|

1914'ü yeniden düşünmeli

Hakan Yel yeni romanı Rüzgâr Ekenler'de Ermeni meselesine farklı bir okuma sunuyor. “Tarihi kelimelerle resmettim” diyen yazar, 1914 yılının Erzurum'unda yaşanan olayları her iki tarafın bakışıyla anlatıyor.

Hatice Saka
00:00 - 14/01/2009 Çarşamba
Güncelleme: 23:50 - 13/01/2009 Salı
Yeni Şafak
1914'ü yeniden düşünmeli
1914'ü yeniden düşünmeli

Hakan Yel, 'Sultana Dokunmak', 'Lokanta' gibi şiddet içerikli romanlarından sonra Ermeni meselesine eğildiği 'Rüzgar Ekenler'le okurunun karşısında. 1914 yılının Erzurum'unda iki komşu köyün başından geçenlerin anlatıldığı roman, Ermeni meselesine farklı bir bakış açısı getiriyor. Çiğdemli ve Armanlı köyünün sakinleri dönemin karmaşasında bile nasıl bir arada olunabileceğini gösteriyor okuyucuya. Tarihi kelimelerle resmetmeye çalıştığını söyleyen Yel, ciddi bir araştırma sürecinden sonra romanını kaleme almış. “Amacım okurumu o günlere götürebilmek, o günün şartlarını anlamalarını sağlamak ve o günlere ait fikirlerini tekrar gözden geçirmelerini sağlamaktı.” diyen yazar, tarihi bir roman ortaya koyuyor. Dostluk, aşk, vatan sevgisi ve daha birçok duygunun kol kola gezdiği 'Rüzgar Ekenler' günümüzde çok tartışılan Ermeni meselesine yeni bir soluk getireceğe benziyor.

Son yıllarda Türkiye'de en çok konuşulan konulardan biri Ermeni Meselesi. Siz de Rüzgâr Ekenler'de Türk ve Ermeni dostluğuna dikkat çekiyorsunuz. Sultana Dokunmak ve Lokanta romanından sonra tarihi bir konuya eğilmeye nasıl karar verdiniz?

Bu konuyla ilgili iki cevabım var. Öncelikle sıradan vatandaş olarak bu konu hakkında bu ülkede yaşayan herkesin kendi fikrini oluşturması gerekir diyorum. Tabii kişi, bu fikri oluşturabilmek için sadece sevdiği köşe yazarlarını takip etmekle yetinmemeli. Konunun iki tarafını da ve iki tarafın iki uçtaki düşüncelerini de dinlemeli, okumalı, araştırmalı. Ondan sonra kendi fikrini oluşturup bunu çevresine aktarmalı, tartışmalı. Ben kendi adıma işin bu kısmını yaptım ve ulaşabildiğim tüm bilgilerin bu konuyla ilgili net bir fikir oluşturabilmek için yetersiz olduğu sonucuna vardım. Parantez içinde belirtmeliyim ki, o günlerde o bölgede çok ciddi haksızlıklar yapılmıştır. Dönemin idarecileri, sivillerin güvenliğini yeterince sağlayamamıştır. Ancak bu noktada bile o günün savaş şartlarını gözden kaçırmamak gerekir. Savaş şartlarındaki kamu düzeni boşluğuna örnek: 1992-1995 yılları arasında üstelik "Globalleşen Dünya" zırvalığının tavan yaptığı dönemde, Avrupa'nın ortasındaki Boşnaklara yapılanlardır. Dünya tüm medeniyetine ve tüm teknik imkanlarına rağmen olaya zamanında müdahale etmemiş durumu "savaş ortamı kayıpları" olarak kabullenmiş ve kayıt altına alarak izlemekle yetinmiştir. Ermeni tehciri ile ilgili olarak, bugün her iki tarafın da ateşli savunucularına baktığınızda, sanki o talihsiz ve zor günlerde, bahsi geçen bölgelerde yaşamışlar, olanları gözleriyle görmüşler gibi algılıyorsunuz. O kadar hararetli bir şekilde savunuyorlar ki tezlerini, ağzım açık kalıyor. Net olarak söylüyorum: Ermeni sorunu konusunda öyle ya da böyle fikir belirtecek zatların, muhakkak, dönemin Osmanlı, Rus, İngiliz, Ermeni, İran, Fransız, Alman ve Amerikan devlet arşivlerine vakıf olmaları gerekmektedir. Kaldı ki bunların sadece kamuoyuna açık olanlarına değil aynı zamanda konuyla ilgili gizli devlet dosyalarına da ulaşmaları gerekmektedir. Ancak o noktadan sonra öyle ya da böyle bir fikir beyanında bulunabilirler ve bu fikirlerine saygı duyulabilir. Tüm bunları yapmadan, olayı tek taraflı araştırmak ya da tarihçilerin yapması gerekeni yapmaya soyunmak tamamen abesle iştigaldir.

