|

Alda moru farketmek güzeli görmek demek

On dört hikâyeden oluşan Al Çiçeğin Moru, kültür değişiminin pençesinde kaybolmakta olan erdemleri gündeme taşıyor

Hatice Sezgin
00:00 - 8/12/2010 Çarşamba
Güncelleme: 21:22 - 6/12/2010 Pazartesi
Yeni Şafak
Alda moru farketmek güzeli görmek demek
Alda moru farketmek güzeli görmek demek

Sevinç Çokum, son kitabı Al Çiçeğin Moru'nda yok olan insani değerleri sorgulayarak çağın süregiden büyük trajedisine dikkat çekiyor. Çokum bir ustalık dönemi eseri olduğunu hemen belli eden kitabında “Ya şimdi, bugün bir oda içinde geleceğini çözemeyen çocuk? Bu güneş, bu yasemin ve limon çiçekleri nereye gitti ?” diyor.

Al çiçeğin moru nasıl fark edilir?

Kitabın çok boyutlu, birçok renge ve anlama yönelik bir ad olduğunu söylemeliyim. Moru mor olarak düşünmeyelim bir defa. Aslında her kırmızı bir mor oluşturabilir; maviyi, lâciverdi bulabilirse. Ve her morda görmesek bile, içinde bir kırmızının var olduğunu biliriz. Mor, öyle herkesin seçemeyeceği, ilk anda “Bu benim rengim” diyemeyeceği bir renktir. Demek ki farklılığın simgesi bir bakıma. Biraz gurur var onda, başkalık. Al renge, göze çarpıcı olduğundan hemen sarılabilir insan. İlk beğenişi ala yöneliktir. Ancak biz burada yan yana duran iki farklı renkten ya da birbirinin içinde var olan, fakat yan yana duran iki renkten söz etmiyoruz. Birbirinin içinde var olduğunu anlatan ve genelde al hâkimiyetinde fakat ona mal olmuş bir farklılıkla görülebilen bir mordan bahsediyoruz. Demek oluyor ki bu ifadelerden bir “farklılık” anlamı çıkarabildik. Daha sonra mor sözcüğünden Anadolu dilinde koyu rengin güzellikle eş tutulduğu gibi bir anlam da çıkarabiliriz.

Bu bir Karacaoğlan söylemidir. Hoş söylemiş. Şiirdeki kız “Al çiçeğin moruyum.” diyor. Demek ki daha güzeli anlatıyor mor. Koyu renk öteki açık renklere göre daha bir alımlı duruyor. İçersinde daha değişik renk karışımları taşıdığından yoğundur ve koyudur. Sağlam basıyor yere ve sıkı tutunuyor ve kırmızının gür sesine rağmen gösteriyor kendini. Yaşanılan çağın gel-geç anlayışları, kemirgen ve her şeyi posaya çeviren bakışıyla fark edilmeyen bir mordur o. Aldaki morun fark edilmesi asıl güzeli ve farklıyı görebilmektir. Bu da tüketmeyle değil, koruma ve ona gözü gibi bakmayla ilgilidir. Bu kendini açıkça anlatmayan ad, ancak böyle sembollerle ve dokundurmalarla açıklanmayı hak ediyor. Ben bu isim altında bizi yönlendiren ve içine alan sistemlerin, bize baş eğdiren metodların dışında kendi özgür irademiz akıl ve yeteneğimizle hayata bakmamız gerektiğini vurguluyorum. Ancak, ağaca odun gözüyle değil de içindeki hayatı fark ederek bakmak farklı bir insan yapısına muhtaçtır.

“Sizin erguvanlara bakacak zamanlarınız yine de oldu. Su üstünde taş sektirecek zamanlarınız... Uzun uzadıya aşık oldunuz! Hemen içleri görünmedi duyguların. Hemen sonlanmadı. Bakışlarınız ıhlamurlarda, gülhatmilerde kaldı.” derken kimlere sesleniyorsunuz?

