bir düşünce. Nedense Türkiye'de muhbirliğe çok fazla değer verilmiyor. Oysa ki batıda dünyaca ünlü gazeteci dediğimiz kişilerin çoğu muhabir. Örneğin Robert Fısk, Seymour Hersh gibi. Bu insanlar giderler çok önemli bir hikayeyi bulup, ortaya çıkarırlar ve bu muhabirlere Pulitzer ödülü gibi önemli ödüller verilir. Bu kişilerin ila da köşe yazısı yazayım diye bir istekleri yoktur. Çünkü haber başlı başına bir değerdir. Bizde muhabirliğe az ilgi var ve mesleğin en yukarısıymış gibi bakılmıyor.

Yazdığınız kitapları ilk babanıza mı okutursunuz?

M. A. Kesinlikle babama okutuyorum. 'Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek' isimli ilk kitabımı yazdıktan sonra da herkesten önce babama verdim. Babam okudu, yerine göre eleştirdi, bazı eleştirilerini kabul etmedim ama bazılarını ettim. Babam kitabıma danışmanlık yaptı. "Ziya Gökalp'in de şu fikirleri var. Onları da oku" dedi mesela, gidip okudum. Babamın yol göstermesiyle kendimi geliştirdim.

'BABAMDAN ÇOK ŞEY ÖĞRENDİM'
Daha sonra da bu geleneğiniz devam etti mi?

M. A. Daha sonraki kitaplarımı babamın okumasına gerek duymadım. Çünkü kısa söyleşiler veya yazı derlemeleriydi. Fakat Amerika'da yayınlanan ve ödüle aday gösterilen "İslam ve Özgürlük " temalı kitabımı babama okuttum. Babamın ilk kitabım kadar olmasa bile yine çok büyük katkısı oldu. Aslında ben de babamın kitaplarıma fikir vermesinin ötesinde hayatım boyunca ondan öğrendiğim şeylerin, onun yazılarından, kitaplarından edindiğim bilgilerin çok büyük bir etkisi var. Babama çok şey borçluyum, onun evladı olduğum için de Allah'a şükür borçluyum.

Oğlunuzun kitaplarını okuduğu-nuzda kendi kendinize ne dersiniz?

T. A. Öncelikle birikimini çok takdir ediyorum. Ama tabii ki farklı görüşlere sahip olduğumuz yönler de oluyor. Mustafa yetiştiği çağ ve formasyonu nedeniyle daha liberal.

Bunu neye bağlıyorsunuz?

Ben Boğaziçi Üniversitesi'nde okumadım, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde okudum. Ben TED Koleji'nde okumadım, Yozgat Lisesi'nde okudum, ben Muhafazakar İngiliz Filozofu Edmund Burke'ü 40 yaşında okuduysam, Mustafa 30 yaşında okudu, benim liberal literatürle tanışmam Özal'ın piyasa ekonomisi kavramından sonradır, Mustafa'nın liberal literatürle tanışması ders olarak okuduğu üniversite yıllarında oldu. Bu durum Türkiye'nin gelişiminde yeni nesillerin vizyon olarak daha ileri olmasının doğal bir süreci.

Babanızla siyasi görüş olarak nerede ayrılıyorsunuz?

M. A. Babamla ana çizgimiz tabii ki çok paralel fakat ben babama göre milliyetçi çizgiden daha çok liberalizm eksenine kayıyorum. Buna karşın babam da, ben de kendini merkez sağda tanımlarız. İkimiz için de Osmanlı değerler kaynağıdır ve Kemalist devrimlere bazı eleştirilerimiz var. Bazen benim eleştirilerim daha sert oluyor. Biraz üslup farkımız var. Ben yaşımın icabı olsa gerek daha duygularımı katarak yazıyorum, bu durumda sertlik olarak ortaya çıkıyor. Bazı kişiler "Baban daha dingin, sen daha ateşli yazıyorsun" diyerek eleştiriyor, bazıları da beğeniyor. Bir de benim 'Siyasi meselelere İslami perspektiften nasıl bakılması gerekir' konusunda bir arayışım ve yorum çabam var.

'BABAMLA GURUR DUYUYORUM'
Oğlunuzun size göre daha sert üslubu olmasını nasıl buluyorsunuz?

T. A. Doğru bulmuyorum ama kendi takdiridir.

"Armut dibine düşermiş" sözü sizde gerçek oldu diyebilir miyiz?

M. A. Evet, ben de babam gibi gazeteciyim. Ben de babamın değerlerine, temsil ettiği siyasi geleneğe inanıyor ve sahipleniyorum. Buna karşın sadece onu tekrar etmek de istemiyorum. Dolayısıyla aynı değerlerle yeni açılımlar getirmek istiyorum. İleride tarih, babamı Türkiye'nin en büyük fikir insanlarından biri olarak saygıyla yad edecektir. Benim için de "O da babasıyla aynı değerleri paylaştı ve bu değerleri daha farklı açılımlarla yorumladı" denmesini isterim. Bunları babamın toplumsal yeri ve aynı aileden olmamızdan dolayı söylüyorum. Çünkü toplumun bilmediği Taha Akyol'un oğlu olmanın iç yönü var. Ve her anlamda babamla gurur duyuyorum.

