|

2007'de roman

Hande Öğüt
00:00 - 2/01/2008 Çarşamba
Güncelleme: 12:33 - 7/01/2008 Pazartesi
Yeni Şafak
2007'de roman
2007'de roman

Roman okuma ediminde önemli olan, okurun kendini anlam üreticisi olarak hissetme hazzını tatması ve bu ayrıcalığı kullanabilmesiyse, 2007 yılında yayımlanan romanlar içinde Halide Edip'in eserlerinin benim için ayrıcalıklı bir yer teşkil ettiğini söylemeliyim. Ortaöğretim yıllarında "Halide Onbaşı"ya indirgenerek okutulan yazarın romanlarına bugün baktığımda kurmacayı kendim için yeniden yaratabilme ayrıcalığına kavuştuğumu görüyorum. Can Yayınları tarafından tüm eserleri (Handan, Mor Salkımlı Ev, Sinekli Bakkal, Vurun Kahpeye, Ateşten Gömlek) yeniden basılan Halide Edip genç kuşaklara Selim İleri'nin sonsözüyle hakkı yenmeden ve eksiltilmeden tanıtılıyor bu kez. Romanlarında fitneyi, kadını marjinalize eden, güçsüzleştiren bir unsur değil, onu güçlendiren ve tapınılası kılan bir unsur olarak kullanan Edib'in tüm romanlarının ortak paydası, kadın baş karaktere duyulan hayranlık ve aşk yüzünden, erkek benliğinin yıkımıdır. Erkek anlatıcı nihayetinde çocuksu ve histerik biçimde yazarlığını ve otoritesini kaybeder; kadın ise yazıldıkça belirginleşip özneleşir. Ancak Milli Mücadele'nin içinde kadınlığını gizleyerek yer alan Edip, Türkün Ateşle İmtihanı ve Yeni Turan'da "erkek gibi" olmayı yüceltir, çünkü kendisi de kamusal alana ancak eril kodlarla girebilmiştir. Çözülen ilişkileri, aşksız birliktelikleri, cinsel hoyratlığı, 80 sonrasının popülist kültürünü, ahlâki yozlaşmayı bir eksende toplayan İnci Aral'ın Safran Sarı'sında da "erkek gibi bir kız" görürüz: Yeni yetme bir oğlan çocuğuna benzeyen Işık... "Hem dişi, hem erkek reddedilemez bir güzelliği ve korkutucu olmayan bir kösnüyü somutlaştırmış bu kız"ın çiftyanlılığı, insanlık tarihinin ve mitlerin ideal figürüdür adeta. Bireysel tarihlerini silmeye çalışarak, kendilerini şeylerin mülkiyetine eklemleyen Volkan, Harun, Niyazi Bey, Hayali (Hayati), Melike, Eylem ve diğerleri 80 sonrası sürgiden bir tarihsel, siyasal devinisizlik içinde, gösteri tarafından kuşatılmış, ödünç hayatlar yaşarlar. Romanın en ayırt edici yanı, taklit olgusunu bireyin hayatla ve kendi bedeniyle her türlü ilintisine dek massetmesi ve toplumsal cinsiyet kavramıyla oynamasıdır. Toplumsal cinsiyete ve kadın olmaya dair bir ironi de Nihal Yeğinobalı'dan gelir. Eril hakimiyetin ikiyüzlülüğünü yansıtmak adına "bekaret" olgusu etrafında örülen Gazel, 1948 yılında, İstanbul Mirgânköy'de, kendini "bakire bilici" addeden Serap'ın, sırra kadem basan Gazel'i anımsayışıyla geri dönüş ve hayallerle sarmalanır. Bu yıl yayımlanan kadın romanlarında İstanbul hem ana kahraman, hem asıl uzamdır sanki gizli bir ortaklık sonucu...

