|

Ahlâk vicdanın sözcülüğünü yapamaz

Ahlakın vicdanın sözcülüğünü yapamayacağını anlatan İskender Savaşır, Flaubert ve Dostoyevski gibi yazarların kötülüğün altında yatan duygusal ve ruhsal enerjinin, ne kadar bize ve dünyaya ait olduğunu göstererek modernliğin vicdanı olduklarını söylüyor.

Emeti Saruhan
00:00 - 5/09/2007 Çarşamba
Güncelleme: 13:01 - 3/10/2007 Çarşamba
Yeni Şafak
Ahlâk vicdanın sözcülüğünü yapamaz
Ahlâk vicdanın sözcülüğünü yapamaz

Psikoloji, dilbilim ve eğitim üzerine çalışmalar yapan şair ve yazar İskender Savaşır'ın Modernliğin Vicdanı kitabı en eskisi 1984'te, en yenisi 2000'de yazılmış dokuz denemeden oluşuyor. Kitabında modernizmin Batı'daki gelişim süreçlerini, ünlü sanatçıların eserleri üzerinden sorgulayan Savaşır'la modernist sanatçının neden izleyicisi ile ortak zeminini kaybettiğini, romantik öznenin nasıl yitip gittiğini ve modernliğin vicdanının, kötülüğü açığa vuran yazarlar olup olmadığını konuştuk.

Kitabınızda modernleşmeye maddi süreçler toplamı, modernizme ise kültürel bir hareket diyorsunuz. Bu ayrımı biraz açabilir misiniz?

Bu ayrım aslında çok elverişli bir ayrımdır ve bana da ait değildir. Ben Türkçe'de bu ayrımı doğrudan Orhan Koçak'tan devraldım. Adını koyalım, modernleşme dediğimizde aslında kapitalistleşmeyi kastediyoruz. Kapitalizm deyince ister istemez, iktisadi taban düzeyindeki bazı ücretlemenin yaygınlaşması, iş gücünün doğrudan parasal ücret karşılığında çalışmaya başlaması gibi faktörler akla geliyor. Ama buna eşlik eden çok daha kapsamlı bir ilişkiler zinciri var. Mesela sadakat ilişkilerinin, kan bağına bağlı ilişkilerin yerini sözleşme ilişkilerinin alması çok gündelik davranışların düzeyinde bile görülebilir. Kırda elle yemek yeme yerine çatal kullanma, belli bir disiplin anlayışının içselleştirilmeye başlaması... Modernleşme derken tüm bunları kastediyorum. Modernizm bu süreç içinde aydınların yerinden edilmesi ve bu süreç karşısında ilk defa onun sözcüsü olmaktan çıkıp, onun sızlayan vicdanı olmaya başlamaları. İşte bu noktada, modernist bir hareket ortaya çıkıyor. Modernizmin ipuçları aşağı yukarı 1870'lerde görülmeye başlanır ama bir genel hareket olarak 1890'larda birinci kuşağı, 1920'lerde ikinci kuşağı ortaya çıkar ve 1950 itibariyle biter. 1950'lerde büyük modernistlerin açtığı izden yürüdüğü iddiasında olan kişiler bence akademik işler yapıyorlar. Daha muhafazakar bir modernizm anlayışı, modernizmi akademikleştirme eğilimi.

Batıda modernizmin birinci kuşağı için akılcılığın reddi baş köşeyi tutuyor, ikinci dönemi için ise bir üst dil oluşturulamıyor...

Neredeyse her eser kendi kendilerine bir devralınmış şekliyle akılcılığa alternatif, rakip olabilecek ama aynı derecede bağlayıcı olan bir kural icat etmeye çalışıyor. Bunun görsel sanatlardaki en çarpıcı örneklerinden biri kübizm. İyi resim, "Tek bir yüzey görüyoruz ama onun mümkün bütün perspektifleri verilmeli" anlayışına uygun olandır deniyor ve buna göre yapılıyor. Gerçekçiliğin yaptığından daha öz gerçekçilik kurulmaya çalışılıyor. Burjuva edebiyatı 17. yüzyıl itibariyle ortaya çıkan ve özne nesne çelişkisi üzerine kurulmuş bir edebiyat. Kendisine yabancı olan bu dünyada özne nasıl yolunu bulacak? Kırdan kente göç eden özne yolunu nasıl bulacak? Kitapta yazmadığım benim asıl önem verdiğim nokta, Virginia Woolf, Thomas Mann, Eliot gibi yazarların öznenin hangi anlamlarda dünyaya ait olduğunu, özne nesne birliğinin ne demek olduğunu araştıran, bu ikiliğin ortak kaynağını soruşturmaya başlayan bir edebiyat kurmayı denemeleri. Tam da aynı dönemde özne nesne ikiliğinin bir yanılsama olduğu, aslolanın dünyada bulunmak olduğu, dünyanın ve öznenin aynı anda bilinmiş olduğu, öznenin dünyanın bir uğrağı olduğu gibi kavramsallaşmalar görülüyor. Bu anlamda Semih Gümüş de kitap hakkında yazdığı bir yazıda çok doğru bir noktaya değinmiş. Modernizmin asıl problemlerinden birine ben kitapta değinmedim. Bireyselleşme nasıl aşılır. Birey olma halinden nasıl kurtulunur? Dönemin belki de kilit sorusu.

