|

Bodrumdaki hayaletlerin kitabı

Jaklin Çelik “Amacım bir tarihten yola çıkarak insanın öldürme iç güdüsünün kaynağına inebilmekti bir anlamda. Vuku bulduğu tarihte ve şimdide üretilen siyasetten uzaklaştırıp o an'a, bireyin ölüm anına bir yolculuk” diyor

Nursem Banu Özyürek
00:00 - 11/05/2011 Çarşamba
Güncelleme: 22:43 - 10/05/2011 Salı
Yeni Şafak
Bodrumdaki hayaletlerin kitabı
Bodrumdaki hayaletlerin kitabı

Jaklin Çelik, son kitabı Öfkenin Şenliği'nde yaşamı geçmişin acıylarıyla düğümlenmiş dört kadının hikayesini anlatıyor. Tarih, iktidar ve erkekler tarafından örselenmiş kadınların 'bodrum'larından gelen sesleri toplayan Çelik; dün ve bugün arasında mekik dokuyan, Ramela - Anlatıcı hattında paralel giden, Ayşe/Şake'yi insanın suratına fırlatan ve alttan alta Mari'yi duyuran yoğun kurgusu içinden akıtıyor romanını.

Belleğini geçmişten soyutlamaya çalışan anlatıcı eski evinde dolaştıkça, diğer kadınlar da bir bir çıkıyorlar odalarından lanetli miraslarıyla; hayaletlerin arasında bir hayalete dönüşmüş Ramela, yitirilmiş iki kız evlat ve anlatıcının sislerin içinden yüz gösteren annesi.

Öykünün vurucu dilini romana yediren Çelik'le, geçmişin lanetini bugünden kovmaya çalışan kitabını konuştuk.

Merhamet yakarışları arasında, kilise korosunun ve ibadet edenlerin gözleri önünde işlenen bir cinayetle açılıyor kitap. Bütün cinayetlerin göz göre göre işlendiğini ve artık 'tanık' ların 'izleyici'ye dönüştüklerini gösteren bir mizansen sanki…

Evet, tanıkların bir süre sonra “görmedik, duymadık,” diyecekleri bir zemine de hazırlık aynı zamanda. Metnin tamamında tanrı, din, ırk ve insana dair tüm kimlikleri sarmalayan siyaseti, ölmek ve öldürmek adına sorgulamayı kolaylaştırıyor bu durum. Romanda amacım bir tarihten yola çıkarak insanın öldürme iç güdüsünün kaynağına inebilmekti bir anlamda. Vuku bulduğu tarihte ve şimdide üretilen siyasetten uzaklaştırıp o an'a, bireyin ölüm anına bir yolculuk. Ve o açılış sahnesi de yolculuğun başlangıcı oldu. Tanrıya ait bir mekanda gerçekleşen bu öldürme sahnesinin ise o görmeyen duymayan insan topluluğunun daha sonra yerini vicdan yolculuğuna bırakacağı bir kırılma noktası.

Büyük bir acıdan geçen dört kadının öyküsü anlatılıyor romanın farklı katmanlarında. Sadece öfkenin değil, acının ve ölümün de şenliği gördüğümüz. Kalem taşıyamaz ya bazen sırtındaki yükü, canınızın yandığını hissettiğinizde devam etmek için ne söylediniz kendinize?

Öfkenin Şenliği'ni yazmak uzun bir süre aldı. Uğraşmak bir yana koptuğum, bir kenara çekilip uzaktan baktığım zamanlar oldu. Uzun soluklanmalar gerekti. Sonuçta tarihçi veya siyasetçi değilseniz tarih çorak bir alan olarak çıkıyor karşınıza. Tarihle insan arasındaki “yokzaman”a talim etmek zorunda kalıyorsunuz. Orada edebiyat yetişiyor imdadınıza. O çorak mecrada insanı kendi çıplak şiddetine soyarken dil de edebiyata soyunmaya başlıyor usulca. Dolayısıyla tıkandığım ve koptuğum zamanlarda süregiden, içinde bulunduğum zamana ve olaylara, olayların tekrarına bakarak yazmaya devam ettim. Sonuçta yaşadığımız an da gelecekte tarih okuması olarak önümüze serilecek. Ben şimdiki anlardan geçmiş ve gelecek okuması yapmaya çalıştım. Kitabın geçmişle gelecek arasında mekik dokuyan kurgusu da bu çalışmanın sonucu. Bu durum şöyle bir olanak tanıdı yazım aşamasında. Geçmişte elinizi yakan bir şeyden kaçıp diğer tarafa geçebiliyorsunuz. Ayşe ve Şake'nin hikayesi yan karakter ve olaylarıyla yazıldığında Ramela ve anlatıcı henüz kurguya dahil olmamıştı. Yan karakter ve olaylar yazıldığında Ayşe ve Şake de dahil olmamıştı kurguya. Bunu söylüyorsunuz işte kendinize; bir karakterinizle karşılıklı kalıp birbirinize yol verdiğinizde bir başka yöne dönüyorsunuz yüzünüzü.

