|

Urfa Üstad'ı bağrına bastı

Mustafa Çalışan
00:00 - 29/03/2010 Pazartesi
Güncelleme: 22:46 - 28/03/2010 Pazar
Yeni Şafak
Urfa Üstad'ı  bağrına bastı
Urfa Üstad'ı bağrına bastı
Üstad'ın son demlerinde Urfa'yı tercih etmesinin siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çok sebepleri var. O dönemde Üstad Abdullah Yeğin ağabeyi buraya göndermiş. Nurlar o zaman 56 yılının yaz ayında basılıyordu. Hulusi ağabeyden sonra Yeğin ağabey orada 8 sene kaldı. Arkasından Zübeyir Gündüzalp geldi. O dönem her şey Urfa üzerinden yapılıyordu. Kitap mektup vs. Urfa'ya Üstad o zaman 4. Nur merkezi diyordu. Birisi Isparta. Diğerleri İstanbul ve Ankara. Gönderdiği mektuplarında inşallah ahir hayatım Urfa'da olacak diyor. Son dönemlerinde çok hasta idi. Ben yatın dinlenin dedim. Bana, “Oğlum ben Hz İbrahim'i rüyamda gördüm beni davet ediyor” dedi. İhtimaldir ki bunu hissetmiş.

Urfa'ya gelişi de sıkıntılı sanırız?

Evet o zaman Konya'da. Oranın Cemil Keleş isminde bir vali varmış. Risale-i Nur talebelerinin kökünü kazıyacağım diyormuş. Oradan Urfa'ya gelişi gizli olmuş. Urfa'ya gelip İpek Pals Oteli'ne yerleşmiş. O dönem onu gören aziz hafız polis komiser şunları anlattı: “Otel ipek Palas'ın önünden geçerken baktım yaşlı bir zat indi arabadan. Hiç bu asrın insanlarına benzemiyor. Kıyafetleri de benzemiyor. Babam da ondan çok bahsederdi. Ben kendi kendime dedim ki olsa olsa odur. Otele gidip sordum bu kimdir diye. Dediler, Bediüzzaman Hazretleri.” Bunun üzerine komiser Emniyet'i telefon açmış ve Üstad'ın Urfa'ya geldiğini. Emniyet olarak biz de bilmiyoruz geldiğini. Ankara onu izlemesine rağmen farkında değiller buraya geldiğinin. Urfa Emniyet Müdürü, İçişleri Bakanlığı'na bildiriyor burada olduğunu.

Sonra ne olmuş?

Galiba İçişleri Bakanlığı da gönderin demiş ki, Üstad'a gitmişler, dönmeniz gerekir demişler. Üstad onlara, “Oğlum ben belki de buraya ölmeye geldim, halimi görüyorsunuz. Beni müdafaa edin. Bu halimle bir yere gidemem” demiş. Ankara çok sertmiş geri gönde-rilmesi konusunda. Bu arada Mehmet Davut (Demokrat Partili yönetici), Emniyet Müdürü'nün yanına gidiyor. Onu göndermek isteyenler evvela bizi ezer. Kimse ona dokunamaz. Sonra Mehmet Davut, hastaneye gidiyor heyet raporu alıyor, Urfa'da kalması için. Ama Üstad o akşam vefat ediyor. Üstad, Urfa'nın ölüsüne de dirisine de tüm halkına dua ediyorum derdi. Daha önce çok az kişiyi kabul etmesine rağmen Urfa'da kim gelirse gelsin demiştir. Sıraya giriyor yüzlerce insan. O da iltifat ediyordu gönlünü alıyordu insanların. Çok kıymetli talebelerini almadığı olurdu ama Urfalıları kabul ederdi.

Üstad Urfa'da kaç gün kaldı?

Bir buçuk gün. İkinci akşam sehere doğru vefat etti. Barla'da görüşmüştük. Buraya geldiğinde askerdim.

Urfa'da o dönem çeşitli kozmik olaylardan bahsedilir. Mesela çamur yağması gibi. Duyduğunuz bir şeyler var mı?

Sordum birçok kimse evet dedi. Çamur yağmış, her yer karanlık olmuş. Bir de Üstad'ın vefat edeceği gece Urfa'nın üzerine kuşlar varmış çok fazla. Gündüz de baktık ki sırtları siyah karınları beyaz. Turnaya benziyor. O gün sabaha kadar o kuşlar Urfa'nın üzerinde gidip geldi diyorlar. Vefat edince Demokrat Parti İl Başkanı Mehmet Hatipoğlu, ağırlığını koyuyor ve oraya defnediyorlar. 111 gün orada kalıyor. Sonra 11 Temmuz 1960'da Milli Birlik Komitesi üyeleri ve askerler Konya'da kardeşini bulup kendisine bir dilekçe imzalatıyorlar. Kendisi müracaat etmiş gibi. Ağabeyimi oradan başka bir yere nakletmek istiyoruz diye. Onu da götürüyorlar. 4 Temmuz günü dilekçe buraya geliyor. Ondan sonra 11 Temmuz günü mezar kazılıyor ve Akçakale yöresinde bekleyen uçağa götürüyorlar. Ne yaptılarsa içine girmedi. İkinci bir uçak Diyarbakır'dan istendi. Ona sığdı.

