|

Asım olacak kim var

Metin Önal Mengüşoğlu, 'Müstesna Şair Mehmet Akif'te, İstiklal Şairi'nin fikri yapısını, inancını ve idealini, şiirlerinden hareketle ortaya koyuyor. Özellikle Akif'teki inkılapçı ruh üzerinde duran Mengüşoğlu, O'nun dünya görüşünde olduğu gibi sanat telakkisinde de bu ruh halinin ayniyle sürdüğünü söylüyor.

Hale Kaplan Öz
00:00 - 2/05/2007 Çarşamba
Güncelleme: 17:14 - 2/07/2007 Pazartesi
Yeni Şafak
Asım olacak kim var
Asım olacak kim var
Bu kitabı yazmak nasıl bir ihtiyaçtan doğdu? Okurun önüne nasıl bir Mehmet Akif portresi koymayı hedeflediniz?

Bizim toplumun son yüz elli yıllık hayat macerasında mümtaz kişilerin sayısı azdır. Bunlardan iki kaşımız arasında adeta unutulmaz imzası bulunan biri var ki, onu kendime daha yakın bulurum. Dünya görüşüm, hayat anlayışım, düşünce ufkum üzerinde hakkı olduğuna inandığım o kişi, Mehmet Akif'tir. O'na neredeyse ömrümün bütün zamanlarında, sıkıntı ve sevdalarımda ihtiyaç duydum. Okudum, anlamaya, çözümlemeye çalıştım. Benim için O, Salih bir mümin, özenilecek bir ahlak adamı ve gıpta edilecek bir şairdi her zaman. O, ismi mektep kitaplarına alınması, İstiklal Marşı'nın yazarı olması ve Milli Mücadeledeki aktif çabası itibariyle resmen de vazgeçilemeyen bir şair. Esasen vazgeçilmek istense bile vazgeçilemeyen bir şahsiyettir. İnsanların ilgi dünyalarında tek bir Mehmet Akif yok. Çok ciddi bir hafıza kaybı yaşamış, hissiyatını kontrolden aciz düşmüş, inançları üzerinde fazla düşünmeye tahammülü kalmamış bir toplumda yaşıyoruz. Yaralı bilinçleriyle sayısız fırkalara bölünmüş bulunan toplumumuzda, her kesim, Mehmet Akif'in ancak bir yönünü tanıyabilmekte ve yalnız o yönü ile sevmekte/ ilgilenmekte idi. Cenazesine sahip çıkmayan devlet ise, kanaatimce, O'nu kerhen sever gibi gözükmekteydi. O, kimilerine göre Türkçe'yi iyi kullanan, aruz veznine ustalıkla uygulayan bir şairdir sadece. Kimilerine göre Milli Kahraman. Kimileri İstiklal Marşı'ndan dolayı unutmamıştır O'nu. Ben, Mehmet Akif'in bütün bu yönlerini bilmekte/ kabullenmekteyim. Ama O, Safahat adlı külliyatını baştan sona muhtevasıyla doldurduğu bir ana fikre sahiptir. Ben O'nun asıl davasını, sahih imanını, yani alışılagelenden farklı ve daha sağlıklı duran İslam telakkisini aktarmak istedim. O, ne gelenekçi çevrelerin, kültürü vahye karıştırmış heterodoks telakkisine, ne de modernist ve reformistlerin aşırı yorumlarına itibar eder. Akif benim nazarımda, (Safahat ile Sebilürreşat ve Sırat-ı Müstakim mecmualarındaki telif/ tercüme makalelerin tanıklığıyla söylüyorum) muvahhit bir Müslüman'dır. İslam Milletinin yeniden dirilişi davasına bütün mesaisini ve hayatını vakfetmiştir. Günümüzdeki küresel dünya, İslam'ı hedefteki ana düşman ilan etmişken, Akif'in bu asıl kimliğinin önemi ve değeri daha da artmıştır diye düşündüğümden, yeniden hatırlatmak istedim; yazarken maksadım buydu. Kitabı yazmak uzun sürmedi. Lakin Akif ile ünsiyetim ahbaplığım neredeyse okumaya ilk başladığım yıllara denk düşer.


Herkesçe sevilen biri Mehmet Akif Ersoy. Siz de kitabınızda "Bu memlekette yaşayan herkesin bir Akif'i vardır" diyorsunuz. Bu, fikir ayrılıklarının çokça yaşandığı ülkede pek kimsenin mahzar olabileceği bir övgü değil. Siz bunun sebebini en temelde Akif'in hangi özelliği ile ilişkilendiriyorsunuz?

