|

Darbeci paşanın evinde ihtilal çığlıkları

Demokrat Parti'nin 1950'de iktidara gelmesiyle birlikte Türkiye'de 'tek parti rejimi' sona ermişti. Uzun yıllar Ankara'dan kopuk yaşayan Güneydoğu halkıyla yeni yönetim arasında barış rüzgarları esiyordu. Bu ortamdan rahatsız olan cuntacılar, Menderes iktidarına son vermek için hazırlıklara başladı. 1913'te kanlı bir darbeyle Başbakan olan Mahmut Şevket Paşa'ya ait konak 1957'de yine bir cunta toplantısına ev sahipliği yapıyordu

Abdullah Muradoğlu
00:00 - 24/11/2011 Perşembe
Güncelleme: 21:34 - 23/11/2011 Çarşamba
Yeni Şafak
Darbeci paşanın evinde ihtilal çığlıkları
Darbeci paşanın evinde ihtilal çığlıkları

Cumhuriyet kurulmuştu ama Milli Mücadele'yi yürüten kadrolar arasında ihtilaflar devam ediyordu. Mustafa Kemal Paşa'ya Meclis'te muhalefet eden 'İkinci Grup' cumhuriyetin ilanından evvel tasfiye edilmişti. Ama Halk Fırkası içinde bir başka ihtilaf sözkonusuydu. Başta Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Cafer Tayyar, Refet Bele ve Rauf Orbay olmak üzere bir grup mebus 'Halk Fırkası'ndan ayrılarak 'Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı kurmuşlardı. Yeni fırka kısa süre içerisinde Halk Fırkası'nın karşısında en güçlü iktidar odağıydı. Böyle bir süreçte 'Şeyh Sait İsyanı'nın çıkması yeni fırkanın da sonu olmuştu. İsyana karşı alınacak tedbirler karşısında Halk Fırkası grubu ikiye ayrılmıştı. İsmet Paşa sertlikten yanaydı. Van eski mebuslarından İbrahim Arvas'ın aktardığına göre hükümetin aldığı tedbirleri yetersiz bulan sertlik yanlılarına karşı Başvekil ve Dahiliye Vekili Ali Fethi Okyar şöyle konuşmuştu:

“Bütün Şark illerinin valilerine, jandarma alay kumandanlarına ve polis müdürlerine şifre ile isyanın oralarda olup olmadığını sordum. Aldığım cevapların hepsi bu isyanın hiçbir vilayet, kaza ve köyde emaresinin bulunmadığı mahiyetindedir. Bu isyan yalnız ve yalnız Şeyh Said ile Çapakçur halkının isyanıdır. Çukurovada on sınıf ihtiyatı sınıf altına çağırdım. Bunları Çapakçur'a sevk eder ve asileri yakalarız. Binaenaleyh ben Allah'a, tarihe ve millete karşı elimi haksız kana boyayamam. Seve seve Başbakanlıktan çekilirim.”

İsmet Paşa ise isyanın umuma şamil olduğunu iddia ederek çok daha sert önlemlere başvurulması gerektiğini savunmuş ve Halk Fırkası grubunun çoğunluğunun desteğini almıştı. Ali Fethi Bey Başbakanlık'tan istifa etmiş, yerine sertlik yanlısı İsmet Paşa gelmişti. Fethi Bey, muhalif mebusların ısrarlarına rağmen mebusluktan da istifa ederek Paris Büyükelçiliği görevine başlamak üzere Ankara'dan ayrılmıştı. Ancak tarih, İsmet Paşa'yı değil Ali Fethi Bey'i haklı çıkardı. İsyan bastırıldı ama sorunlar çözümlenmeyerek halının altına süpürüldü.

Aynı politika Dersim'de de uygulandı. Bütün bir bölge halkı Türkiye'nin diğer bölgelerinden yalıtılmış şekilde sürekli sıkıyönetim ve olağanüstü hal rejimi altında yaşadı. Bugün yaşadığımız sıkıntılar esasında üstüste gelen yanlışların birikmesinden ötürüdür.