Sevinç Çokum Tren Burdan Geçmiyor'da 21. yüzyılın az öncesindeki yorgun ve mutsuz İstanbul'la söyleşir, dertleşir. 1994 yılının İstanbul'unda, Cezayir Sokağı'da başlayan roman, gazeteci Nüzhet Fermanlı üzerinden Yunanistan'ı da kapsayarak üç ayrı kuşağın öyküsünü dile getirir. Buket Uzuner de İstanbullular'da göçlerle durmadan büyüyen İstanbul'dan, günümüz Türkiye'sinden bir kesit sunar. 2005 yazında, Atatürk Havalimanı'nda tekinsizlikle geçen dört saati, kalabalık bir kadroyla anlattığı romanda bir esas kızla esas oğlan vardır: Belgin Gümüş ve Ayhan Pozaner... Heykeltıraş sevgilisi Ayhan için, on üç yıldır New York'ta yaşadığı hayatı bırakıp İstanbul'a kesin dönüş yapan genetik bilimci Belgin, Ayhan'ı değişmiş bulacak mıdır? Bir başka bilim kadını Oya Baydar'ın Kayıp Söz'ünün kahramanıdır. Artık yazamaz olmuş, sözünü kaybetmiş yazar Ömer Erdem'in karısı Elif, dünyayı saran şiddetten kaçmak için uzak bir adaya taşınır. Kocası ise masalını bulmak için Doğu'ya gitmektedir. Farklı yönlerde kendi gerçekliklerini arayan Elif, hem örgütünden hem devletin güvenlik güçlerinden kaçan Mahmut, Mahmut'un töre kurbanı sevgilisi Zelal, eczacı Kürt kadını Jiyan, savaşın ve şiddetin etkisine maruz kalmış, travmatize bireylerdir. Kayıplarımız aracılığıyla birbirimize benzediğimizi dile getiren Baydar, çözümsüz bir toplumsal sorun haline gelen Kürt meselesine edebiyatın içinden bakarken; Ayşegül Devecioğlu da Ağlayan Dağ, Susan Nehir'de bile isteye tarihini unutmuş, unutmayı ölümle ikame etmiş bir cemaati, Trakya Çingeneleri'ni anlatırken toplumsal tahayyül tarafından unutturulan 12 Eylül'ü, Auschwitz'i, Maraş Katliamı'nı bir araya getirerek, diğerini gizleyen ya da eşlik eden gerçek olayların arketipine, faşizmin köklerine dek götürüyor okurunu. Ömrü boyunca kendi kimliğinden göçmeye çalışmış Naciye Abla'nın, ben anlatıcı ile yan yana ilerleyen hikâyesi zamana, zamanın unutturduklarına karşı bir direniş biçimi... 80 darbesinden sonra, zamanın hafıza üzerindeki yıkıcı etkisini deneyimleyen anlatıcı, Naciye Abla özelinde, unutulmuş bir halkı, yakın dönem tarihiyle birlikte hatırlar. Evlerinde yardımcı, bakıcı olarak çalışan Naciye Abla ile ömür boyu süren ilişkisini anlatırken Çingene ile arasındaki duygusal bağın gizemini de keşfetmeye çalışır. atma Aliye'yi konu alan biyografik roman Uzak Ülke'de Fatma K. Barbarosoğlu, ilk kadın romancımızın inişli çıkışlı hayat grafiğini ortaya koyar. Kadınlar arası dostluk, ilk romanı bu yıl yayımlanan Şöhret Baltaş'ın da ana teması. Koşarken Yavaşlar Gibi'de, kaderi 12 Eylül askeri darbesiyle çizilen bir kuşağın tarihini; beş kadın arkadaşın hikâyesini 2000'li yıllardan geriye dönerek aktaran Baltaş, hapishane, işkence, işsizlik sonucu yalnızlaşarak özel hayatlarına kapanan kadınları anlatırken 12 Eylül'ün yıkıcı sonuçlarını anımsatır yeniden. Cihan Aktaş ikinci romanı Seni Dinleyen Biri de 80'li yıllara dair bir kurmacadır; tarihinden ve toplumundan kopmaya zorlanan bir kuşak, askeri darbe ertesinde oluşan rivayet iklimlerinde anlam arayışını sürdürmeye devam eden gençler ve başörtüsü sorunsalı... Mine Söğüt ise Şahbaz'ın Harikulâde Yılı 1979'da 12 Eylül'ün "hazırlanışını" masalsı bir edayla yorumlar. Şahbaz adında bir kahramanın işkence sonrası ölmek üzere olan bir kadına ay be ay anlattığı 1979'da olanları, sıradan insanların, solcuların, sağcıların inanç uğruna verdikleri savaşın Türkiye'ye etkilerini gözler önüne serer. Bir başka siyasi romanda Nilüfer Kuyaş, 27 Mayıs sürecine götürür okurunu: Biyolojik babasını arayan bir kadının kahraman olduğu Yeni Baştan, 1960 İstanbul'unu, DP içinde olup bitenleri, 1946 seçimlerini, 1960'ı hazırlayan olayları, Yassıada mahkemelerini, 1960 Anayasası'nın aksaklıklarını bir pastiş mantığı içinde bir araya getiriyor.

