|

Akan Zaman Duran Zaman

Melih Cevdet Anday'ın kısmen anılarla, kısmen gözlemlerle yoğrulmuş kitabı Akan Zaman Duran Zaman son elli yılın tanıklığını yapıyor kendi penceresinden. Yazar kendine, dostlarına, aynı zaman dilimini birlikte yaşadıkları sanat adamlarına, aydınlara yer veriyor yazılarında

Turan Karataş
00:00 - 6/11/2009 Cuma
Güncelleme: 23:32 - 5/11/2009 Perşembe
Yeni Şafak
Akan Zaman Duran Zaman
Akan Zaman Duran Zaman

Zamanı dondurup bir nebze de olsa sonrakilerce yaşanır kılmak sanat ve düşünce ürünleriyle mümkün olabiliyor. Başka söyleyişle duran zaman hayatların anlatısıyla bugüne ulaşıyor. Geçmişteki hayatlar da düşünce ve sanata, insanlığın hayrına uğraşlara adanmışlarsa bir kıymet kazanıyor. Anıların değerli oluşu da, sanat ve düşünce, uygarlık yolunda ortaya konan ürünlerle ve uğraşlarla doldurulan ya da dondurulan zamanı ve/veya yaşantıları bugüne taşıdıkları içindir. Çeyrek asır önce yayımlanmış hatıralarla harmanlanmış bir dizi yazının kitabı, bugüne taşıdıklarının kıymeti nedeniyle yeniden basılabiliyor.

Melih Cevdet Anday'ın kısmen anılarla, kısmen gözlemlerle yoğrulmuş kitabı Akan Zaman Duran Zaman (İstanbul: Everest Y. 2009), son elli yılın tanıklığını yapıyor kendi penceresinden. Yazar kendine, dostlarına, aynı zaman dilimini birlikte yaşadıkları sanat adamlarına, aydınlara yer veriyor yazılarında. “Yazılar” diyorum, kitap her biri bir şahsa, bir konuya, bir meseleye tahsis edilmiş ve içeriğine uygun birer başlığı olan müstakil parçalardan oluşmaktadır. Tek başına da okunabilecek birer deneme niteliğindeler.

Yazıların tamamına yakını sanat dünyasından bir isimle başlıyor. Bunların çoğu şair. Yazarlar, tiyatro sanatçıları, ressamlar, eğitimciler de var. Birkaç siyaset adamı. Ama en çok şiirin peşine düşenler. Bir de iflah olmaz şiir tutkunları. Sonra Melih Cevdet'in onlarla ilişkileri, yaşadıkları, edebiyat yolunda verilen uğraşlar anlatılıyor. Sevgiyle yâd edilen dostluklar dolduruyor yazıları. Unutulup zamanın karanlığında kalan kimi isimlerin çabalarından bir sonuç çıkarılamaya çalışılıyor. Bunlar içinde, heder edilmiş hayatlar az değil. Meselâ bir Avni Bey'den bahseder Anday, çok iyi Fransızca bilen, yaptığı çevirilerle geçinen. Üst baş dökük, saç baş perişan, erken yaşta çökmüş bir adam. Günde otuz beş şişe bira içermiş. Ağzında tek dişi olduğu için Avni Bey'e Ataç “medeniyet” dermiş.

Toplumsal alışkanlıklar ve değerler gibi her dönemde göz önünde olan insanlar da yer değiştiriyor yeni gelenlerle. Melih Cevdet'in andıklarının birçoğunu bugünkü nesil tanımıyor. Onların yerini başkaları aldı çünkü. İnsan içinde yaşarken anlamıyor değişimi. Anday'ın “yazdıkça şaşıyorum” demesi bundan… “Geçmişi bütünüyle gözümüzün önüne getiremeyiz” diyor Anday. Haklı. Bu nedenle çok yerde sanki anılarını yazmıyor, yaşadıklarını yazıya dökmüyor da, daha çok geçmişte kalanların yorumunu yapıyor. Tanıdıklarından, tanık olduğu olaylardan hareketle bir dönemin genel görünümünü sergiliyor. Örneklerin ışığında meseleleri irdeliyor. Tespitlerde bulunuyor. Hâlâ sürgit sorunlara parmak basıyor. Söz gelimi, toplum olarak düşünmeyişimizden, konuşmayışımızdan ve tartışamayışımızdan yakınıyor. “Bizde hiçbir konu tartışılmaz. Bir kafada olanlar toplanır, küçük bir 'cemaat' kurarlar ve bunun içinde rahat ederler.” tespiti bugün de doğruluğunu koruyor. Düşünmeyi pek bilmediğimiz ve de sevmediğimiz için çok yerde duygularımızla hareket ediyoruz, yargısına kim karşı çıkabilir ki? Düşünmek kolay değil, yoruyor insanı. Anday'ın dediği gibi azıcık bilerek de yaşayabileceğimizi ya da yapabileceğimizi sanıyoruz! “Böyledir insanoğlu, 'bilgi'yi kendi bildikleriyle sınırlar.”