Akif'in kazandığı itibar bence, tek kelime ile söylersek, Kur'an-ı Kerim'in yani İlahi Vahyin bereketidir. Dikkat edin, okuyun, Akif, Allah'ın Kelamına, geleneğimizde sıkça rastladığımız şekliyle, bir tabu, bir fetiş, kendisine dokunulmaktan ürkülen sihirli bir Muska gibi yaklaşmaz. O, Allah Kelamını hayat düsturları ortaya koyan, dünya ve ahiretin saadet rehberi olarak, doğru şekliyle görür ve idrak eder. Okuyucusuna Kur'an'ın bir "ölüler kitabı" değil "diriler kitabı" olduğunu her vesile ile hatırlatır.

İlhamını, ahlakını Allah'ın Vahyinden alan Akif, Allah Elçisi'nin Kur'an'da "Şüphesiz sen en yüce bir ahlak üzeresin" şeklinde taltif edildiğini bilir. Ve bunu zihninin depolarında kuru bir malumat olarak saklamaz; olabildiğince yaşamaya çalışır. O, döneminde, uzak yakın muhiti tarafından bir ahlak adamı sıfatı ile çoktan şöhret kazanmıştır. Yalansız dolansız bir hayatı vardır. Emanetlere ve verdiği sözlere O'nun kadar sadık başka birisinden kimse söz açmamaktadır. Hamiyetperverdir. Ancak Mehmet Akif, Mehmet Akif olduğunu bilmeyecek kadar da sade bir adamdır. İnsanlar O'na bulunduğu her yerde, konuştuğu her durumda gıpta ile, hayranlıkla bakarlar. Dik duran, zulme karşı eğilmeyen, statüko ile her vakit kavgalı, imanından asla taviz vermeyen, çocuksu bir kabadayılığın eridir O. Bu sebepten herkes O'nda sevecek, hayran olacak, gıpta edecek bir yön bulur. Zira bütün insanların derununda vicdan, sağduyu dediğimiz, insanı Hak ve Hakikate kılavuzlayan kalbî bir yeti mevcuttur. Ne var ki insanlar çoğu kere kalplerinin sesini dinlemek yerine o sesi örter (küfreder) işitmek istemezler.

İçimizdeki bu sesi, bu yetiyi Akif bizzat yaşayarak bize yeniden öğretiyor. En cani, en gaddar sinelerde bile mevcut bulunan vicdan, eğer temelli mühürlenmemişse, Akif gibi müceddit, şair ve iyi ahlak modelleri ile yeniden işlevsel hale gelebilir. Mehmet Akif İstiklal Harbi sırasında böyle bir ödev gördü. O'nun Safahat namlı eseri ise, Türkçe konuşan ve düşünen insanlar üzerinde aynı etkiyi sürdürdüğü içindir ki, birbiriyle barışık olmayan fırkalar bile Akif ismi etrafında buluşmak zorunda kalıyorlar.


Mehmet Akif'in Muhammed Abduh, Reşit Rıza, Musa Carullah, Cemalettin Afgani gibi İslam alimleriyle etkileşimi ne ölçüde olmuştur? Bu durum O'nun fikri açılımında nasıl bir rol oynamıştır?