ŞEYH SAİD'İN TORUNUNU MEBUS YAPTI

1925'de İstiklal Mahkemesi, isyanla ve irticayla ilişkisi olduğu iddiasıyla Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı kapattı. 1926'da Atatürk'e suikast davasıyla Halk Fırkası'na muhalif olan eski İttihatçılar da tasfiye edilmişti. Cumhuriyet, 1945'e kadar 'Tek Parti' idaresi altında yürüyecekti. Demokrat Parti'nin 1950'de ezici bir çoğunlukla iktidara gelmesiyle birlikte Ankara ile bölge arasında sıcak ilişki kurulmuştu. Adnan Menderes, Şeyh Sait'in torunlarından Melik Fırat'ı yaşını büyüterek Meclis'e sokmuştu. Bölge halkıyla Ankara arasında bir barış havası egemen olmuştu, çoğulcu demokratik sistem CHP hariç herkesin işine yaramıştı. Ne var ki CHP'den miras kalan asker ve sivil bürokrasi ise Menderes hükümetini içine sindiremedi. Daha DP'nin ikinci döneminden itibaren ordu içerisinde cunta arayışları başlamıştı.

ESKİ KONAKTA CUNTA TOPLANTISI

İstanbul'da bir grup cuntacı Yıldız Sarayı'nın bahçesinde yaptıkları bir toplantıda 'ihtilal komitesi' teşkil etmiştiler. Daha başka ihtilal komiteleri de vardı ve aralarında anlaşmaya çalışıyorlardı. Talat Aydemir grubu ile Yüksek Kumanda Akademisi'nden iki grup İstanbul/Üsküdar'da bir eski konakta buluştular. Toplantıya Talat Aydemir, Faruk Güventürk, Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı, Ahmet Yıldız, Suphi Gürsoytrak, Dündar Seyhan ve Rafet Aksoyoğlu başta olmak üzere pek çok subay katılmıştı. İki grup bir grup olmak için biraraya gelmişler, Makedonya örneğinde olduğu gibi 'ihtilal yemini' içmişlerdi. Dört kişilik idare heyetinde Harp Akademisi grubundan Faruk Güventürk ve Dündar Seyhan, Yüksek Kumanda Akademisi grubundan ise Talat Aydemir ve Rafet Aksoyoğlu yer almıştı. İdare heyetinin başkanlığına ise Faruk Güventürk getirilmişti.

1957 yılının yaz gecelerinden biriydi. Cuntacıların bir kısmı erken seçim olmadan müdahale etmeyi düşünüyorlardı. Müdahalenin henüz erken olduğunu düşünenler ise “Seçimler yapılsın, yine Demokrat Parti gelirse, çaresine bakılır” diyorlardı.

Hararetli tartışmaların yaşandığı bu mekan, 1913'te bir darbeyle Sadrazam olan ve bir suikastle öldürülen General Mahmut Şevket Paşa'nın konağıydı. Evin yeni sahibi Binbaşı Rafet Aksoyoğlu idi. Cuntada yer alan subaylar '27 Mayıs' darbesinin içinde yer alacaklardı. Talat Aydemir ise 27 Mayıs'ı da yeterli bulmayarak iki kez darbe girişiminde bulunacak ve yargılanarak idam edilecekti. Üsküdar toplantısında yer alan bazı subaylar da '12 Mart' öncesinde çeşitli sivil ve asker cuntaların içinde yer alacaklardı.

NERDE ENVER'LER! NERDE NİYAZİ'LER!

1950'lerin ikinci yarısından sonra Demokrat Parti'ye nefretle bakan kimi sivil bürokratlar da genç subaylarla karşılaştıkları mekanlarda, “Nerede Enverler, Nerede Niyaziler!.. Yoksa Tük ordusunda eski ruh kalmadı mı artık!” diyerek onları darbeye kışkırtıyorlardı. Cuntacılar Makedonya'daki İttihat-Terakki örgütlenmesinden esinlenmişlerdi. Mesela 'Milli Emniyet'te istihbarat görevlisi olan Binbaşı Cihat Akyol, arkadaşı Sadi Koçaş'a, “Sen sadece benimle temas et. Karar günü gelirse süratle hedefte birleşiriz. Ben bu şekilde daha yararlı olur, sizi zamanında uyarır, hatta koruyabilirim” diyordu (Koçaş, 12 Mart darbesinden sonra kurulan ara rejim hükümetinde MİT'ten de sorumlu olan Başbakan Yardımcılığı görevine getirilmişti). 1957'deki cuntacı subaylardan Osman Köksal arkadaşlarına “Seçimlerde olay çıkabilir. Beklemeliyiz, olay çıkmadan müdahale etmek anlamsız kaçar” demişti. Cuntacılar İsmet Paşa'dan da olumlu cevap alamayınca 1957 seçimlerini bekleme kararı almışlardı. Uygun fırsat, Menderes'in Amerika'nın iznini almadan kendi başına Sovyet Rusya ile yakınlaşma içerisine girdiği 1960'da gelecekti. Başbakan Adnan Menderes ve iki bakan arkadaşı Yassıada Mahkemeleri'nin verdiği bir kararla idam edilmişti.

