|

Muhalif Sabahattin Ali'ye sınırda devlet işkencesi

Soğuk Savaş arefesinde hakkında açılan davalar yüzünden bunalan muhalif yazar Sabahattin Ali, 1948'de yurtdışına kaçmaya çalışırken öldürüldü. Cesedi aylar sonra Bulgar hududuna yakın bir ormanlık alanda bulundu. Cinayeti, MİT'e çalıştığı iddia edilen sabıkalı bir astsubay işlemişti. Yakın dostlarına göre Sabahattin Ali, 'komünist cadı avı sürecinde' devlet görevlileri tarafından işkence edilerek öldürülmüştü

Abdullah Muradoğlu
00:00 - 25/11/2011 Cuma
Güncelleme: 20:59 - 24/11/2011 Perşembe
Yeni Şafak
Muhalif Sabahattin Ali'ye sınırda devlet işkencesi
Muhalif Sabahattin Ali'ye sınırda devlet işkencesi

Sabahattin Ali'yi bahar vaktinde kırdılar! “Göklerde kartal gibiydim kanatlarımdan vuruldum, mor çiçekli dal gibiydim, bahar vaktinde kırıldım” demişti bir şiirinde. 1948'de 'özgürlüğe kavuşacağım' derken 41 yaşında feci bir şekilde öldürülerek bahar vaktinde kırılmıştı.

'İkinci Meşrutiyet' döneminden kalma, muhalif yazarları öldürerek ortadan kaldırma alışkanlığı devam ediyordu.

1930'ların başlarında Konya'da öğretmen iken bir dost meclisinde okuduğu bir şiirde Atatürk'ü hicvettiği ihbar edilmişti. Sabahattin Ali bir süre hapis yatmıştı. Sonra Aziz Nesin ile mizah gazetesi Markopaşa'yı çıkarmış ve bu gazetedeki yazılardan ötürü de hakkında davalar açılmıştı.CHP'li milletvekillerinden Cemil Sait Barlas Meclis kürsüsünden “Markopaşa'nın kökü dışardadır” demişti. Bunun üzerine Markopaşa'da “Topunuzun köküne kibrit suyu” başlıklı bir yazı yayımlanmıştı. Bu yazıda Cemil Sait Barlas'a yayın yoluyla hakaret ettiği gerekçesiyle Sabahattin Ali 1947'de bir kez daha hapse girmişti.

Aynı yıl bir başka yazıdan ötürü kısa bir süre daha tutuklu kalan Sabahattin Ali, nevi şahsına münhasır bir solcuydu ama gizli teşekküllerle ilişiği yoktu. Yazılarında, hikâyelerinde sosyal meselelere yer vermesi ve hükümeti eleştirmesi tehlikeli bir komünist olarak fişlenmesi için yeterliydi.

CADI AVININ SON KURBANIYDI

Dünya bir soğuk savaşa giriyordu. Amerika'da olduğu gibi Türkiye'de de 'komünist avı' başlamıştı. Ankara DTCF'de Niyazi Berkes, Behice Boran ve Pertev Naili Boratav tasfiye edilmişti. Bu olayın hemen ardından Sabahattin Ali ortadan kaybolmuştu.

Hakkında açılan davalardan bunalan Sabahattin Ali hapisteyken tanıştığı sabıkalılardan Ali Ertekin adında eski bir astsubayın yardımıyla Kırklareli'den Bulgaristan'a kaçmaya çalışmıştı. 31 Mart 1948'de İstanbul'dan ayrılmıştı. Bir iki yakın dostu Ali'nin kaçış planlarından haberdardılar. Ancak bekledikleri haber bir türlü gelmiyordu. Özgürlük haberi yerine 12 Ocak 1949'da ölüm haberi geldi.

Ali Ertekin'in evinde de Sabahattin Ali'ye ait özel eşyalar bulunmuştu. Sanık suçunu itiraf etmiş ve Sabahattin Ali'yi milli hisleri galeyana geldiği için başına sopayla vurarak öldürdüğünü kabul etmişti. Ama ünlü yazarın ailesi ve yakın dostları hiçbir zaman katilin Ali Ertekin olduğuna inanmadı.

Sabahattin Ali'nin ölüsü haziran ortalarında Kırklareli'nin Sazara Köyü yakınlarında bulunmuştu ama bu bilgi kamuoyundan saklanmıştı. Ali Ertekin çelişkili bilgiler vermesine rağmen olayın arkası fazla kurcalanmadı. Mahkeme safahatı sırasında Ertekin'in MİT'e çalıştığı iddiaları da gündeme gelmişti.