Kısa bir tarihçe verecek olursak İslam alemi, İmam Gazali'ye kadar siyasi, içtimai, kültürel ve ahlaki anlamda dünyanın en ileri gücüdür. Gazali sonrasında siyaseten ilerlemeyi sürdürmüş olsa da fikir, kültür ve sanat alanında bir düşüş yaşanmıştır. Bunun türlü sebepleri sayılırken, İslam toplumlarını gerileten bizzat İslam'ın bünyesidir diyenler vardır. Bu iddia tam da İslam'ın son siyasi gücü Osmanlının yıkılış tarihlerinde ivme kazanmıştır. Akif böylesi bir ortamda yetişti, yaşadı, düşünce ve inançlarını ortaya koydu. Aynı tarihlerde sorunuzda ismi zikredilen Müslüman düşünürler de, fikren ve siyaseten yeni yeni gürbüzleşmeye başlayan Batı dünyasının "İslam Terakkiye Manidir" iddia ve iftirasına cevaplar hazırlamaktaydılar. Bu ilk nazarda reaksiyoner bir tavırdı. Edilgendi. Mağlupluk psikolojisini de bünyesinde taşıyordu. Dönemi içerisinde düşünmeye çalışırsak, Batı karşısında teslim bayrağını çekerek, kurtuluşu Garplılaşmak yahut kavmiyetçilikte gören doğu aydınlarının kopyacı, işbirlikçi, bedbin haleti ruhiyesi yanında, bu mütefekkirlerin samimi çırpınışları takdire şayandır. Akif de onlardan birisidir. Batı dünyası karşısında Doğu İslam dünyasının bu bozgun ve mağlubiyetinin elbette bir izahı lazımdı. Bunu salt düşmanın gürbüzleşmesiyle açıklamak ne kadar sağlıklıdır? İşte bu mütefekkirler, asıl bozgunun Müslümanların itikat ve amellerinden kaynaklandığını tespit etmiş ve haykırmışlardır. Bütün arzuları, İslam'ın temiz bünyesinin hiçbir terakkiye mani olmadığını ispatlamaktır. Ancak Müslümanların yaşadığı Din'in ise, Allah'ın Din'i olmaktan çıktığını ve tipik bir Atalar Din veya Kültü'ne döndüğünü göstermektir. Safahat, atalet, meskenet, fetret gibi kötü ahlak örneklerinin bizim toplumumuzu helak ettiğini her vesile ile aktaran/ eleştiren bir kitaptır. İslam aleminin yegane kurtuluş çaresi yeniden Kur'an'a yani ana kaynağa dönmektedir. Elbette insanlar asırlardır sürdürdükleri, ibadet haysiyetinden çıkartıp alışkanlıklara döndürdükleri davranışları kolay terk etmezler. Direnir ve alışkanlıklarını din diye savunurlar. Akif işte bu noktada çıkar ve "Böyle gördük dedemizden" türünden savunmaların, Din tarafından merdut (reddedilmiş) sayılacağını haykırır. Tıpkı diğer Müslüman mütefekkirler gibi.

Sanatta geleneğin tekrarından vazgeçilmesi gereğini söylerken dinde de, "beşik din'i değil Kitap'ın gösterdiği din idi, Akif'in gösterdiği din" diyorsunuz. Akif'in sanata ve din'e yaklaşımında bir paralellik görünüyor. O'nun bu tavrı ne ölçüde anlaşıldı, nasıl değerlendirildi?

Bakınız tarihî bir yanlış anlamayı Akif tashih eder. Mesela din taraftarları genel kabule göre muhafazakar, diğer insanlar inkılapçıdır. Oysa Akif, Allah resullerinin birer inkılapçı olduğunu, kendisinin de inkılap istediğini vurgular. Ve toplumsal değişimlerin böyle köklü inkılaplarla mümkün olacağını bilir. Muhafazakar zihinler inkılaptan korkarlar. Onlar daha çok mevcudu muhafaza, en fazla tamir ile iktifa ederler. Müslüman alemine bu meskenet eda ve tavrı ne zaman, nasıl aşılanmışsa aşılanmış. Ancak bu temelden yanlış ve gayrı İslamî bir tutumdur. Rad Suresini bize Akif hatırlatır: "Bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe Allah onu değiştirmez." Bir toplum yüzlerce yıllık bir Müslüman kültüre sahip olsa da, zaman zaman bu kültürün, ana kaynağa refere edilerek tecdide, yenilenmeye, soluklanmaya ihtiyacı vardır. Akif bu manada bir müceddittir. Zira insanlar istemeseler bile onların pratiklerine zamanla, beşerî espriler yerleşir. Bir süre sonra bu sübjektif unsurlar, Din'in kendisindenmiş zannedilir, adeta İlahî bir kimliğe bürünür. İlahî olanla beşerî olanın birbirine karışması, Allah korusun tevhidi zedeler. İşte bu sebepten elimizdeki temel kaynağımız Kur'an, bu konuda kendimizi, davranış, anlayış ve inanışlarımızı kendisiyle test ve tashih edeceğimiz değişmez bir Kelamdır. Akif'teki inkılapçı ruh, sanat telakkisinde de aynıyle sürer. Geleneğin şiir tarif ve telakkisi daha çok imge ve ilham üzerine bina edilmişti. Akif çıkar ve der ki: "sanatın yüzde doksan dokuzu ter, yüzde biri ilhamdır." Akif'in bu tavrı henüz Müslüman dünyada yeterince anlaşılmadı. Ben "Vahiy ve Sanat" kitabımdan sonra "Müstesna Şair Mehmed Akif"i biraz da bu sebepten yazdım. Ancak asla ümitsiz değilim. Zira kırk yıl öncesi ile karşılaştırdığımda Asım'ın neslinin bir hayli mesafe aldığını görmezden gelemeyiz diye düşünüyorum.


Mahalle Kahvesi, O'nun her türlü yönünü, endişe ve kaygılarını barındırıyor size göre. O şiirden hareketle bugün baktığımızda nasıl bir fotoğraf görüyorsunuz? Figüranlarda bir değişim var mı?