Melih Cevdet yazılarında yer yer şair imajına değiniyor; şiirin ne olmadığına dair belirlemeler yapıyor. “Bir ozan için en güç durum” diyor Anday, “bir şiir okur musunuz dileğiyle karşılaşmaktır.” “İyi bir şair için” demek, daha doğru olmaz mıydı? Çünkü yeteneksizler, şiir okuma fırsatını hiç mi hiç kaçırmazlar. Anday'ın şu tespiti de çok hoş: “Yeteneksiz ozanlardaki şiir yazma tutkusunun zenginliği bana hep şaşkınlık vermiştir.” Bu tutku, azıcık sanattan anlayan kime şaşkınlık vermiyor ki! [Genç] şairler şu hatırlatmayı da bir yere not etmeliler: “Fiyaka siyaset adamalarına, hem de onların kötülerine bırakılsa iyi olur. Ozan elden geldiğince kendini tanıtmamaya bakmalıdır. Ozana ününü veren halk, bundan ötürü ceza çekerse saçmalık olur.”

Anıların arasına sıkışmış kimi yargıları epeyce su götürür Anday'ın. Bunu başka yazıya bırakıyorum. Bir de üzerinde düşünülmesi gereken görüşleri var. Meselâ “ 'Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden' dizesindeki 'merdiven' bir sembol değil, düpedüz 'merdiven'dir” düşünüşü böyle. Şu da kafa yorulması gereken bir husus: “Hiçbir ozan ezberlemez şiirini, yazma uğraşımı sırasında kendiliğinden belleğe kazınır şiir.” Yazılanların hepsi birbirine benziyorsa, hatta ayniyse bellek ne yapsın? “Divan şiirinde içtenlik aramak boşunadır” yargısı pek insaflı değil. Bu adamların hiçbiri samimi değil miydi? Bu kötümser bakış bir uzak kalmanın, ön yargının sonucu olmasın. Çünkü, “okulda Divan şiirinden nefret etmek için bütün öğretimsel önlemler alınmıştı” diyen kendisi!

Yazılarda yer yer çekiştirmeler, ama insaflı. “Gırtlak Dalaşı” başlıklı yazı, Ahmet Haşim'in huysuzluğunu, boğazına düşkünlüğünü çekiştiriyor. “Dünyanın en kısa şiirlerini yazan” Arif Dino, iri yarı bir adammış. Bu geniş bünyeden olacak Yahya Kemal'le Arif Dino sucuk döşeli bir tepsiye otuz yumurta kırdırıp kaşıkla girişirlermiş. “Ben Melih Cevdet'le aynı gazetede yazamam” deyip işinden ettiği için yazar, Peyami Safa'dan biraz öç alıyor sanki. Kim böyle düşünmez ki! Bir de ideolojik karşıtlık varsa. Âkif'in de şapka giymemek için Mısır'a gittiğini düşünüyor Anday, onu da bağışlamıyor. Bu gidişin salt bir şapka sorunu olmadığı artık biliniyor. Anday'ın en yakınındaki dostu Orhan Veli. Onun türlü iyiliklerini anlatıp duruyor. Şaklabanlıklarını da. Meselâ Orhan Veli, Atatürk anıtına konmuş çelenklerden birini alıp davetli olduğu eve götürüyor. Ya da arkadaşının omzuna basıp sevdiği kızın penceresinden bakabiliyor.

Şairlere, yazarlara dair daha nice öykücük, türlü çeşitli özellikler. Söz gelimi, Haşim, şiirini başkalarına okumayı sevmezmiş; yakın arkadaşı Yakup Kadri'nin evinde bir mevsim konuk olmuş da bir tek şiirini okumamış. Yahya Kemal “şiir okuyacağı yeri tiyatro yönetmeni gibi düzenlermiş.” Geçmiş zamanın meşhur hikâyecisi Sadri Ertem söyleyeceği her söze “Tanzimat'tan sonra…” diye başlarmış. Abdülhamit Düşerken romanının müellifi Nahit Sırrı Örik, yanındaki masada oturan tanıdığı kalkıp gittikten sonra garsonu çağırıp merakla ne kadar bahşiş verdiğini sorarmış. Ataç'ın müzik sevmediğini ve hele türküye hiç katlanamadığını da kaydetmiş Melih Cevdet.

Elbette yazarın kendisine, şiirlerine, kitaplarına, yaşayışına ilişkin de epeyce malumat bulabiliyoruz yazılarda. Yani Anday, sadece tanıdıklarını, arkadaşlarını, dostlarını anlatmıyor. İlk şiirinin, ilk kitabının ne zaman yayımlandığını, kitaplarının başından geçen maceraları, koğuşturmaları soruşturmaları söze döküyor. Lisedeki meşhur edebiyat öğretmenlerini ve onların şiir okuyuşlarını betimliyor, müstear adlarla yazdığı romanları haber veriyor.

Bazı “tutunamamış” sözcüklere takıntısı olmasa Melih Cevdet'in dili sıhhatli, anlatımı tatlı. Okuru sıkmıyor. Bilhassa anıların yoğun, yorumun az olduğu yazılar daha bir keyifle okunuyor.

Akan Zaman Duran Zaman'ı okudukça, “neler yaşanmış neler”; nice adamların kıymeti bilinmemiş, niceleri de ömürlerini heba etmiş deyip yazıklanıverdim içimden. Anıların güzelliği anlatılanların sıcaklığı yanında, onlarda her okurun sevebileceği, ilgisini çekecek bilgi, düşünce, örnek yaşantılar bulabilmesidir. Bunun için, her anı kitabı okunmaya değer bence.

14 yıl önce