|

Bilmeyen ne bilsin bizi bilenlere selam olsun

Tasavvufa Giriş, tasavvufun ontolojik ve epistemolojik tasavvurundan diğer dinî ilimlerle ilişkisine, sufi edebiyatın örneklerinden günümüz problemlerine önerdiği çözümlere varana dek oldukça geniş çerçevede yazılmış bir başucu kitabı

Akif Kuruçay
00:00 - 16/05/2012 Çarşamba
Güncelleme: 22:22 - 16/05/2012 Çarşamba
Yeni Şafak
Bilmeyen ne bilsin bizi bilenlere selam olsun
Bilmeyen ne bilsin bizi bilenlere selam olsun

Önceki yıllarda yayınlanmış Sufi ve Şiir, Evvele Yolculuk, Hermesler Hermesi: İslam Kaynakları Işığında Hermes ve Hermetik Düşünce, Şeyh-i Ekber İbn Arabi Düşüncesine Giriş, Anadolu'nun Ruhu gibi İslam tasavvufuna dair önemli çalışmalarda imzası bulunan Mahmut Erol Kılıç'ın, İstanbul Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'nde 2002-2008 yılları arasında “Bir Doktrin ve Kültür Olarak Tasavvuf” başlığı altında verdiği derslerin notlarından ve bant deşiflerinden oluşturulan Tasavvufa Giriş adlı kitabı, Ocak 2012 itibarıyla Sufi Kitap tarafından yayınlandı. Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Sistematik Tasavvuf Bilim Dalı öğretim üyeliği görevini yürüten Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç, bu alanın ülkemizdeki en yetkin ve tanınmış isimlerinden.

Tasavvuf, Kılıç'a göre varoluşsal, fıtri bir ihtiyaç; yalnızca bizim için değil tüm dünya insanları için bir kurtuluş vesikası tasavvuf. Nuh'un inanmışları tufandan koruyan gemisi, Musa'nın azgın denizi yol eden asası gibi insanı boğulmaktan, yok olmaktan kurtaran bir esenlik, bir barış ve selamet bilgisi. Böyle olunca, İslam tasavvufu çerçevesinde, bu birçoğumuzun merak ettiği çok katmanlı derin meseleyi en can alıcı noktalarından tartışmaya açıyor.

Dünya savaş alanı

Maddeci modertnite, pozitivist mantık Rönesans'tan bu yana dünyayı asırlardır korkunç bir savaş alanına çevirdi. Bu savaştan bıkan insanlık yeni bir yaklaşımdan yana, artık barış istiyor. İlhamını Aristo'dan alan modernist yaklaşım, insanın yaratılış koduyla fevkalade ters düştüğü için ferdin ne iç dünyasını ne toplumsal hayatını tanzim edebildi. Bilimi hakikate ulaşmada yegane araç kabul eden beş-duyucu pozitivist kafa, sayısızlık ve sonsuzluk âleminin kainâttaki yansımalarını göremeyecek bir kadraj daralmasına mahkum kaldı. Âlemin renk ve ahenk zenginliğinin yalnızca siyah ve beyaza indirgemesi daha başka gerçeklik alanlarının ihlal edilmesine, tefekkürün, düşünce zevkinin ortadan kalkmasına sebep oldu.

Felsefe gibi, tasavvufun başlangıcı da doğru soruyu sorabilmektir.

'Nasıl'lar üzerine oyalanma

Modernizmin yarattığı tahribatın layıkıyla anlaşılması için düşünce biçimlerindeki deformasyona bakmak gerekecek. Önce ekmeklerin bozulması gibi çünkü bu da. Düşünce, hayatımızın gıdasıdır. Onun da gıdası sorulardır. Hayatı besleyecek, anlamlandıracak olan düşüncedeki yapısal bozulmanın sebeplerini doğru soruların sorulamayışında aramak lazım. Modernite bizi tüketim sürecinin bir nesnesi haline dönüştürmek için, “nasıl”lar üzerinde oyalanmamızı ister. Bize nasıl kazanacağımızı sorgulatır. Nasıl başaracağımız, nasıl zengin olacağımız falan bizim için sonu gelmek bilmeyen endişelerdir. Aç gözlü, tamahkâr modern insanın hayatından endişe, kaygı hiç eksilmez. Nasıllar dünyasının azgın selinde insanı bekleyen akıbet bellidir: mahvolmak. Oysa fıtri prensiplerle 1500 yıllık süreç içerisinde kemale eren geleneğin insanı hakikatle buluşturan sorusu “neden”dir. Bu soru insanın tekamülünde bir çığır açar. Tekamül bir seyirdir. Neyin ne için kazanılacağı, neyin ne için başarılması gerektiği tasavvufun yaratılışın özüne, cevherine yönelik bir iç bilgiyle kavranabilir. Seyr neticesinde insan kendini esir eden bağ ve bağımlılıklardan kurtulur. Bu tam olarak bir anlam arayışı, kendini manalandırma isteğidir. Anlam arayışı, derinleşme isteği tıpkı bedeni yaşatan beşeri güdüler gibi, onun metafizik boyutunu besleyen ontolojik bir ihtiyaçtır. Modern insan, ancak nesneler âleminden elde edebildikleri, sahip olabildikleri nispetinde kendini anlamlandırabilir ve bu haliyle, sonsuzluk âleminin zevk ve nimetlerinden mahrum kalmaya mahkumdur elbette ki. Mevlâna Celaleddin Rumi'nin “Neyi arıyorsan osun sen.” sözünü tam da burada yeniden anımsamalı, düşünmeliyiz belki de.

