|

Aklımın köşesindeki kız çocuğunu kim teselli edecek

Mukadder Gemici'nin ilk kitabı Asla Pes Etme, duyarlı ve gözlem yeteneği güçlü bir yazarın kaleminden çıkmış, hakikaten ince işçilikli bir çalışma

Hale Kaplan Öz
00:00 - 9/02/2011 Çarşamba
Güncelleme: 23:11 - 7/02/2011 Pazartesi
Yeni Şafak
Aklımın köşesindeki kız çocuğunu kim teselli edece
Aklımın köşesindeki kız çocuğunu kim teselli edece

Asla Pes Etme Mukadder Gemici'nin ilk kitabı. Dergah Yayınları arasından çıkan bu hikaye kitabının, duyarlı ve gözlem yeteneği güçlü bir yazarın kaleminden çıktığını, hakikaten ince işçilikli bir çalışma olduğunu peşinen söylememiz gerekiyor. Öyle ki bir ilk kitap olduğunu anlamak gerçekten güç. Hayattan karelerle örüyor Gemici hikayelerinin ana çatısını. Gazetelerin üçüncü sayfalarındaki mağdurların iç burkan öyküleri, soğuk haber cümleleri yerine etki gücü yüksek, edebi metinler olarak karşımıza seriliyor örneğin. Acı, aktarımı en kuvvetli duygu bu kitapta. Gemici, yaşananların, gerçeğin çıplak halinin acı verdiğini söylüyor. “Yapının kilit taşı gerçekten geliyor” diyen yazar: “Hani değerli taşların mihenk taşına sürterek ayarı belirlenir ya ben de cümleleri, diyalogları peşi sıra yazarken gerçeğe sürtüyorum, ayarı uygun değilse siliyorum.” diye de ekliyor.

Kimsesizlik ve yalnızlığın karşı karşıya geldiği ve kardeşleştiği bir hikâye Asla Pes Etme. Kitaba adını veren bu hikâye etki gücüyle beni ciddi anlamda sarstı. Hem Asla Pes Etme'nin arka planından hem de bu 'etki'nin ana kaynağından bahsederek başlayalım.

Uzun yıllar boyunca metin ve senaryo yazma işleriyle epey bir uğraşmıştım. Bu iki iş, benim bir fikri belli bir sistematik düzende gerçekçi anlatabilmeme ve kafamın içinde bir dünya kurabilmeme çok yardımcı oldu. Hikâye hep vardı ama yazdıklarım senaryo olmak için çırpınıyordu. Bu konudaki çabalarımın sonuçsuz kalması aklımdakilerin kâğıda dökülmesine hiç engel olmadı. Ben de özellikle günlük hayatta karşıma çıkan olaylar karşısındaki dertlenme halini hikâye olarak kâğıda dökmeye başladım. Yazdım ve bir kenara koydum. Bu süreçte varolan bir hikâye biçimini benimseme, onun takipçisi olma gibi teknik bir yaklaşımla yazmadım hiç. Hesapladığım bir şey yoktu. Tamamen içten gelen bir dalgayla yazıyordum. İşte iki çocuk ölüyordu, evden çıkan görevli “Anormal bir durum yok, soba zehirlenmesi” diyordu ve ben “Bu nasıl olur?” düşüncesiyle yazmaya başlıyordum. Gazetelerden haberler saklayıp kesiyordum yüklü çağrışımları nedeniyle. 2006'da cami avlusunda bulunmuş, yurtlarda büyümüş ve öğretmen olmayı başarmış genç bir kadınla yapılmış röportajın etkisi ben de uzun sürmüştü. Gece kızım ağlıyor yanına gidiyorum, kucaklıyorum ama bakıyorum aklımın köşesinde başka bir kız çocuğu daha ağlıyor ama onu teselli eden yok. Tek başına, sıra sıra yatakların dizildiği büyük bir odada gün kararır kararmaz ağlamaya başlıyor. Gündüz ben çocuklarımla ilgilenirken o yine tek başına pencereden bakıyor, üşüyor, ağaçlara sarılıyor. Böyle olunca ona da biraz annelik yapayım istedim ve yazdım. Hemen yazıp bitiremedim ama. Yazıp yazıp bıraktım uzun süre. Bitmesi için bir sebebim de yoktu. Sonra Dergâh dergisinde hikâyelerim yayımlanmaya başladı. Kitap yayımlanacağı belli olunca bu hikâyeyi de eklemek istedim. Yeniden başına oturdum ama yazamadım. Sonra bir gün “Ben Küskünüm Feleğe” şarkısı denk geldi, “İşte tam benim karakterime göre bir şarkı” dedim. Şarkıyı bir kaç hafta boyunca üst üste dinledim ve hikâyeyi ancak öyle bitirebildim.

Mukadder Gemici hikâyesi içinde yer alan karakterler canlanırken ete kemiğe değil de acıya bürünüyor gibi. Ne dersiniz?

Acıya demeyelim, gerçeğe bürünüyor. Yaşanan olaylar, gerçeğin çıplak hali acı veriyor. Ben sadece o gerçeği bir dünyadan alıp ötekine taşıyorum. Acıların hikâyecisi olarak anılmak istemem, ben gördüğüm duyduğum şahit olduğum olayları, insanları gerçeğe yaslanan bir dünyada kâğıda dökmeye çalışıyorum.