Nereye götürmüşler?

Bizzat kardeşinin 1962'de bana anlattıkları şöyledir; “Afyon'a gitmişler ikindiye doğru. Askeri komiteler hazır. 5- 6 saat dağlık bir bölgeden gittikten sonra sabaha karşı bir yere vardık. Kazılmış bir türbe var hazır. Oraya gömdüler. Başçavuş bana dedi ki, hocam burada kalabilirsin. Ben düşündüm kalıp da ne yapacağım zaten perişanım. Ah niçin kalmadım diyorum. Beni evime gönderir misiniz dedim. Siyah bir otomobil geldi. Bindik 1,5 saat kadar yol aldık. Dedim çocuğum burası neresi dedi ki Eğirdir, bildiğim bu kadar.”

Günlük hayatı hapishanelerde geçen birinin cesedine neden katlanamadılar da oradan oraya taşıdılar, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir zihniyet var hâlâ devam ediyor. Onların nazarında din yok. Bu anlayış hâlâ hâkim. Onların yaptığı bütün projeler dine karşı. Onlara göre dediler ki biz bu adamın kabrini kaybedersek bu Nurculuk biter. Ama tam aksi oldu. Kabir yıkıldıktan sonra okuyucular yüzde yüz arttı. Çam Dağı'nda Üstad'ın üzerinde köşk gibi kulübe gibi yaptırdığı bir ağaç vardı. Katran ağacı. Bu ağacı kestiler. Ağaç kesildikten sonra oranın başçavuşu demiş ki ağaç kesildikten sonra buraya gelen Nurcuların sayısı 1'e 5 arttı.

Bediüzzaman'ın 50 yılı sizin için ne ifade ediyor?

Kendisi benim ölümüm hayatımdan çok fazla daha dile gelecek demişti. Öyle oldu. 1953'de Urfa'da öğretmen, memur kimse yoktu. Şimdi bir yere gidiyoruz, 10 tane profesör var, öğretmen, milletvekili var. Bugünleri görmek bizi mutlu ediyor tabi.


ABDÜLKADİR BADILLI KİMDİR?

1936'da Urfa'da doğdu. 1953'te Bediüzzaman ve eserleriyle tanıştı. Türkçe, Osmanlıca, Arapça, Farsça, Kürtçe dillerine vakıftır. “Mufassal Tarihçe-i Hayat” isimli üç ciltlik eser hazırladı. Halen Urfa'da yaşamaktadır.





Prof. Dr. İskender Pala

“Bediüzzaman bu ülkeye insanların manevî dünyalarına hitap edebilecek eserler kazandırdı”

Belirli zamanların ve çağların bir takım sahipkıranları olur. Bunlar o toplumu daha güzel, daha insaniyet kavramı içerisinde yapılandırmak üzere çalışma yaparlar. Bu çalışmalar bazen acı verir, bazen sıkıntı getirir. Ama o insanların üzerine düşen görev, onlara terettüp eden görev, bir sıkıntıdan ziyade nimet gibidir. Onlar bunu nimet bilirler.

Bediüzzaman da bir dönemde böyle yaşamış. Yaşadıklarından dolayı topluma gerek hüzünlü, gerek derin izler bırakmış ve o izler doğrultusunda da toplumun içerisindeki bazı insanlar, ondan ilham almaya devam ediyorlar. Bu bakımdan bir kanaat önderi olmak, bir yol gösterici olmak bakımından yaptıkları elbette ki herkes tarafından takdirle karşılanmaktadır.

Bediüzzaman bu ülkeye insanların manevî dünyalarına hitap edebilecek eserler kazandırdı. Bu eserler dolayısıyla insanların kendilerini tanımaları daha kolay hale geldi.





Din ilimleri ile modern/pozitif ilimleri birleştiren bir model ortaya koyma hedefi taşıyan Medresetü'z Zehra'da üç dilde eğitim verilecekti; Arapça vacip, Türkçe şart, Kürtçe caiz...

Bediüzzaman Said Nursi dava ve proje adamıydı. Bu gayretlerinden birisi de kendisinin “Madresetü'z Zehra” ismini verdiği büyük proje idi. 1914 yılında ve Birinci Cihan Harbi'nden evvel Van'da; Üstad Bediüzzaman Said Nursi'nin açılması için teşebbüse geçtiği ve Van Artemid'de (Edremit) temelini attığı “Şark Üniversitesi” çok önemsediği bir proje idi.