Modernist sanatçının izleyicisi ile ortak zeminini kaybetme nedeni nedir? Bu durum özne nesne ilişkisinin tam olarak neresinde duruyor?

Bir yanı 19. yüzyılda başlamış olan yabancılaşma diyelim, anonim diyelim, atomizasyon diyelim, bu sürecin derinleşmesi sonucu. Çünkü yazar yalnız okuruyla bağlantısını kaybetmiyor. Yanıbaşında duran insanla da bağlantısını kaybediyor. Kardeşi ve karısıyla da bağlantısını kaybediyor. Bir şekilde öznelliğin abartılması ya da çok merkezileşmesi. Bu tamamen öznel deneyimlerin nasıl aktarılabilir olduğu meselesini ortaya çıkarıyor. Benim sizinle paylaştığım her deneyimim o kadar özel ki, dilim bunları tarif etmek üzere o kadar incelmiş bir durumda ki, ancak insanlığımızın ortak zemininden hareketle buluşabiliriz. Burada dini anlatımların çok önemli bir rolü var. Tamamen tekil izlenimler, duyumlar üzerinden inşa edilmeye çalışılan daha bilimsel bir dünya görüşü. Sonuç olarak insanı çok yalnız bırakan, tümel bir kavrama, ortak bir insanlık kavramına nasıl gidileceğinin cevabını vermeyen bir anlayış.

Romantik akımın öznesi kayboldu diyebilir miyiz?

Net bir şekilde evet. Bugün hala romantik bir özne varmış gibi yazan yazarlar yalan söylüyor. Tamamen ideolojik işlevli ya da yatıştırıcı, avutucu, beyaz, pembe dizilerin çeşitli türevlerini yapıyorlar bence. Bugün yayın piyasasının sermaye açısından çok daha önemli bir rol aldığı hesaba katılırsa, ciddi bir yazar, düzenin sözcüsü, mevcut çıkar ilişkilerinin düşüncesiz bir avukatı, bir memur gibi davranmayan bir yazar, bu romantik öznenin; çok kurgulanmış, pazarlanan ve gerçek yaşamda harici dünyayı nasıl yaşadığımız konusunda oldukça çapraz bir sorunu olduğunun farkına varır.

Kitabınızın adı "Modernliğin Vicdanı" ama vicdandan bahsetmiyorsunuz?

Evet, kitabın içinde vicdandan hiç bahsetmedim. Bir yandan da neden kitapta adı geçen yazarlara işaret ediyorum? Çünkü ahlak, vicdanın sözcülüğünü yapamaz. Bu yazarların önemi şu; kötülük gibi gözüken, ahlak dışı gibi görünen şeyleri içermeyen bir vicdan olmaz. “İyi olalım, iyi davranalım” diyen bir ses bugün vicdansızdır. Çünkü iyi olmamak için çok sebep var. 19. yüzyılda Dostoyevski'den bahsedecek olursak, vicdan orada ses vermeye başlar. Bütün sızısını, kötülüğün altında yatan duygusal, ruhsal enerjiyi, kötülük gibi görünen şeyin ne kadar bu dünyaya ait olduğunu, ne kadar biz olduğunu bu yazarlarda görürüz. Şahıs olarak Victor Hugo bize çok cazip gelebilir; O'nun ilericiliği, O'nun yoksulperverliliği, vicdanlılığı... Ama onun kadar sevmediğim bir romancı, Flaubert, çok daha önemlidir. Sizin az önce bahsettiğiniz romantik öznenin büyüsünün hiçbir karşılığının kalmadığını, Madam Bovary'nin intiharı dışında bir yansımasının olmadığını görecek soğukluk çok daha vicdanlı bir tavır. Victor Hugo ile zaman zaman oyalanmamızın hiçbir sakıncası yok ama dünyayı tanımak istiyorsak Flaubert'e bakmamız lazım.

Modernizm tartışmaları üzerine özgün bir kitaplığımızın oluşmamasının sebepleri neler olabilir?

Çok iyi bir tartışma kültürümüz yok galiba. Bunun araçlarını yaratmak için çeşitli çalışmalar var ama bu çok genel bir problematik. Türkiyedeki aydın kendisini hep iktidarın doğrudan politik iktidarın, politik projenin bir adım ötesinde gördü. İki adım değil, bir adım! Dolayısıyla doğrudan oraya akreditlenen yazı, çizi, düşünsel faaliyet, çok hızla problematikleşmeye doğru giden bir faaliyet. Kendini solda olsun, sağda olsun, merkezde olsun konuşlandıran, öyle tarif eden yazarlar için de hep dünyayı yorumlamak değil, değiştirmek önemlidir. Doğru yola çekmek önemlidir. Bir arkadaşımla, benim de içinde olduğum bir projeyi konuşuyordum. İkinci cümlesi “Bana bunun politik sonuçları ne olacak?” oldu. Yahu Platon çevirisi bahsettiğimiz. Bizde alışkanlık, bir adım sonrasında hemen problematik şeyi düşünmeye başlıyorsunuz. O zaman da durup, yani "Modernizm nasıl olmalı?" sorusunu bir an için paranteze alıp, "Modernleşmeye nasıl yön vereceğiz?" sorusunu paranteze alıp, "Peki ne oluyor?" sorusuna bakmak hiçbir zaman çok öncelikli olmuyor. Bir şekilde sorumluluktan kaçmakmış gibi gözüküyor.


17 yıl önce