İkinci cevabım ise; "yazar çırağı" Hakan Yel olarak, beni tanıyan ve takip eden okurun sevdiği kendi anlatım dilimden, tarihin bir dönemini kelimelerle resmetmeye çalıştım. Geri plandaki amacım; okurumu o günlere götürebilmek, o günün şartlarını anlamalarını ve o günlere ait fikirlerini tekrar gözden geçirmelerini sağlamaktı. Bunda da ne kadar başarılı olduğuma, okur, teveccühü ile karar verecek.

1914 yılının Erzurum'u, biri Türklerin diğeri Ermenilerin olan Çiğdemli ve Armanlı köyü, çok kritik bir bölge ve Türkiye'de taşların yerinden oynadığı bir zaman dilimi. Bu faktörlerin romanı yazma sürecini zorlaştıran etkenler haline dönüştüğü oldu mu?

Ben genel anlamda yakın tarih üzerine okumayı severim. Ancak 1914 yılında geçen bir roman yazmaya kalkıştığımda, birden karşımda beliren dev gibi sorulardan korktum. “O dönemin insanları ne düşünür, hayatı nasıl algılar, günün yirmi dört saatini nasıl geçirir, yaz ne yapar, kış ne yapar, ne yer ne içer, günlük yaşamları nasıldır ve bunu ne renklendirebilir?” gibi sorulara cevap bulmam gerekiyordu. Sadece bu da değil; “O bölgeden, o dönem İmparatorluk, çevre ülkeler ve dünya nasıl görünüyordu, nasıl algılanıyordu, hayallere nasıl şekil veriyordu?” gibi soruları da mantıklı bir şekilde cevaplandırmalıydım. Tabii tüm bu soruların cevabını bulmak da yetmiyordu. Bu cevapları, okuru sıkmadan romana yerleştirmek mecburiyeti vardı. Neticede ben bir başvuru kitabı hazırlamıyordum. Bu açıdan bakıldığında zor bir yazma süreci geçirdik diyebilirim.

Toplumsal gerçekliklerin dayattığı şiddet, yaşama savaşı ve tüm olumsuzluklara rağmen filizlenen aşklar, Rüzgar Ekenler için insani kaygılar üstüne kurulmuş bir roman diyebilir miyiz?

"Rüzgar Ekenler" romanı "Türkler haklı!" demez. Aynı şekilde "Ermeniler haklıdır!" da demez. Sadece hayatı anlatır. O günleri, o mekanları ve o olayları tarafsız bir şekilde okurunun beğenisine, algısına sunar. Romanı okuyan herkes serbesttir; kendi yaşam kültürü ve fikri altyapısına göre bir sonuç çıkarabilir. Kahramanlar açısından da durum böyledir. Her okur kendi hayat anlayışına göre birini "kahramanı" olarak konumlandırabilir. Çünkü orada hayatın kendisi vardır. İnsanın aslında ne kadar aciz bir mahluk olduğunu olanca çıplaklığıyla gösterir. "İnsanları yönlendiren fikirler değildir, duygulardır" diye okuruna anlatır roman.

Birçok yönden ortaklıkları bulunan Hüseyin Ağa ve Haçik Usta'nın barış için yaptıkları mücadeleleri ve sorunları aşmada kullandıkları yöntemleri nasıl yorumluyorsunuz?

Her iki karakter de sağduyuyu temsil ediyor bana göre. Hayatın dengesini, ne pahasına olursa olsun tutturmaya çalışan iki kanaat önderidir bu kahramanlar. "Hepimiz Allah'ın kuluyuz!" merkezli duygudan ve vicdandan hareket ederler. Onlara göre fikirler, sıfatlar değildir önemli olan. İnsan olmaktır, haddini bilmek, hak yememektir asıl mesele. Farklılıkları kabul edebilip kendini çok da yüceltmeyen, "Mevlam böyle yarattıysa vardır bir bildiği, bizim aklımız ermez" deyip hayatı ve ona ait renkleri değiştirmeye kalkışmayanlardır. Hadlerini bilen insanlardır, bu açıdan hayranlığımı kazanmaktadırlar.