1950'de 4 sene hapse mahkûm edilen Ertekin mahkeme çıkışında etrafındakilere “Verilen cezadan müteessir değilim. Bu suçu memleketimin menfaaati için işledim. Hâlâ vazifemi yaptığıma kaniim” demişti. İşin daha da acıklı kısmı, Sabahattin Ali'nin naaşının ailesine verilmeyerek bilinmeyen bir yerde defnedilmesiydi.

MENDERES NEYİ TEMENNİ ETTİ

Sabahattin Ali'nin öldürülmesi muhalefetteki 'Demokrat Parti' grubunu hareketlendirmişti. Van'ın Özalp ilçesinde 33 köylüyü kurşuna dizildiği 'General Mustafa Muğlalı olayı' sıcaklığını koruyordu. Meclis'teki DP Grubu'nun bastırmasıyla, önceki dönemlerde CHP hükümetinin örtbas ettiği bu olayın mahkemeye taşınması sağlanmıştı. Meclis'te bir muhalefet grubunun bulunması hükümet eliyle işlenen cürümlerin örtbas edilmesini zorlaştırıyordu. Şimdi de Sabahattin Ali olayı gündeme düşmüştü. DP Milletvekili Samed Ağaoğlu, 12 Ocak'ta Ali'nin öldürüldüğü haberinin gazetelerde yer almasını 14 Ocak tarihli günlüğünde şöyle anlatıyordu:

“Dün Menderes, Sabahattin Ali'nin hükümet tarafından öldürüldüğünü, hadisenin on gün kadar evvel olduğunu, hükümetin bu işi nasıl meydana çıkaracağını çok düşündüğünü, eğer geçmişte 33 kişinin öldürülmesi hadisesi olmasaydı, meydana çıkartmamak yolunu tutacaklarını, fakat buna imkân bulamadıklarını, bunun için de hadiseye gazetelerde yazılan şekli verdiklerini anlattı. Açılan yolun fena olduğunu söyledim. 'Doğru inşallah bununla ebediyen kapanır' cevabını verdi.”

Menderes öyle temenni etmişti ama bu yol daha uzun yıllar kapanmayacaktı.

İŞKENCECİNİN İSMİNİ ÖZENLE GİZLEDİLER

Kimine göre Sabahattin Ali eski sabıkalı Ali Ertekin tarafından değil 'Milli Emniyet' elemanları tarafından hududu geçmeye çalışırken yakalanmış ve bunların elinde ölmüştü. Öldürenler cesedi Sazara köyü civarında ormanlık alana atmışlardı. Sabahattin Ali'yi yakalatan Ertekin'in suçu üstlenmesi ise mizansendi.

Emekli Yarbay Talat Turhan, Rasih Nuri İleri'ye “Ben Ali'yi öldürenin ağzından dinledim. Sabahattin'e işkence yapan kişi bana onun işkence sırasında öldüğünü anlatmıştı” demişti. Turhan o kişinin adını da söylemişti ama bu isim sadece dost meclislerinde telaffuz edildi.

Sabahattin Ali cinayetine sonradan Başbakanlık da yapan meşhur bir CHP'linin adı da karışmıştı. Çetin Altan ve Avukat Faruk Erem farklı zamanlarda Aziz Nesin'e bu CHP'lin adını söylemişlerdi. Altan bu bakanın vaktiyle kendisine iyiliği dokunduğu için ismini yazmadığını söylemişti Nesin'e.

“HEPİMİZİN ELİNDE ONUN KANI VAR”

İlhami Soysal 1955'de Cemil Sait Barlas'ın çıkardığı Son Havadis'te çalışıyordu. Bir akşam birlikte dost yemeğinden dönüyorlardı. Soysal yolda yürürlerken Sabahattin Ali olayını açmış ve “Bu kaçış ve öldürülüş hikâyesine ne diyorsunuz” diye sormuştu. Barlas birden durmuş ve Soysal'ın elini tutmuş ve şöyle demişti:

“Hiç sorma bu hikâyeyi... Şöyle ya da böyle hepimizin elinde kanı vardır, bulaşmıştır bu cinayet hikayesine,.. Üstüne gitmemiz lazımdı, gidemedik, hata ettik.. Türkiye'nin en büyük yazarlarından biriydi, ölümünden biz sorumluyuz..”