Bu proje esasında bir 'bina inşası' değil; bir 'zihniyet inşası' idi. Din ilimleri ile modern/pozitif ilimleri birleştiren bir model ortaya koymak istiyordu.

Bediüzzaman, Medresetü'z Zehra'yı, İslam ümmetinin o dönemde yüz yüze geldiği üç büyük meselenin halli için bir model olarak düşünür. Bu meselelerin ilki, cehaletle birlikte gelen fakr u zaruret (yoksulluk), ikincisi, madde ile mana, kainat ile Kur'an, akıl ile vahiy, modern bilimler ile dini ilimler arasında yaşanan büyük bölünme; üçüncüsü ise, özelde Türkler ve Kürtler arasında zuhura başlayan ve esasen bütün Müslüman unsurlar arasındaki iman kardeşliğine gölge düşüren, “asabiyet-i cahiliyeyi” (menfi milliyetçilik/ırkçılık) çağrıştıran milliyetçi gerilimlerdir.

Said Nursi, merkezi Bitlis, şubeleri ise Van ve Diyarbakır'da olacak şekilde tasarladığı Medresetü'z Zehra projesi temelinde ısrarla vurguladığı üç temel husus şudur: a) Modern bilimler ile dini ilimlerin, vahyin yol göstericiliğinde birleştirilmesi (meczi), b) Birbirine rakip üç ayrı kolda ilerleyen mektep-medrese-tekkeyi böylece barıştırıp buluşturmak, c) Arapça-Türkçe-Kürtçe'yi beraberce öğreterek, İslam ümmetinin bu topraklarda yaşayan fertlerinin hem İslami mirasla, hem kendi aralarında sağlıklı ve kalıcı bir “iletişim” kurmasına imkân sağlayarak “milliyetçi gerilimi” aşmak ve farklı milliyetlere mensup mü'minlerin İslam kardeşliğinde buluşmasını sağlamak…

Üstad 1910'lu yıllarda bu konuyu gündemine almıştı. Yüz yıl sonra bugün 2010'lu yıllarda geriye dönüp bir kez daha bakıldığında, bu büyük projenin ne derece hayati bir önemi haiz olduğu bir kez daha anlaşılıyor. Hem O'nun o gün tesbit ettiği problemlerin bugün de büyük ölçüde sürüyor olması açısından, hem de yüz yıl içinde yaşanan büyük sınavlar ve kayıplar açısından…

Said Nursi'nin üniversite modelinde üç dil hâkim olacaktı. Arapça vacip, Türkçe lazım/şart, Kürçe caiz.. Buna göre “İslam kardeşliğini” merkeze alan bir tasavvur gerçekleşecekti...





Bediüzzaman, ülkemiz gündemini yaklaşık yüz yıldır işgal eden Ermeni meselesine eserlerinde önemli tespitlerle yer vermişti. Ona göre, bugün yaşayan insanların hiçbirisi geçmişte olan acı olayların aktörü değildi. Aynı dine mensup olmak, aynı soydan gelmek, aynı toprakların çocuğu olmak, kimseyi daha öncekilerin yaptığı hatalardan sorumlu tutulmayı gerektirmezdi. Bediüzzaman'a göre bu yargı her iki ulus için de geçerliydi.

1900'lü yılların başında, Ermenilerle bölge halkı arasında oluşan sıkıntı ve gerilimin kaynağını Bediüzzaman şöyle tanımlar: “Bizim düşmanımız ve bizi mahveden, cehalet ağa, oğlu zaruret efendi ve kardeşi husumet beydir. Ermeniler bize düşmanlık etmişlerse şu üç müfsidin (bozguncu) kumandası altında yapmışlar.”

Said-i Nursi'nin yaşadığı dönemde Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında husumet ve düşmanlık vardı. Aşiretler arasındaki düşmanlıklar, eşkıyalar bölge halkının güvenliğini tehlikeye sokuyordu. Bediüzzaman, Osmanlı'yı oluşturan farklı unsurlar arasındaki problemlerin çözümünü “adalet-i şerriyat ve hukukların muhafazasına” bağlamaktadır.

ÖZGÜRLÜKLER VERİLMELİ

Bediüzzaman, Ermenilere verilen özgürlükleri destekliyordu. Dönemin aşiret mensupları, Meşrutiyet'le birlikte gayrimüslim unsurlara tanınan özgürlüklere itiraz ettiler. Bediüzzaman, İslam'ın bizzat bu özgürlüklere izin verdiğini belirterek, iti-razlara şöyle cevap verdi: “Onların hürriyeti, onlara zulmetmemek ve rahat bırakmaktır. Bu ise şer'idir.” Ardından başka devletlerin sınırları içinde Müslümanların yaşadığını ve onların hak ve özgürlükleri olduğu gibi, Osmanlı topraklarında yaşayan gayrimüslimlerin de hak ve özgürlüklerinin olması gerektiğini beyan etti.