Çiğdemli köyünün imamı Türkiye'de edebiyat ve sinema alanında çizilen imam tiplemesinin çok dışında. Bu seçiminiz bilinçli bir tercih miydi ?

Tabii ki bilinçli bir tercihti. Bu husus çok önemlidir. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Görmez, bir televizyon sohbetinde bu konuyla ilgili teessüfünü aktarmıştı. Maalesef, Cumhuriyet sonrası Türk sineması ve edebiyatı, anlaşılmaz bir sorumsuzlukla, eserlerinde genellikle "İmam" karakterini bağnaz, insani duygulardan uzak, kırıcı, dökücü, yıkıcı, kışkırtıcı biri olarak konumlandırmıştır. Sayın Görmez'in bu tespitine gönülden katılıyorum. Her meslek grubunda olduğu gibi iyiler ve kötüler elbette İmamlar arasında da vardır. Ancak sürekli olarak o meslek gurubunun kötü örneklerini ortaya dökme çabası varsa, orada tarafsızlıktan bilinçli uzaklaşan bir kötü niyet aramak durumundayız. "İmam İbrahim"i karakterize ederken, o mesleğin iyi örneğini hatırlatmak istedim. Özlenen, hepimizin ihtiyacı olan, toplumu bir arada tutan, gerçek hayatı reddetmeyip ilahi doğrulara uygun yorumlayan, hayatı zorlaştırmayıp aksine kolaylaştıran bir önder olmalıydı imam. Bugün, bu kutsal meslekle ilgili "İmam tıksırırsa cemaat hapşırır!" tarzında küçümseyici bir algının topluma yerleşmiş olmasında, bu mesleği bilinçli kötüleyenler kadar mesleğine layık olmayanların da payı vardır. İğneyi önce kendimize batırmamız gerekmektedir. Umarım bir gün bu toplum, imamlarını küçük görmekten vazgeçecek, onların kıymetini anlayacaktır ve yine umarım bir gün, imamlarımız hayatı çözümleyebilme ve kolaylaştırma anlamında toplumun öncüsü olmaya aday birikime ulaşacaklardır.

Dikkat çeken bir başka bir karakter de Derviş. Hem Türklerin hem Ermenilerin saygı duyup korktuğu Derviş, kitapta gizemini koruyor. Bu karakter sadece dini temsil etmiyor değil mi?

Derviş insanın acizliğini temsil eder, hatırlatır. Bir yandan hayatımızda açıklayamadığımız olaylara yüklediğimiz anlamdır, diğer yandan da bizi insaniyetimize bağladığını düşündüğümüz manadır. Derviş aslında her iki toplumun da vicdanı, ortak insani değeridir. Bence Derviş için bu kadar açıklama yeter, bırakalım gizemini korumaya devam etsin ve her okur, onu, kendine göre yorumlasın.

“Tanımadığı birisinin anlamsız bir nedenle bir gün kendisine saldırıp, hayatına son verebileceği ihtimali o güne kadar pek aklına düşmemişti.” berber Musa'nın aklından geçenlere günümüzde de yaşanan trajedilerin bir özeti diyebilir miyiz?

Evet. Yine aynı örneği veriyor olacağım ama dünya yeni bir çağa güle oynaya giderken, ortalık kendini ululaştıran insanlarla dolmaya başlamışken, "Dünyayı çizdik, sıra Mars'ta" çığlıkları atılırken, Bosna'daki insanlar, arka sokaklarında oturan "diğerleri"nin bir gün kendilerini kesmeye, tecavüz etmeye, öldürmeye geleceğini düşünmediler. Netice felaket oldu. Bugün biz de "memlekete bir şey olmaz" havasındayız. Ancak tarih tekerrürden ibaretse, bu topraklar yeni bir savaşa doludizgin gidiyordur.

Son olarak Hakan Yel'in Rüzgar Ekenler'den sonra heybesinde neler var, yeni bir çalışmaya başladınız mı?

Bir kaç proje var elbette. Yazma değil de "genel okuma" evresine girdik. Yine bolca araştırıp, neyi severek yazacağımı gözlüyorum. Bulduğumda "özel okuma" evresine geçeceğim ve sonra da yazmaya başlayacağım. Ancak zaman ne getirir bilemem, bekleyip hep beraber göreceğiz.



Rüzgar Ekenler

Hakan Yel

Altın Kitaplar

344 Sayfa

15 yıl önce