Soysal sözlerine şöyle devam ediyordu:

“Cemil Sait bunları öylesine söylemişti ki konunun üstüne bir daha dönemedim. Hep kafamı kurcalamıştır. Barlas, 1948-1950 yıllarında Hasan Saka hükümetinde Ticaret, daha sonraki Şemsettin Günaltay hükümetinde de Devlet Bakanı idi. Hükümet olarak bir bildikleri mi vardı, yoksa eski Devlet Bakanı Barlas, özel olarak bu konuda bilgi sahibi mi idi? Bunu öğrenemedim (Bak: Reşit M. Ertüzün, Sabahattin Ali Olayı'nın Gerçeği).

PARMAKSIZ HAMDİ BİR CHP'LİNİN ADINI VERDİ

Uğur Mumcu'ya göre ise Sabahattin Ali, bir 'MİT ajanı' eliyle yok edilmişti. Azar Bortaçina 25 Temmuz 2000 tarihli 'Milliyet'te bir başka iddiayı dile getirmişti. Buna göre dönemin İstanbul Emniyeti Birinci Şube Müdürü Parmaksız Hamdi de Ali'nin yakın dostlarından Mehmet Ali Cimcoz'a, “Cinayeti işleyen polis değil, MİT'tir. İnfaz emrini veren de gazeteci yazar, CHP'de üst düzeylerde bir kişidir. Zaten bu emri veren politikacı da daha sonra feci şekilde öldürüldü, adını veremem” demişti Bortaçina yazısında “Takvim yapraklarını geriye çevirip, arşive dalıyorum. Acaba infaz emrini veren politikacı, 12 Mart'tan sonra başbakanlık yapan Nihat Erim olabilir mi?” diyordu.

1980'de Kartal Dragos'taki evinin önünde sol bir örgütün militanları tarafından vurularak öldürülen '12 Mart' dönemi başbakanlarından Nihat Erim'in ailesi ise bu iddiayı her zaman yalanlamıştı.

İddialar muhtelif ama Sabahattin Ali'nin mezarının bile gizlenmesi işin arkasının karanlık olduğunu gösteri-yor. Yoksa cinayete kurban gitmiş meşhur bir edebiyatçının naaşı ailesine niçin teslim edilmesin!


Failleri belli maktulleri meçhul cinayetler!

1980'li yıllarda Sıkıyönetim Komutanlığı da yapan emekli Korgeneral Nevzat Bölügiray 2009'da 'Geçmişten Geleceğe' başlıklı kitabında anılarını yayımlamıştı. Anılarında Sabahattin Ali'yi akıllara getiren bir cinayet olayına yer vermişti. Bu cinayet de 1948'de Bulgar hududunda gerçekleşmişti.

Bölügiray 'Edirne Sınır Taburu'nda genç bir üsteğmen idi. Bir akşam iki subay arkadaşıyla sohbet ediyordu. Sohbet sırasında polisler bir sivili getirip teslim etmişlerdi. Polisler yanlarında bir de dönemin MİT'i olan 'MAH'dan bir yazıyı da yanlarında getirmişlerdi. Yazıda şu ibareler yer alıyordu:

“...yazı ile gönderilen (...) Üniversitesi hocalarından (...), Stalin'e gönderdiği dilekçe ile Sovyet vatandaşlığına kabul edilmesini istemiştir. Kendisi, Bulgaristan sınırından, 'usulü dairesinde ve kimseye gösterilmeden' sınırdışı edilecektir...”

Yüzbaşı Aziz, çavuşa, “Teslim alın ve nezarete atın. Dikkatli olun. Biz onu yarın sabah Bulgaristan'a postalarız, o da sevgili Rusya'sına kavuşur” demişti. Çavuş dışarı çıktıktan sonra Üsteğmen Fevzi şöyle konuşmuştu:

“Nah Rusya'ya gideceksin! Namussuz komünist p...! Biz, bu namussuz gibi üç kişiyi postaladık sınırdışına. Ama canlı olarak değil tabii. MAH'ın yazısındaki 'kimseye gösterilmeden sınırdışı edilsin' sözlerinin anlamı, 'adamı yok edin' demek oluyor. Anladın mı şimdi ha!?”

Bölügiray ertesi gün neler olduğunu Üsteğmen Fevzi'den öğrenecekti. Buna göre Yüzbaşı Aziz, Üsteğmenler Rıza ve Fevzi, adamı sınıra götürmüşlerdi. Arkadan elleri bağlı olan adamın boynuna ilmikli ip geçirerek boğmuşlardı. Üsteğmen Fevzi, “Tabii 'kimse görmeden sınırdışı edilmesi' için ateşli silah kullanamazdık. En sessiz ve temiz yöntem boğmaktı. Biz de öyle yaptık. Sonra da Bulgar sınırının üç dört adım ötesinde bir çukur açtık, adamı içine atıp toprakla örttük” demişti Bölügiray'a.