İtalyan müsteşrik Anna Masala ile vaktiyle bir görüşmemiz olmuştu. Bizim tarihimizi yüzümüze karşı övüp duruyordu. Ben itiraz ettim ve bugüne gelmesini istedim. Ve bugünkü hayatımızın pek övünülecek bir yanı kalmadığını, 23 devrimlerinin bizi değiştirdiğini filan söyledim. Hoca bana şöyle bir ders verdi; toplumsal değişimlerin beşerli onarlı yıllarla anılamayacağını, insan değişim, gelişim ve eğitiminin uzun süreli olduğunu söyledi. Ve ekledi; tarih, yüzerli yıllarla anılır, dedi. Bekleyelim bakalım, 23 devrimlerinin üzerinden en az bir yüz yıl geçsin. Görelim hangisinin izi kalacak.

Ben umutluyum. Şu sebepten: Anadolu'daki tarihimizi hatırlayarak söylüyorum; biz uzun yıllar devlet dairelerinde kendi dilimizi kullanmamışız. Konuşma dilimiz Türkçe imiş. Ancak düşünme dili Arapça belki duygu dilimiz de Farsça imiş. Salt Türkçe bilen insanımızın eline Allah'ın Kitab'ını kendi diliyle anlayacak, mütekamil anlamda acaba kaç Kur'an meali vermişiz? Okuyucular bunu düşüne dursun, hatta onlar bir tek mütekamil örnek bulamamaktan ötürü bunalmışken, ben size şunu söyleyeyim: bugün benim özel kütüphanemde Türkçe tefsir ve meallerin çeşitliliği, çoktan sekseni aştı. Unutmayalım ki bu harekat, her ne kadar O'nun tercümesi bugün elimizde değilse bile, yine de Akif ile başlamıştı. İşte bu sebepten umutluyum. İnsanlar suyun gözesine ulaştılar. Ancak şunu da unutmayalım ki kervan yola henüz yeni çıkmıştır. Evet kervanlar yolda düzülürler. Yol ise hayli uzundur. Yine de menziline ulaşan kervan sayısı, ulaşamayandan daha fazladır. Yeter ki bir yola çıkılmış bulunulsun.


Asım adıyla müşahhaslaşan, Akif'in ideal insan modelinin gerçek olabilmesi bugünün şartlarında mümkün gibi görünüyor mu? Bunun için toplumda nasıl bir dinamik güç oluşması gerek?

Mehmet Akif, dostu Mithat Cemal'in isabetli teşhisiyle Kur'anlı Ev, Pehlivanlı Mahalle ve Laboratuarlı Mektep'te yetişmiştir. Önce Allah'ın metluv âyetlerini öğrenmiştir. Güreş, ata binme, yüzme ve yürüyüşlerle sağlıklı bir bedene sahip olmuştur. Mektep hayatında ise Kimya Tahlilhanesi, Fizik Laboratuarı ve Astronomi Rasathanesinde Allah'ın kevnî âyetlerini okumuştur. Bütün bu donanımını ise hayat standardı edinmiştir. Model olacak boyutta ahlaka dönüştürmüştür. Safahat'ın Asım bölümü dikkatle okunursa, görülecektir ki, Köse İmam'ın sahici oğlu Asım'a, hocası Akif'in nasihatleri, hep bu paraleldedir. O Asım'ın Nesli'nden de bunu beklemektedir. Öyle ise Allah'ın metluv vahyi olan Kur'an ile, okunmayan vahyi sayılan kainatı, eşya ve olayları iyi okuyacağız. Ve hayat düsturlarımızı bu okumaların ardından edineceğiz. Bu mümkün mü? Elbet mümkün. Ancak bu yolun yolcuları tarih boyunca kemiyet olarak düşük, lakin keyfiyet olarak yüksek idiler. Bugün kütüphanelerimizi dolduran Kur'an literatürü, kanaatimce en azından başlamak için kafidir. Bu neticede Akif'in fonksiyonunu unutmak vefakarlığa sığmaz. O'nun talebeleri olarak kendisine rahmet dilemeliyiz. "Asım olacak kim var?" denildiğinde "Ben varım" diyeceklerin yolunu gözlüyoruz. Bence sırf bu beklenti bile kayda değerdir. Çünkü öylesine çorak bir iklimden geliyoruz ki, baharın müjdecisi olarak sadece ayrık otları bile taze bir başlangıçtır.


Müstesna Şair Mehmet Akif

Metin Önal Mengüşoğlu

Pınar Yay. 192 sayfa

17 yıl önce