Asla Pes Etme Mukadder Gemici'nin ilk kitabı. Dergah Yayınları arasından çıkan bu hikaye kitabının, duyarlı ve gözlem yeteneği güçlü bir yazarın kaleminden çıktığını, hakikaten ince işçilikli bir çalışma olduğunu peşinen söylememiz gerekiyor. Öyle ki bir ilk kitap olduğunu anlamak gerçekten güç. Hayattan karelerle örüyor Gemici hikayelerinin ana çatısını. Gazetelerin üçüncü sayfalarındaki mağdurların iç burkan öyküleri, soğuk haber cümleleri yerine etki gücü yüksek, edebi metinler olarak karşımıza seriliyor örneğin. Acı, aktarımı en kuvvetli duygu bu kitapta. Gemici, yaşananların, gerçeğin çıplak halinin acı verdiğini söylüyor. “Yapının kilit taşı gerçekten geliyor” diyen yazar: “Hani değerli taşların mihenk taşına sürterek ayarı belirlenir ya ben de cümleleri, diyalogları peşi sıra yazarken gerçeğe sürtüyorum, ayarı uygun değilse siliyorum.” diye de ekliyor.
Uzun yıllar boyunca metin ve senaryo yazma işleriyle epey bir uğraşmıştım. Bu iki iş, benim bir fikri belli bir sistematik düzende gerçekçi anlatabilmeme ve kafamın içinde bir dünya kurabilmeme çok yardımcı oldu. Hikâye hep vardı ama yazdıklarım senaryo olmak için çırpınıyordu. Bu konudaki çabalarımın sonuçsuz kalması aklımdakilerin kâğıda dökülmesine hiç engel olmadı. Ben de özellikle günlük hayatta karşıma çıkan olaylar karşısındaki dertlenme halini hikâye olarak kâğıda dökmeye başladım. Yazdım ve bir kenara koydum. Bu süreçte varolan bir hikâye biçimini benimseme, onun takipçisi olma gibi teknik bir yaklaşımla yazmadım hiç. Hesapladığım bir şey yoktu. Tamamen içten gelen bir dalgayla yazıyordum. İşte iki çocuk ölüyordu, evden çıkan görevli “Anormal bir durum yok, soba zehirlenmesi” diyordu ve ben “Bu nasıl olur?” düşüncesiyle yazmaya başlıyordum. Gazetelerden haberler saklayıp kesiyordum yüklü çağrışımları nedeniyle. 2006'da cami avlusunda bulunmuş, yurtlarda büyümüş ve öğretmen olmayı başarmış genç bir kadınla yapılmış röportajın etkisi ben de uzun sürmüştü. Gece kızım ağlıyor yanına gidiyorum, kucaklıyorum ama bakıyorum aklımın köşesinde başka bir kız çocuğu daha ağlıyor ama onu teselli eden yok. Tek başına, sıra sıra yatakların dizildiği büyük bir odada gün kararır kararmaz ağlamaya başlıyor. Gündüz ben çocuklarımla ilgilenirken o yine tek başına pencereden bakıyor, üşüyor, ağaçlara sarılıyor. Böyle olunca ona da biraz annelik yapayım istedim ve yazdım. Hemen yazıp bitiremedim ama. Yazıp yazıp bıraktım uzun süre. Bitmesi için bir sebebim de yoktu. Sonra Dergâh dergisinde hikâyelerim yayımlanmaya başladı. Kitap yayımlanacağı belli olunca bu hikâyeyi de eklemek istedim. Yeniden başına oturdum ama yazamadım. Sonra bir gün “Ben Küskünüm Feleğe” şarkısı denk geldi, “İşte tam benim karakterime göre bir şarkı” dedim. Şarkıyı bir kaç hafta boyunca üst üste dinledim ve hikâyeyi ancak öyle bitirebildim.