Anlatıcı memleketiyle arasında bir bağ varmış yanılsaması yaratan evini satıp zihnini vatansızlaştırmaktan bahsediyor. Yüreğin ve zihnin vatansızlaşması, sadece acıyı dindirmek için değil, acıyı doğurmamak için de bir çıkış olabilir mi?

Acının doğmaması gibi bir seçenek yok. Sonuçta o da çok insani bir duygu. Romandaki anlatıcının vatansızlaşma isteği bir acıdan yola çıkarak edinilmiş olsa da bir nevi bilinçlenme. Sonuçta her acı ehlileşerek dönüşür. Bu dönüşümün en belirgin karakterleri anlatıcı değil Ayşe ve Şake. Şake Ayşe'ye dönüştüğünde/döndürüldüğünde onun için geri dönüş yoktur artık. Çünkü artık geçmiş silinmiş, o geçmişi taşıyan zaman çürüyüp silinmiştir. Tek çaresi bulunduğu yere tutunmaktır.

Anlatıcı ise toprakla insan arasındaki sorunlu ilişkiden ağır darbe almış aktörlerden biri. O bu travmanın farkında, sürekli uyuşturduğu belleği -bir anlamda sıfırlamaya çalıştığı belleği ona başka bir seçenek bırakmıyor ki. İnsanla toprak arasındaki ilişkinin çözümsüz olduğunu biliyor ve bu yüzden somut bir toprak arayışının beyhude bir çaba olduğunun da farkında. Yüklendiği miras sonuçta kendi isteği doğrultusunda kalmış bir miras değil. Miras dediğimiz şey isteğimiz dışında kalır bize. Dolayısıyla onu sahiplenmek veya sahiplenmemek gibi bir talebimiz olamaz.

Mari'nin ölü doğan çocuğu ve Şake'nin gebe kalamaması, geçmişi yıkılan insanların geleceksizliği midir?

Geleceksizlik o zamanın dinamikleri içinde doğan bir sonuç. Onlar için sözkonusu olan kavram geleceksizlikten ziyade içinde bulundukları zamanın yitikleşmesi. Daha önce de belirttiğim gibi ben anları yakalamaya çalıştım metni yazarken. Dolayısıyla o an bana ne diyorsa onu kaleme aldım. Halihazırda süregiden savaşlara, o savaşlarda ölen insanlara bakalım. Beni o zamansızlığı yazmaya iten şey de tam bu duygu. Acının kabuğunu kaldıran başka ölümler sürüp gidiyor. Geçmiş acıları tetikleyecek birçok öğe devletlerin ürettiği siyasetle tetikleniyor hala. Amsterdam'da bir yılbaşı gecesi insanlar yeni yılın gelişini havayi fişek atarak kutluyorlardı. Patlama seslerinden ürktüm. O an Irak Savaşı sürüyordu, insanların üzerine düşen bombaları, o seslerin yakınına, kıyısına düşen insanların ruh hallerini düşündüm. Ve dehşete kapıldım.

Şake'ye yeni bir ad veriliyor ve o andan sonra Şake Ayşe'nin içinde yaşamaya başlıyor. İki parçalı, iki sesli olarak. Bu da akla Ramela'nın üzerini örten muhtemel bir Fatma, Mari'nin de yolunu tıkamış herhangi bir Necla olduğunu getiriyor. Kadınlar asıl adlarını hep içlerinde taşımıyorlar mı?