Demokratları içeri tıkan kuvvet böyle istemişti.

1962 yılında başta 'Yakup Cemil' olmak üzere Meşrutiyet dönemi ve sonrasındaki komitacıları anlatan 'İktidar Koltuğundan İdam Sehpasına' adlı kitabının önsözünde Sadi Borak şöyle diyordu: “Yarım yüzyıllık tarihimiz iktidar-muhalefet mücadelesinin pek ibretli örnekleriyle doludur. İktidar nimetlerinin içinde ve dışında olanlar arasında geçen bu kanlı boğuşmaların zararını sadece, ihtiraslarını hayatlarıyla ödeyenler değil, topyekun millet de çekti. Bütün bunlar demokratik rejime girişimizi geciktirmiştir. Günümüzü de uyaracak çok ilginç olayları içine alan geçmişin bu parçası, 'dün'den 'bugün'e bakan bir adesedir.”


Tetikçi, Rauf Orbay'ın peşinde

1926'da 'İstiklal Mahkemesi'nde görülen Atatürk'e suikast davasında gıyabında 10 yıl kürek hapsine mahkum edilen Rauf Orbay yurt dışına kaçmak zorunda kalmıştı. 'Hamidiye Kahramanı' olarak da bilinen Rauf Bey, Milli Mücadele'nin önderlerinden biriydi ve cumhuriyetin ilanından önce Başbakanlık görevinde bulunuyordu. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kurucularından olan Rauf Bey'in adı bu suikast işine karıştırılmıştı. Yurt içinde muhalifleri tarassut altında tutanlar yurt dışında da Rauf Bey'in peşindeydiler. İki kez öldürülmekten kurtulmuştu.

1928 senesinde Fransa'nın Akdeniz kıyısındaki Manton şehrinde bir pansiyonda kalıyordu. Bir aylık seyahate çıkmıştı. Bir hafta içinde bir adam iki defa kaldığı pansiyona gelmiş, Rauf Bey'in yakın arkadaşı olduğunu ve muhakkak surette görüşmesi gerektiğini söylemişti. Rauf Bey'in seyahatte olduğunu belirten pansiyon sahipleri ısrarlara rağmen Rauf Bey'in seyahat ettiği yerin adresini vermemişti. Aynı şahıs günlerce pansiyonun bulunduğu sokakta dolaşmıştı. Bir gün gazetelerden birinde Fransa'nın Nice şehrinde Mehmet Sabri adında bir şahsın sokak ortasında Gümülcineli İsmail adında birini vurarak yaraladığı haberi yer alır. Olay yerinden kaçmaya çalışırken yakalanan şahsın fotoğrafı da gazeteye basılmıştı. Rauf Bey'i Manton'daki pansiyonundan soran bu kişiydi. Pansiyon sahipleri Rauf Bey döndüğünde durumu anlatırlar. Gümülcineli İsmail, Milli Mücadele'ye karşı olduğu için 'Yüzellilikler' listesine alınarak yurt dışına çıkarılmıştı. Mehmet Sabri mahkemede, Gümülcineli İsmail'i Mustafa Kemal Paşa'ya aleyhtar olduğu için öldürmek maksadıyla vurduğunu söylemişti. Orbay'ın yaptığı araştırmaya göre Sabri, Ankara'dan gönderilmiş eli tabancalı bir haydut mukallidiydi. Mehmet Sabri, Fransa'nın en meşhur ve en pahalı ceza avukatlarından birini tutmuştu. Oteldeki eşyaları arasında biri 1927, diğeri 1928'de Ankara'dan verilmiş Avrupa vizeli pasaportar bulunmuştu. Sabri'nin ayrıca muhtelif konsolosluklardan para aldığı da tespit edilmişti.