Tahta Saplı Bıçak'da tesadüf ki Türker Armaner de tek bir güne yayıyor anlatısını. İstanbul yakınlarındaki hayali sahil kasabası Karanca'da, 1979 yazında geçen bir gün, köklü bir İstanbul ailesinin son fertlerinin sakin hayatını anlatır gibi görünse de zamanda yapılan içsel yolculuklarla katmanlaşıyor. Okurunu Mevlevihanelerden saz meclislerine, ürkütücü zindanlardan çetelerin barındığı karanlık hanlara, köle pazarlarından Galata borsasına, İstanbul'un yoksul mahallelerinden paşa konaklarına doğru bir yolculuğa çıkaran İhsan Oktay Anar'ın Suskunlar'ı ise 2007'nin en önemli romanlarından. Adını musiki makamlarından alan üç bölümden oluşan ve Osmanlı'nın hüküm sürdüğü devirlerde, "Sultan Ahmed-i Sânî Han Efendimiz'in devri saltanatından sonraki senelerden birinde" geçen neşeli, heyecanlı, fantastik ve de felsefi bu romanıyla Anar, uzun süredir içine kapandığı suskunluğu da bozuyor adeta: "Başlangıçta sükût var idi. Ve her yer karanlık idi. Ve Yaradan Yegâh makamında terennüm eyledi. Ve bu ışıltılı nağme ile etraf nûr oldu. Ve nağme boşlukta yankılanıp geri döndü. Ve Yaradan, bu Yegâh nağmenin güzel olduğunu gördü."


SAHİBİNİN SESİ İRONİSİ

Gül İrepoğlu ve Ayşe Kulin daha geçmişe, Osmanlı dönemi İstanbul'una tarihliyorlar romanlarını. Küçük Kaynarca Anlaşması'yla Osmanlı'nın büyük toprak kaybettiği çöküş dönemini zemin alan Cariye'de, I. Abdülhamid, cariyesi ve haremağası arasındaki aşk üçgenini anlatan İrepoğlu, Abdülhamid'in mektuplarını merkeze alarak bir aşk üçgeni oluşturmuş. Ayşe Kulin'in işgal altındaki İstanbul'da, Osmanlı'nın son Maliye Nazırı Reşat Bey'in konağı ekseninde, dönemin resmini çizen Veda'sı, çökmekte olan bir tarih ile Milliciler arasında sıkışan Osmanlı aydını kadar Batılı arzu ile Doğulu gelenek arasında sıkışan kadının da romanı... Bizans İmparatorluğu'nun acımasız imparatoriçesi İrene'nin basilius oluşundan Lesbos'da intiharı andırır bir içekapanışla ölüşüne dek geçen süreci anlattığı Hepsi Alev'in ardından yazarlığının 40. yılında okurlarını mükemmel bir novella ile selamlıyor Selim İleri: Kapalı İktisat. 1970'li yılların dehşetengiz atmosferinde, odağına imkânsız bir aşkı alan İleri'nin romanında anlatıcının aynı zamanda hikâyenin ana karakteri oluşu, "sahibinin sesi" ironisini gerçekliyor bir kez daha. 2007'de okuma fırsatı bulduğumuz bir başka önemli roman da Melih Cevdet Anday'ın Murat Tek takma adıyla tefrika ettiği Zifaftan Önce'si. Genç ve toy bir kızın kendisinden yaşça büyük zengin bir doktorla evlendirilmesine dair bir hikâye olan Zifaftan Önce, Anday'ın cinselliğe erotik sahnelerle yaptığı vurgularla önem kazanıyor. Sevgilinin Geciken Ölümü, aşkın, sevginin, sadakatin, sorumluluğun, suçluluk duygusunun sorguladığı, hayal ile gerçek sınırında seyreden çok yönlü okumaya açık, tipik bir Murat Gülsoy romanı. Bir güne sığdırılan anlatı, anımsamalar yoluyla farklı zamanları yan yana getiriyor.


16 yıl önce