Seslendiğim çocuklar, gençler bugün orta yaşa gelmiş olan, 1970'lerin başında tanıdığım öğrencilerim. Genelleştirirsek, 1940'lardan sonra 1970'lere kadar benzer ortamlarda yetişmiş, teknolojinin basıncını, sınav korkularını, “Ne olacağım?” gerginliklerini bugünküler kadar hissetmemiş olanlar… Gerçi savaşlar, dünya kirlilikleri ve baskılar her çağda var; ancak tohuma, havaya, yağmura, müdahale yok o çağlarda… Anlayışlar “Para kazan ve hükmet, ye, iç, savur!” çizgisine bunca ulaşmamış ve insanlar birilerine, dostum diyebiliyorlar. Aşklar sevgiler bu kadar çabuk renk değiştirmiyor ve bu kadar gelgeç havasında değil.

Daha sonrası test çocuklarıdır, dershane çocuklarıdır. Kuşkusuz masabaşı ve televizyon koltuğu çocukları… Sevdikleri filmler vurdulu kırdılı, dünyada olanların veya olmayanların o parçalama iştihasının ürünü şeyler. Hep bozar, havaya uçurur, parça parça eder. Ayaküstü yer, hazır paketlerle draje bilgiler verirsiniz, alır yutar. Sistem böyle istemiştir, böyle şekillendirmiştir onu. Uzun bir hikâye dinlemeyi, okumayı sevmez, anlamaz; başka bir dilden konuşuyor gibi olursunuz. Bir kıza aşık olduğunu söyler, kız kamerasına düşmüş bir görüntüdür. Onu silmek kolaydır ve bir sandviç yemek kadar kolay.

Burada yetmişli yılların öğrencileriyle yapılan bir kıyaslama var. O dönemde ben de öğretmenlik yapıyordum ve gençlerin daha özgür ve daha çevrelerine yönelik ince dikkatleri olduğunu gözlemleyebilmiştim. Sevgileri, merhametleri, içlerindeki istekler daha farklıydı, tarihi bir köşk olan okulun bahçesindeki erguvan ağaçlarından söz etmek bir roman sayfası gibi gelebilir bugünün gençlerine. Elbette yararlarına da inandığım bilgisayarlar karşısında adeta bir hücre mahkûmu gibi oturan günümüz gencinin asıl yaşananlardan, asıl yaşanması gerekenlerden ne kadar uzak olduğu da bir gerçek.

Peki, günümüz insanını bu yaşamdan uzak tutan nedir?

Tohumların genleriyle nasıl oynanıyorsa insan yapısı da kumandalı aletle “Şöyle yap, böyle yapma!” komutlarıyla yönetilir hale geldi. Büyük bir dünya pazarının tüketicisiyiz bizler. Hayatın seyri ve insan yapısı değişti. Algılamalar da öyle. Küreselleşme bu akışın içinde yer almayı hızlandırdı ve ister istemez birbirine bağlı olarak dönen, parçalanan yoluna devam eden gidişi görüyorsunuz. Dünyanın hali bir büyük otelde hafta sonu manzarasını gösteriyor, yenilmiş, içilmiş, çöpler birikmiş, kırık dökük her şey. Kirli, yağlı ve mikrop saçıyor. Günümüz insanı kendi idraki ve kendi bakışıyla olumsuzlukları düzeltme çabasında değil. Kendine geleceği anda yeni bir şokla sarsılıyor, sersemliyor, herkes ne yapıyorsa dönüp onu yapmayı sürdürüyor. Kendinden geçiyor, sonra tam muhasebesini yapacakken yeni bir sersemleme…

İnternet çağının hızı ile akan öykülerde yoğun bir modernlik eleştirisi var, kitabın bel kemiğini oluşturan tam da bu karşıtlık değil mi?