Mahmud Erol Kılıç, psikolojik açmazlardan bunalan insanlığın bir hakikat arayışına yöneldiğinden, son yıllarda dünyada tasavvuf merkezli düşüncelerin, ezoterik yaklaşımların yükselen değerler olarak kabul gördüğünden söz ederken tasavvuf geleneği güçlü bir toplum olduğumuzu vurgulayarak, bilhassa ilahiyat camiası içerisinde cereyan eden tasavvuf aleyhindeki bir takım tartışmaların gereksizliğine dokundurmalarda bulunuyor. Türk İslamı'nın yaklaşık son iki yüz yıldır gelenekten uzaklaştırılmak istenmesi, bir medrese kaçkını olarak tanımladığı Yunus'un irfanını, tekke kaçkını olarak tanımladığı Aristo'nun düşünce sistematiğine tercih eden Kılıç'ın konuşmalarında da zaman zaman değinmekten geri durmadığı ve temel sıkıntı olarak işaret ettiği bir nokta. Dinin, bazı dindar kesimlerce Selefileştirilmek istenmesinin sonucu olarak politik bir ideoloji haline dönüşmesine itiraz ediyor. Türkiye'deki İslamcıların hâlâ kültür dünyasında bir varlıklarının olmayışını gelenekten kopuk olmalarına bağlıyor Kılıç.

Cümle alem birdir bize

Bir söyleşisinde, “İyi belediye başkanları, müteahhit vs. ürettiler ama iyi düşünür, filozof, evrensel çapta âlim üretemediler.” diyen Kılıç'a göre bu sorun sadece Türkiye'yi değil tüm İslam âlemini ilgilendiriyor. İslam dünyasının, ancak tasavvufi bir telakkiden doğabilecek olan tefekkürle barışması ve bir vizyon sahibi olabilmesi için Müslümanların yeniden geleneğe yönelmeleri, Anadolu İslamı'nı yeniden keşfetmeleri gerekiyor. Anadolu İslam'ı, “hakikat-i Muhammediye”den feyz alan Niyazi Mısri, Mevlâna Celaleddin, Yunus Emre, İbn Arabi gibi birçok muhakkikin görüşlerinden neşvünema bulan irfani bir yorumdur. 13. yüzyıl Anadolusu'nun mayasıdır bu isimler. Onların her anları murakabeyle, her halleri, “Her kelimesini mişkât-ı nübüvvetten aldık.” demekle eştir.

Hz. Peygamber'in ilahi varlığı zahiri de batını da kuşatmıştır. İslam tasavvufunun peygamberi,, ayetin işaret ettiği usve-i hasene, yani bir kâmil insan modelidir. Yahudilik ve Hıristiyanlık için de böyledir, değişmez. Şöyle ki Hz. Musa'ya indirilen din aynı zamanda yeni bir şeriati va'zeder. Nitekim bir müddet sonra Yahudilik tahrif edilerek katı bir hukuk sistemi haline gelir. Hz. İsa, kanuna boğulmuş bir dini dönüştürmek, aslına rücu ettirmek için gönderilmiştir. O, dinin sadece kurallar demek olmadığını, onun özünün olduğunu anlatır (hatırlatır); kurallarla bu özün örtülmesine (küfre) karşı durur. Yani, Hz. İsa'nın nübüvveti tam manasıyla tasavvufi bir fonksiyona sahiptir denebilir. Medresenin yerine tekkeyi ikame etmek gibi... Hz. Muhammed ise “Hatemü'l-enbiya” olarak hem kendisini “rahmet peygamberi” hem “kılıç peygamberi” olarak tanımlar; böylece zahir (Musevilik) ve batında (İsevilik) mükemmel bir denge tesis eder. Onun âlemlere rahmet olarak gönderilmesinden murad bu olmalıdır: “Cümle âlem birdir bize.”

Sonuç olarak Tasavvufa Giriş; konuya ilgi duyup da Mahmud Erol Kılıç'ın sohbetlerine katılma fırsatı yakalayamayanlar için yine irticalen gerçekleştirilen bir sohbet havasında sürüp giden bir kitap. Tasavvufun ontolojik ve epistemolojik tasavvurundan diğer dinî ilimlerle ilişkisine, sufi edebiyatın örneklerinden günümüz problemlerine önerdiği çözümlere varana dek oldukça geniş çerçevede Kılıç'ın sergilediği müthiş bilgi birikimi gerçekten göz kamaştırıcı. Ancak kitaptaki kimi yerlerdeki anlatım ve imlanın, cümleleri anlamayı imkânsızlaştıracak derecede bozuk olması, doğrusu pür dikkat okunacak böyle bir eserin sıhhatini gölgeliyor. Umarız yeni baskılarda bu hususa dikkat edilir.

12 yıl önce