Said Nursi, Ermenilerin uyandığını ve terakki ettiğini, bölgedeki aşiretlerin ise uykuda olduğunu belirterek, Ermenilerden öğrenilecek çok şey olduğuna da vurgu yaptı. “Ermeniler uyandılar. Dünyaya yayıldılar, terakkiyat (gelişme/kalkınma) tohumlarını topladılar. Vatanımıza ekecekler, bizi de medeniyete mecbur edecekler. İşte şu noktalardan dolayı onlarla ittifak etmek lazım” diyerek, Ermenilerle çatışmayı değil, uzlaşmayı tavsiye ediyordu.

Türkiye'nin uluslararası arenada kuvvetli olabilmesi ve elinin güçlenmesi için Ermenilerle olan sorunları halletmesi gerektiğini o günlerden öngören Said-i Nursi, “Ermeniler komşudurlar. Komşuluk dostluğun komşusudur” sözleri ile onlarla dost olmanın gerekliliğine vurgu yapmaktadır. Günümüzde ise sınırların her türlü etkileşime karşı kapatılmasından dolayı, yabancılaşma söz konusu olmuştur. Arada iletişimin olmaması, düşmanlığı giderek artırmaktadır. Çünkü kişi bilmediğinin düşmanıdır. İnsanlar ve toplumlar iletişim ve diyalog kurdukları sürece birbirlerini daha iyi tanıyabilmektedirler.

Farklı etnik ve dini ayniyeti olan topluluklar Osmanlı toprakları üzerinde yüzyıllarca barış içerisinde yaşadı. Bu, adil muamele görmenin ve kendi haklarını kullanabilmenin tabii bir sonucu olarak gerçekleşti. Adaletten sapıldığı ve bir kısım haklar engellendiğinde, huzursuzluklar ve sorunlar ortaya çıktı. İşte bu noktada Bediüzzaman “Müsavaat (eşitlik) fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise şah ve köle birdir” demektedir.

Bediüzzaman bir tespitinde: “Her bir Müslüman'ın, her bir sıfatı Müslüman olması lazım olmadığı gibi; her bir kafirin dahi, bütün sıfatları ve sanatları kafir olmak lazım gelmez” şeklinde global anlamda fikirler ortaya koymaktadır.

Said-i Nursi, bir gruba mensup olan bir kişinin yaptığı hatanın faturasını tüm gruba çıkarmanın yanlış olduğunu ifade etmektedir. Bazı hatasından hareketle, tüm grup üyeleri hakkında menfi düşünülmemesi gerektiğini ifade eder. Bu çerçevede Ermeniler hakkında genel bir hüküm vermek ve kişisel hataları gruba genellemek yerine, sadece hatayı yapanı sorumlu tutarsak, adaletin sağlanmasının kolaylaşacağını ifade eder.

GEÇMİŞİN YÜKÜ BUGÜNE YÜKLENMESİN

Yine Said Nursi bu noktada şöyle bir tespiti dile getirir: “Bir hanede veya bir gemide, bir tek masum, on cani bulunsa, Kur'an'ın adaleti o masumun hakkına zarar vermemek için, o hanenin yakılmasını ve geminin batırılmasını men eder. Dokuz masumu bir tek cani yüzünden mahvetmeyi adaleti ilahi menetmiştir.”

Özetle hem Ermeniler hem de Müslümanlar geçmişte yaşananların günahını/sorumluluğunu şu an yaşayanlara yüklememeli. Bir Müslüman bu tür olaylarda haksız yere bir kişiyi öldürmenin, tüm insanlığı öldürmek gibi olduğunu bilmelidir. Kendi kul hakkı ihlal edilmiş olsa bile, bu onun başkalarının hakkına girmesini meşrulaştırmaz. Bu anlayışla her iki taraf “öteki” olarak gördükleri ile ilişki ve bakış açılarını gözden geçirmelidir. Hareket noktamız, herkes için adalet olmalıdır, kendi özgürlüğümüze değer verdiğimiz kadar, başkalarının özgürlüğüne de değer vermeliyiz. Bediüzzaman'ın ifadesiyle “Sizde olanı yarı hürriyettir. Diğer yarısı başkasının hürriyetini bozmamaktır.” (Risale-i Nur Külliyatı, Münazarat)





YARIN


  • PROF. DR. SERVET ARMAĞAN ÜSTAD'I ANLATTI



  • 14 yıl önce