Çağı olumlu ve olumsuz yanlarıyla eleştirmek daha doğru. Her sebep yeni bir başlangıcı doğurur ve hayat yeni şekliyle devam eder. Dünya bir değişimdir, bebek dünyaya geldiği andan itibaren büyümeye hatta yaşlanmaya başlar. Öyleyse yaşam biçimleri, düşünceler, anlayışlar, fikirler, yaşadığımız yerler, kullandığımız araçlar dünyanın egemen güçleri ve anlayışları da değişir. Bunlar olağandır. Durgun su, ona bir hareket vermezseniz bozulur ve kokuşur. Ben modernizme ve değişime karşı değilim. Bugün 18. 19. yüzyılın ağır ve derin hayatını geriye getiremezsiniz; ne var ki, yeni bir hamle kendinden öncekini yok etmeden kendini kabul ettiremiyor. Böyle olunca da değerli olan bir düşünce veya bir insan, bir sanat ürünü, insanî değer, arada kaynayıp gidiyor. Eğer bize sunulan hayat biçimleri, insanı ve insanî değerleri tüketmek yolunda mesafe alıyorsa buna karşı durmak gerektiğini düşünüyorum.

Türk hikâyeciliğinin yaşayan en önemli isimlerinden olan Rasim Özdenören: “Yazar yaşadığını değil, tanıdığını yazmalıdır. Mesela bir hekime gittiğimiz zaman ona, sen bu hastalığı yaşadın mı diye sormamız ne kadar anlamsızsa yazar için de bu böyledir.”diyor. “Al çiçeğin moru” bu bağlamda nasıl bir yerde durur?

Elbette burada önemli olan, kişinin kendisini soyutlayıp başka bir yana koyması ve yalnızca iyice gözlemlenmemiş, araştırılmamış sadece hayal gücüyle doğmuş kişi, olay ve durumları kaleme alması değildir. İnsan, yazdıklarının en önemli tanığıdır. Bu tanıklığı ya kendisi ya da çevresinde tanıdığı kişilerle ve onların durumlarıyla ilgili olarak yapacaktır. Yaşamadığınız bir olayı veya bir durumu ancak kendinizde düşünerek, var sayarak ve etraflıca araştırarak yazabilirsiniz. Böylelikle inandırıcı olabilirsiniz. Çünkü eserde bana göre inandırıcılık en önemli hallerden ve özelliklerden birisidir. Kimi, neyi yazarsanız yazın, orada merkezde değerlendirmeyi yapacak olan, durumu belirli istikametlere götürecek ve nihayet kendinizdeki iç âlemden alacaklarınızla birleştirecek olan yine o merkezdeki sizsiniz.

Son dönemde çoğu öykücünün romana yönelişini nasıl değerlendiriyorsunuz? Anlatmak istediklerinizi hangi türde daha iyi ifade ediyorsunuz?

Roman her dönem biraz daha öne geçmiş bir türdür. Galiba roman okuyucusu orada bir bütünlük, bir hayat hikâyesi görmek istiyor. Fakat günümüzde öykünün biraz geri plana itildiği de hissediliyor. Aslında iyi bir roman okumak yerine herkesin elinde görülen bir romanı okumak tercih edilmekte; tabii bu da edebiyata yapmacık bir ilgiyle yaklaşıldığını gösterir. Demek istediğim edebiyat hayatın içinde benimsenen bir dal olmak yerine, özel bir ilgi alanı gibi kalıyor. Öykü bana biraz daha kapalı, içe dönük, yazarın kendi çiçekliğinde ürettiği bir ürün gibi geliyor. Roman ise parça parça tamamlanan bir büyük yapı. Al Çiçeğin Moru benim son yıllarda yazdığım hikâyelerdi. Bundan sonra romana ağırlık vermeyi düşünüyorum. Ancak öykü türünde aklıma esip tek tük yazdıklarım olursa bir kenara koyarım, o kadar.



Al Çiçeğin Moru

Sevinç Çokum

Kapı Yayınları

175 sayfa

13 yıl önce