Rauf Bey, adamın hapishaneden Ankara'ya yazdığı mektuplara da ulaşmıştı. Ankara'dan kimlerle münasebeti olduğunu da öğrenmişti. İkinci suikast teşebbüsü ise İstanbul polisinin ve Kahire sefiri Muhittin Paşa'nın malumatı ve idaresi altında 1929'da gerçekleşmişti. 'Yüzellilikler'den olduğu halde Türkiye Cumhuriyeti pasaportu taşıyan Arnavut Ömer, Rauf Bey'i öldürmek için Monte Carlo'ya gitmişti. Burada Rauf Bey'in dostlarından Doktor Rauf Paşa yaşıyordu. Tetikçi, Rauf Orbay zannederek Doktor Rauf Paşa'nın evine gitmişti. Karşısına çıkanın Rauf Orbay olmadığını anlayan tetikçi amacına ulaşamamıştı. Rauf Bey hem rızkını temin etmek, hem de canını korumak için sık sık açık denizlere çıkmış ve yük gemilerinde kaptanlık yapmıştı. Atatürk vefat ettikten sonra Cumhurbaşkanı seçilen İsmet Paşa'nın ısrarlı ricaları üzerine 'İzmir Suikasti' davasından aklanmak şartıyla Meclis'e girmeyi kabul etmişti.


Menemen bahanesiyle Şeyh Esad'ın kellesi alındı

Milli Mücadele'yi sonuna kadar desteklemiş bulunan Nakşibendi Şeyhi Muhammed Esad Erbili İstanbul'da aralarında profesörlerin de yer aldığı onbinlerce müridi olan bir şahsiyet idi. 1925'de tekkeler ve dergahlar kapatıldığında o da Erenköy'deki evine kapanarak inzivaya çekilmişti. Evi sürekli takip altındaydı. 1930'da Menemen'de birkaç esrarkeş serserinin sebebiyet verdiği olaylara adı karıştırılarak oğlu Mehmet Ali ile birlikte idama mahkum edildi. Yaşlı olduğu için hakkındaki idam kararı 24 yıl hapse çevrilmişti. Şeyh Esad Efendi'nin 1931'de Menemen hastanesinde üremiden vefat ettiği açıklandı. Menemen Olayı'ndan evvel yakınları sürekli takip altında olduklarından başlarına bir iş getirileceği endişesini dile getirdiklerinde, “Allah'ın takdiri neyse o olacaktır! Bana öyle geliyor ki, ok yaydan çıkmış ve hakkımızda karar alınmıştır. Yani tedbir zamanı geçmiştir” demişti. Müritleri Şeyh Esad Efendi'nin zehirlenerek öldürüldüğüne inanıyor.

'Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı' tarafından, Albay Reşat Hallı imzasıyla yayımlanan Türkiye Cumhuriyeti'nde Ayaklanmalar başlıklı kitapta şu bilgiler yer alıyordu:

“1. Kolordu Komutan Vekili General Mustafa Muğlalı'ya göre Menemen Olayı sadece altı serseri tarafından meydana getirilmiş değildi. Bu olayda serseriler sadece sabırsızlık göstererek vaktinden evvel ortaya atılmışlardı. Oysa bu mesele birtakım gizli eller tarafından idare edilen bir örgütün mevcut olduğunu göstermekte ve havalide için için işleyen bir yaranın mevcut olduğu kesinlikle hissedilmekte idi. Bu bakımdan olayın büyük bir dikkat ve ciddiyyetle takip edilerek bu yarayı işletenlerin her halde meydana çıkarılması ve memlekeketin selameti adına kamilen vücutlarının ortadan kaldırılması gerekliydi.” Olay hakkında böyle düşünen General Muğlalı, 'Sıkıyönetim Harp Divanı Başkanlığı'na getirilmişti. Bu mahkemede yargılanan 105 kişiden 37'i idam cezasına çarptırıldı. Yargılananlardan sadece 27'si beraat etti. Mustafa Muğlalı, 3. Ordu Komutanı iken 1943 yılında Van'ın Özalp İlçesinde 33 köylünün kurşuna dizilmesi olayına karışmıştı. Muğlalı'nın yargılanması 'Demokrat Parti' iktidara geldikten sonra mümkün olabilmişti. İdama mahkum edilen Paşanın cezası yaşı nedeniyle 20 yıl hapse çevrilmişti. Muğlalı, 1951'de davası 'Askeri Yargıtay'da yeniden görüşülürken cezaevinde öldü.



YARIN: Sabahattin Ali ve Taylan Özgür'ü kimler öldürdü?
12 yıl önce