61 yıl süren suskunluğunun nedenini Korgeneral Bölügiray şöyle açıklıyordu:

“Olayı sadece bana anlatmışlardı. Bu nedenle başka bir tanık gösteremezdim. Ayrıca cinayeti nasıl kanıtlardım? Bu çaresizlik içinde susmaktan başka bir şey yapmama olanak yoktu. Ben de sustum bugüne kadar. İlk kez burada açıklıyorum bu olayı.”

İşin tuhafı, bir general 61 yıl önce tanık olduğu bir olayı ifşa ediyor ama kimsenin kılı kıpırdamıyor. Adamlar daha önce üç kişiyi de aynı şekilde öldürdüklerini itiraf etmişler. Bölügiray'ın arkadaşının “öbür tarafa postaladık” dediği üç kişinin kimliği de meçhul. Failleri belli ama maktülleri meçhul dört cinayet var ortada. Üstelik sonuncusunun üniversite hocası olduğu belirtiliyor. Peki bu cinayetleri aydınlatmak, en azından maktüllerin kimliğini tespit etmek kimin işidir, 61 yıl önce işlenmiştir diyerek geçiştirebilir miyiz? Acaba bu dört kişinin ailesi yurtdışına kaçtıklarını zannettikleri yakınlarından bir gün sevinçli bir haber alacaklarını uzun yıllar ümit etmişler miydi?


Enver Paşa'nın kardeşine sabotaj

2 Mart 1949'da İstanbul Sütlüce'de mezbaha yakınlarında bir fabrikada meydana gelen patlamalarda 27 kişi hayatını kaybetmiş, onlarca işçi de yaralanmıştı. Ölenlerden altısı yangını söndürmeye çalışan itfaiye eriydi. İstanbul'u dehşete düşüren patlamaların gerçekleştiği fabrikanın sahibi de içerde kalanları kurtarmaya çalışırken ölmüştü. Meşhur Enver Paşa'nın küçük kardeşi Nuri Killigil Paşa'ydı fabrikanın sahibi. 1918'de 'Kafkas İslam Ordusu'nun başında Bakü'ye giren ve Azeri halkın büyük sevgi gösterisiyle karşılaşan Nuri Paşa'ydı. Patlamalarda başta Nuri Paşa olmak üzere pek çok kişinin cesedinden iz bile kalmamıştı. Nuri Paşa uzun yıllar Almanya'da yaşadıktan sonra Türkiye'ye dönerek işadamlığına soyunmuştu. Çeşitli işler denedikten sonra Zeytinburnu'ndaki madeni eşya fabrikasını Sütlüce'ye taşımıştı. Fabrikada patlayıcı maddeler, tabanca, havan mermisi, havan topu ve sair harp malzemesi imal ediliyordu. İmal edilen

silahlar ve patlayıcı maddeler hem Milli Müdafaa Vekaleti'ne hem de dışarıya satılıyordu. Uğur Mumcu'nun “40'ların Cadı Kazanı” kitabında verdiği bilgiye göre söz konusu patlamalar gerçekleştiği sırada Nuri Paşa, İsrail'le savaş halinde olan Mısır'dan 50 bin silah siparişi almıştı.

Konu 18 ve 23 Mart'ta Meclis'te de tartışmalara sebep olmuş, bazı mebuslar “olay örtbas edilmeye çalışılıyor” demişlerdi. 23 Mart günü Meclis'in kapalı oturumunda neler konuşulduğunu bilmiyoruz. “Tanzimat'tan 12 Mart'a: Türkiye'de Siyasal Cinayetler” kitabında Alpay Kabacalı şöyle demiştir: “Olay üzerinde birtakım soru işaretleri bulunmaktadır. Bunun 'ihmal değil, 'suikast' ya da 'sabotaj' olduğu öne sürülmüştür. Silah satışının kimi devletlerin silahlanmasına yol açması ve bunun birtakım başka devletleri tedirgin etmesi dolayısıyla, ilk akla gelen bu gibi olasılıklardır.” Nuri Paşa'nın silah fabrikasının potansiyel müşterileri Suriye, Mısır, Pakistan gibi Müslüman ülkeler idi. Suriye ve Pakistan yeni kurulmuş devletlerdi. Mısır, Irak, Suriye ve Ürdün, bir oldu-bittiyle kurulan İsrail ile savaş hali içindeydiler. Dolayısıyla Nuri Paşa'nın bu ülkelere harp malzemesi temin etme ihtimali bile fabrikasının hedef haline gelmesi için yeterli bir sebep olarak görülüyordu.



12 yıl önce
default-profile-img