Acıya demeyelim, gerçeğe bürünüyor. Yaşanan olaylar, gerçeğin çıplak hali acı veriyor. Ben sadece o gerçeği bir dünyadan alıp ötekine taşıyorum. Acıların hikâyecisi olarak anılmak istemem, ben gördüğüm duyduğum şahit olduğum olayları, insanları gerçeğe yaslanan bir dünyada kâğıda dökmeye çalışıyorum.
Hepimiz nasıl yaşıyorsak ben de öyle yaşıyorum. Dünya telaşı ve sorumluluklar bizi kıskıvrak yakalıyor ve sürekli şikâyet edilen hayat aslında o kadar tatlı geliyor ki insana, hiç ölmeyecekmiş zannıyla hareket etmeye başlıyor. Ama edebiyatla, ruhun labirentlerini daha iyi idrak etmeye başlıyor insan. Daha iyi idrak ettikçe de aslında hiçbir zaman tam olarak bunu başaramayacağına vakıf oluyor aynı zamanda. Bu fani olduğumuzu anlamanın da anahtarı bana kalırsa.
Onların hiç olmadığı meselesinde ise her hikâyeci gibi ben de iddialıyım. Hiç birini uydurmadım. Hikâyelerimin kilit taşını hep hayatın kendisinden aldım çünkü.
Yapının kilit taşı dediğim gibi gerçekten geliyor. Böyle olunca bana tek teke tuğlaları koymak kalıyor. Bunun kolay olduğunu sanılmasın. Bazen yıkıp-silip baştan yapıp-yazıyorum. Ama kilit taşı yani gerçek hep yerinde duruyor. Hani değerli taşların mihenk taşına sürterek ayarı belirlenir ya ben de cümleleri, diyalogları peşi sıra yazarken gerçeğe sürtüyorum, ayarı uygun değilse siliyorum.
Doğrusu bu soru şu aralar kafamı kurcalayan en önemli soru. Bir tema belirlemek ve o temanın izini sürmek, o temayla anılmak. Kalemimden ne döküleceğini ben de çok merak ediyorum. Sistematik bir çalışma biçimi ile vakitli vakitsiz gelip beni bulan, iç dünyamı ele geçiren sızıyı iç içe geçirmem gerekiyor. İşte burada işler karışıyor çünkü sistematik işler yapmak pek bana göre değil. Yazmak söz konusu olduğunda “su akar, yolunu bulur” hesabı, ben tamamen içimden geldiği gibi davranıyorum. Ancak bir kitap yayımlanmış olmasının ayrıca bir sorumluluk duygusu getirdiğini inkâr edemem. Artık hikâyeye daha fazla zaman, daha fazla emek vermek zorundayım. Siyasi, ekonomik ya da buna benzer kökleri olan meselelerimizin küçük insanın ruh dünyasındaki yansımalarına kayıtsız kalamam bu süreçte, bunlar bir şekilde daima yer alacaktır yeni hikâyelerde.
Başlangıçta tamamen gemiyi alabora eden dalgalar halindeydi. Hikâye yazdıkça daha iyi idare eder olduğumu söyleyebilirim. Aslında yazdığım, kafamda bitirdiğim bir hikâyeye geri dönüş yapamam sanıyordum. Bu kitabın son hikâyesi olan Ayrılık Kokusu'nda bu korkumu yendim. Bambaşka bir kurgusu vardı o hikâyenin başlangıçta. Mustafa Kutlu “Kendin gibi yaz” dedi bana, “Daha öncekiler gibi”. İç seslerin çok fazla olduğu, mağaradaki devlerden söz ettiğim biraz mecazlarla dolu bir hikâyeydi ilk hali. İlk birkaç gün hiç elimi sürmedim. Kendi kendime söylendim durdum. Sonra Taç Mahal çıktı karşıma, devler mağlup oldu ve gerçekten de kurgusu çok daha iyi bir hikâye çıktı ortaya. Bu durum neler yapabileceğimi göstermesi bakımından kendi içimde bir sınav gibiydi. Hâsılı, ilham bazen tek başına aksıyor, emekle ise yaman bir koşucu olup çıkıyor.