|

Buyrukçu, zor yaşadı, yalnız öldü

Muzaffer Buyrukçu, hep hayatî öyküler yazmış, hayat biçimlerinin çifte yüzünü, onda meydana gelebilecek anlık değişimlerin etkileşim düzeyleriyleiç-içe vermiştir.

00:00 - 6/09/2006 Çarşamba
Güncelleme: 22:26 - 19/09/2006 Salı
Yeni Şafak
Buyrukçu, zor yaşadı, yalnız öldü
Buyrukçu, zor yaşadı, yalnız öldü

24 Ağustos 2006'da, evinde beş gün önce ölmüş olarak bulunan Muzaffer Buyrukçu, edebiyat çabası ve eserleriyle bu vefasızlığı haketmeyecek biriydi. Buyrukçu'nun yalnız ölümü, Sovyetler'in yıkılmasıyla birlikte idealleri, hayalleri de yıkılan solun insani değerler açısından nasıl bir savruluşu yaşadığına, varolan toplumsal değerlere sahip çıkmadığı gibi kendine mahsus yeni değerler de üretemediğine çok açık bir örnektir.

Buyrukçu'nun hayatını göç, ölüm, ve adına zor yaşamak dediğimiz yoksulluk belirlemişti. Selanik'ten kalkan Gülcemal'in Arnavut yolcuları arasında bulunan ailesi ilk yerleştikleri Mersin'in yaman doğasıyla barışamayınca, zaten çoğu sarılı duran denklerini toplayıp Niğde Fertek'e gelmişlerdi. Doğal şartları itibariyle Balkanlara benzemese de hiç değilse Mersin'e benzemeyen bu yeni mekanda yeniden tutunmaya, kök salmaya azmetmişlerdi. Onların azmi, başkalarının çıkarına dokunup, aralarına da anlaşmalarını imkansızlaştıran kan girince tekrar yol görünmüş göçmenlere. Tutunacakları toprağın değil, doyabilecekleri toprağın izini sürmeye başlamışlardı bu kez: Çukurova, Manisa, İstanbul, Yalova...

Buyrukçu, işte bu göç ve geçim hengamesi içinde doğmuştu. (Fertek, 1 Şubat 1930). Dünya ülkelerinin kutuplaşmasına ve bunu izleyen İkinci Dünya Savaşı'na denk düşmüştü ilkokul yılları... Savaş, zaten zor olan hayatı daha da ağırlaştırınca ortaokulun ikinci sınıfında “hayatını kazanmak” adına tahsilini noktalamak zorunda kalmıştı Buyrukçu. Aşçı yamaklığı, kunduracılık, inşaat işçiliği, frezecilik derken Son Telgraf gazetesine gelip dayanmış hayat yolu... Son Telgraf, Buyrukçu'nun maişet derdine geçici derman olmanın ötesinde, ondaki anlatma tutkusunu, hayati tanıklıklarını paylaşma arzusunu depreştirmesi, ortaya çıkarmasıyla çifte bir değer yüklenmişti.

Buyrukçu, 1945'te şiirlerini kitaplaştırıp, adını duyururken, ilk öyküsünü de yayımlayarak (“Yıkılan Yuva”, Son Telgraf, 1945) asıl sanatsal seçiminin haberini de vermişti; hemen bir yıl sonra Tanin gazetesinin öykü yarışmasını kazanınca, o günden bugüne kapanmayan öyküler sandığının kapağı da sonuna kadar açılmış oldu Buyrukçu için.

Buyrukçu, 1946'dan 1953'e magazin yanı ağır basan hikâye çabasını, 1953'te Yeditepe'de yayımlanan “Kâbuslu Bir Gece” adlı metniyle (Katran'daki dördüncü öykü) öykü kulvarına aktarmış ve o günden sonra da edebiyat dergilerinden ayrılmamıştı: Yeditepe, Yenilik, Kaynak, Mavi, Varlık, Papirüs... 1945-2000 arası toplam 55 yıllık öykülerini de şu adlarla kitaplaştırmıştı: Katran, Acı, Korkunun Parmakları, Bulanık Resimler, Kuyularda, Cehennem, Kavga, Mağara, Şarkılar Seni Söyler, Günlerden Bir Gün, Hüzünlü Kar Çiçekleri, Her Yer Karanlık, Bin Hüzün, Şarkı Gibi, Yüzün Yarısı Gece, Bir Aşk Daha, Telefon Konuşmaları, Dumanı Tüten Çay Gibi, Yalnızlığın Arkasındaki Gülümseme, İpek Pijamalı Katiller, Ay Kokuyor.