"Boynuz kulağı geçer" sözüne bakışınız nasıl?

T. A. Doğru bir atasözüdür. Bu durumda çok normaldir. Ben Ahmet Altan'ın Çetin Altan'ı geçtiği kanaatindeyim.

Baba oğul bilek güreşi yaptığınızda kim kimi yenerdi?

M. A. Babamın desteğiyle ben kazanırdım.

T. A. Ben her iki oğlumla da bilek güreşi yaptım. Onlar küçük yaşlardayken ben yenilirdim. Büyüdüklerinde ise direnmeye başladım ama doğal olarak, onlar güçlendiği için beni yendiler.

Baba oğul olarak en çok ne yapmak sizi mutlu ederdi?

T. A. Biz baba oğul kitap okurken çok mutlu olurduk. Tatillerde, seyahatlerde birlikte vakit geçirmekten çok mutlu olurduk.


İletişimin gücü

Baba ve evlat arasındaki ilişkinin derinliğini anlayabilmek için bazen çok geniş bir perspektiften bakabilmek gerekiyor. Aksi takdirde iki kuşak arasındaki iletişimin gücünü anlamak oldukça zor. Tıpkı Taha Akyol ve oğlu Mustafa Akyol arasındaki ilişkinin boyutlarındaki çok yönlülük gibi.


İstanbul birçok Avrupa kentinden daha küresel

İstanbul'a taşınınca neler hissettiniz?

M. A. Önceleri Ankara'yı özlüyordum fakat sonra alıştım. Şu an İstanbul'u seviyorum ve kendimi İstanbullu hissediyorum. Fakat İstanbul trafiğiyle, keşmekeşyle insanı biraz çileden çıkaran bir şehir. İstanbul'da insanlar size çarpıp yürüyünce keşke biraz daha kibar, güleryüzlü insanlar olsak diye düşünüyorum. Buna rağmen İstanbul'u seviyorum. Seviyorum çünkü ailem, dostlarım bu şehirde, Osmanlının başkenti olmasından dolayı arkasında derinliği olan bir şehir ve günümüzde de giderek küreselleşen bir şehir.

T. A. Ben önce kendim geldim ve çok yoğun bir iş stresi, temposu içine girdim. Çalıştığım gazetenin yönetiminde mali durumundan dolayı yaşanan sıkıntılar vardı, gece gündüz kendimi işime verdim. İstanbul'a bir yıl sonra ailemi getirdim. Tercüman Gazetesi'nin Genel Yayın Yönetmeni olmam benim için çok değerliydi ve mektebim oldu.

Küreselleşmeye nasıl bakıyorsunuz?

T. A. Ben küreselleşmeye tıpkı sanayinin, bilimin, teknolojinin gelişmesi gibi doğal bir süreç olarak görüyorum. Küreselleşme demek ülkeler arasındaki iktisadi ve sosyal ilişkilerin daha önce görülenlerden çok daha fazla artması demek. Kim buna "hayır" diyebilir ki. Yapmamız gereken küreselleşmenin yararlarından azami değerlerinden istifade etmek, küresel kriz gibi sakıncalarından da kendimizi korumaktır.

İstanbul'daki küreselleşmeyi, Avrupa'daki şehirlerle kıyaslarsak hangi aşamada?

M. A. İstanbul'da artık daha fazla Arap, Fars, batılı, Japon gibi her yerden gelmiş insanları görüyoruz. İstanbul artık birçok Avrupa şehrinden daha küresel, çok daha dinamik bir şehir. Küreselden kastım tek batılı değil farklı milletlerden mesela Araplar, Romenler, Ermeniler, Ruslar, Bulgarlar, Kürtler, Rumlar gibi birçok insanı barındırmasıdır.

İstanbul bu kadar kalabalığı taşıyabilmeye hazır mı?

M. A. Tabii ki hazır değiliz. Altyapımız, ulaşımımız henüz yeterli değil. Şehirli yaşama çok alışık değiliz, farklılıklara alışık bir toplum değiliz. İnsanlar iç içe geçtikçe farklılıklarla yüz yüze geliyorlar, tedirgin oluyorlar ama zamanla farklılıklara alışacağız. İdeal noktası da bütün bunları aşmaktır ve aşacağız. Aştığımız noktada da tedirginliklerimiz, korkularımız olmayacak.

Peki, size göre küreselleşen İstanbul'un altyapısı yeterli mi?

T. A. Bana göre 10 yıl 20 yıl önceki İstanbul'dan bugünkü İstanbul'un altyapısı daha iyi. Eğer öyle olmasaydı beş altı milyondan 12-15milyona çıkmış İstanbul'da yaşamak mümkün olmazdı.



12 yıl önce