Öyle de denebilir. Sonuçta erkek bir dünyada yaşıyoruz. Dolayısıyla tarih de erkek. İronisi olmayan, kuru bir dil. Dilin doğurganlığı kadında, tarifsiz olan herşey kadın üzerinden estetize edilebiliyor. Yanlış anlamayın kadın ve erkeğin varlığına tüm doğası içinden bakmaya çalışıyorum aslında. Ne kadar reddedersek edelim, durum neyi gösterirse göstersin ikisinin varlığı birbirini tamamlıyor. Bu yüzden ikisi üzerinden yapılan okumalar da farklı. Tarih ne kadar kahraman erkeklerle doluysa, o kahramanlıkların anlatımı kadınlar üzerinden daha estetik bir dille anlatılıyor.

Geçmişiyle kavgalı/ geçmişinden yaralı insanın zamandan ve mekandan soyutlanmasını farklı düzlemlerde dile getirerek hissettiriyorsunuz. Bu insanlar sürekli bodrumdan sesler duyuyorlar değil mi? Sıçanların, böceklerin ve hayaletlerin mahzeni olan bodrum katının kapısı hiç kapanmaz mı?

Romandaki mekanlardan biri de bodrum. Sıçanlar ve Ramela arasında geçen vahşi savaşın mekanı aynı zamanda. Bu görünür kısmı. Bodrum aslında bir iç dünya. Sadece insana ait değil aynı zamanda diğer bir karaktere, sıçana ait bir dip dünya. Orası karanlık, karanlık olduğu için de umutsuz bir yer. İki karakterin çıplaklığa soyunduğu yer orası. Birbirini görmeden ama hissederek birbirlerinin varlıklarını. O kapı bu yüzden sürekli açık kalmak zorunda. İnsanın kendi içine ulaşması, karanlıktaki duygularını yoklayıp, onu dillendirebilmesi için. Zaten romanda ilk karşılaşma orada olduğu halde savaş yukarda başlıyor. Bir anlamda karakterler karanlıktan yukarı doğru yol almaya başlandığında çatışmanın fitili ateşleniyor. Çünkü aydınlığın ucu belirdiğinde, ancak o zaman herşey görünür oluyor. Sıçanın titreyen bıyıkları, kışkırttığı Ramela'nın öfkeli yüzü ve sandıktaki geçmiş...

Anlatıcı geçmişiyle arasına “Xanax”tan bir duvar örüyor. Bir gün zihnini uyuşturmadan da geçmişini dayanılır kılabilecek mi / kılabilir mi?

Burada geçmişin dayanılabilir olma halinden ziyade ona devreden mirasla günümüze tahammül etme hali asıl sorun. Bugünü yaşanılabilir kılmak için geçmişle arasına koyduğu set görünürde Xanax olsa da aslında belleğini soğutmaya çalışıyor geçmişten.

Romandaki bir bölüm duyulmamanın, görülmemenin ne demek olduğunu çok etkili bir şekilde ifade ediyor: “Sesi gökyüzüne salmak istedi, gök kapandı. Toprak kapandı. Su kapandı.” Bu sesin bir gün duyulacağına ve öfkenin kıvılcımını yitireceğine inanıyor musunuz?

Öfkenin kıvılcımı hiç bitecekmiş gibi görünmüyor. Nasıl bitebilir ki? Savaşlar devam ediyor ve sınırlar sürekli insan kanıyla şekilleniyor. Öfke biraz önce anlatmaya çalıştığım o karanlık bodrumda suskunluğa bürünüyor. Işığı gördüğünde o da tekrar görünür oluyor. Bu yüzden kitabın adı Öfkenin Şenliği. Öfke tek başına bir şey yapmıyor. Kendi kendine yanan bir ateş gördünüz mü? O ateşin yanması için bir kıvılcıma ihtiyaç var. Bu buluşma hali de bir şenliğe işaret ediyor. O cümleler şenlik bittiğinde geride kalan dağınıklık. Şenlikten arta kalan kavramların oraya buraya saçıldığı, insanlığın içine düştüğü acizliği gösteren cümleler onlar.

13 yıl önce