Adını polis ya da hemşirelerin koyduğu Hayat Hepgülsün kimsesiz, Dut Mevsime'nde Süsen vatansız, ciğerleri zehirli gazla dolu iki küçük beden parasızken, tanık nasıl yaşar? Hayat sanki onlar hiç olmamışçasına mı akıp gitmiştir hep, bu ne zamandan beri böyledir?

Hepimiz nasıl yaşıyorsak ben de öyle yaşıyorum. Dünya telaşı ve sorumluluklar bizi kıskıvrak yakalıyor ve sürekli şikâyet edilen hayat aslında o kadar tatlı geliyor ki insana, hiç ölmeyecekmiş zannıyla hareket etmeye başlıyor. Ama edebiyatla, ruhun labirentlerini daha iyi idrak etmeye başlıyor insan. Daha iyi idrak ettikçe de aslında hiçbir zaman tam olarak bunu başaramayacağına vakıf oluyor aynı zamanda. Bu fani olduğumuzu anlamanın da anahtarı bana kalırsa.

Onların hiç olmadığı meselesinde ise her hikâyeci gibi ben de iddialıyım. Hiç birini uydurmadım. Hikâyelerimin kilit taşını hep hayatın kendisinden aldım çünkü.

Zamana tanıklık, şahitlik tüm hikâyelerde kendini hissettiriyor. Bir televizyon ya da gazete haberinden kesit bulunabiliyor örneğin bir öyküde. Bu size hikâyenin çatısını örmede ve duygu aktarımında nasıl bir alan açıyor?

Yapının kilit taşı dediğim gibi gerçekten geliyor. Böyle olunca bana tek teke tuğlaları koymak kalıyor. Bunun kolay olduğunu sanılmasın. Bazen yıkıp-silip baştan yapıp-yazıyorum. Ama kilit taşı yani gerçek hep yerinde duruyor. Hani değerli taşların mihenk taşına sürterek ayarı belirlenir ya ben de cümleleri, diyalogları peşi sıra yazarken gerçeğe sürtüyorum, ayarı uygun değilse siliyorum.

Evleneceği kızın açık olmasının gerekliliği düşünen kariyer heveslisi gencin hikâyesi kitaptaki son hikâye. Toplumsal olandan içsel olana akışın yoğun olarak hissedildiği bu hikâye bundan sonra yazılacaklar için bir ipucu verir mi? Hikâyeci tercihini hangi yönde kullanacak?

Doğrusu bu soru şu aralar kafamı kurcalayan en önemli soru. Bir tema belirlemek ve o temanın izini sürmek, o temayla anılmak. Kalemimden ne döküleceğini ben de çok merak ediyorum. Sistematik bir çalışma biçimi ile vakitli vakitsiz gelip beni bulan, iç dünyamı ele geçiren sızıyı iç içe geçirmem gerekiyor. İşte burada işler karışıyor çünkü sistematik işler yapmak pek bana göre değil. Yazmak söz konusu olduğunda “su akar, yolunu bulur” hesabı, ben tamamen içimden geldiği gibi davranıyorum. Ancak bir kitap yayımlanmış olmasının ayrıca bir sorumluluk duygusu getirdiğini inkâr edemem. Artık hikâyeye daha fazla zaman, daha fazla emek vermek zorundayım. Siyasi, ekonomik ya da buna benzer kökleri olan meselelerimizin küçük insanın ruh dünyasındaki yansımalarına kayıtsız kalamam bu süreçte, bunlar bir şekilde daima yer alacaktır yeni hikâyelerde.

Bu ilk kitabı eminim benzeri nitelikte çok iyi kitaplar izleyecek. Ne sıklıkta yazıyorsunuz? Hikâye size bir ilham dalgası olarak mı geliyor yoksa bu büyük bir emeğin verimi olarak mı?

Başlangıçta tamamen gemiyi alabora eden dalgalar halindeydi. Hikâye yazdıkça daha iyi idare eder olduğumu söyleyebilirim. Aslında yazdığım, kafamda bitirdiğim bir hikâyeye geri dönüş yapamam sanıyordum. Bu kitabın son hikâyesi olan Ayrılık Kokusu'nda bu korkumu yendim. Bambaşka bir kurgusu vardı o hikâyenin başlangıçta. Mustafa Kutlu “Kendin gibi yaz” dedi bana, “Daha öncekiler gibi”. İç seslerin çok fazla olduğu, mağaradaki devlerden söz ettiğim biraz mecazlarla dolu bir hikâyeydi ilk hali. İlk birkaç gün hiç elimi sürmedim. Kendi kendime söylendim durdum. Sonra Taç Mahal çıktı karşıma, devler mağlup oldu ve gerçekten de kurgusu çok daha iyi bir hikâye çıktı ortaya. Bu durum neler yapabileceğimi göstermesi bakımından kendi içimde bir sınav gibiydi. Hâsılı, ilham bazen tek başına aksıyor, emekle ise yaman bir koşucu olup çıkıyor.

13 yıl önce