Katran'daki (1956) ilk öyküsünden, İpek Pijamalı Katiller'deki (2004) son öyküsüne kadar neleri anlatmış, nasıl bir öykü evreni kurmuştu Buyrukçu?

Öykülerinde asıl yapmak istediğinin “Yaşam kadar” eşsiz, sıcak, güzel, verimli, zengin, doğurgan, saygın, kutsal, kudretli, soylu, yüce, coşkulu, deli, çılgın “verimlerin üzerine ölümsüz yapılar oturtmak...” olduğunu söyleyen Buyrukçu, bunun için hep hayatî öyküler yazmış, hayat biçimlerinin (mutluluk-mutsuzluk, sevgi-sevgisizlik, yengi-yenilgi vb.) çifte yüzünü, onda meydana gelebilecek anlık değişimlerin etkileşim düzeyleriyle iç-içe vermiştir. Bu nedenle çoğu öykülerinin ortak karakteri durumundaki dar çevrenin küçük insanlarını El-dorado'yu keşfe çıkarmamış ancak onun içindeki El-dorado'yu keşif umudunu da söndürmeye çalışmamıştır; umut ve umutsuzluktaki karşılıklı potansiyel değişimi gösteren - gösterilen dengesi içinde diri tutmaya özen göstermiştir.

Buyrukçu'nun öyküleri olay (tahkiye) merkezli öykülerdir ve “inşa”ya (kurguya) değil, “sunum”a (nakletmeye) öncelik verilmiştir. “Öz biçimi yaratır, çünkü olanağı çoktur ve yapısı elverişlidir ama biçim özü yaratmaz, öyle bir güce sahip değildir. İşte özle biçimin birbirlerine ulandıkları, birbirlerinden ayrıldıkları; yoğunlaşıp, gevşedikleri noktalarda beliren boşlukları doldururken sanat estetiğini kendisiyle kaynaştırıp işlev alanına salan ve öyküye can katan 'ayrıntı'dır. Çağrışımları, izlenimleri, anımsamaları, zihinlerdeki uyanmaları o yönetir, bu yüzden çok önemlidir, bu yüzden ayrıntısız bir öykü, ayrıntısız bir roman düşünemiyorum.” diyen Buyrukçu, gerek diyaloglarındaki, gerekse betimlemelerindeki ayrıntılarla özü yoğunlaştırırken, ifşa, sürpriz, keşif, etki vb. ancak biçimle şekillenebilecek oluşumları da ayrıntı üzerinden vermeyi tercih eder. Dolaysıyla Buyrukçu öyküsünde özü yoğunlaştıran ayrıntı, biçimi de etkileyen, zenginleştiren aslî bir unsura dönüşür.

Bu nedenle Buyrukçu'nun öyküleri ilk bakışta çok ayrıntılıdır ancak çok katmanlı değildir. Çünkü öykülerin mekansal, zamansal ve nedensel bağları biçimsel planda normal dizimlerini izlerler; biri diğerinin önünü kesmez, yerine geçmez, ertelemez ya da iptal etmez. Bu düzen içerisinde zihinsel atıflar, çağrışımlar da söz konusu dizimi pekiştiren, olay örgüsünü güçlendiren iç-dinamikler olarak işlev yüklenirler.

Buyrukçu'nun öyküleri bu yanıyla “kolay kavranılır” öyküler olarak değerlendirilebilir fakat onun öykülerindeki “kolay kavranılırlık”, acemi okurun (ve elbette eleştirmenlerin) ayakları altına atılmış birer muz kabuğu hükmündedir. Çünkü yazar tek katmanlı öykü yapısı içinde bireyin (çelişkileri, özlemleri, niyetleri, hayalleri vb.) çok katmanlı dünyasını ve onun sade hayatının altındaki toplam yaşanmışlıkları (sosyal değişme, çatışma, sömürü, zenginlik, yoksulluk vb.) gizlemek suretiyle “tek anlam”ı öne çıkarır.

“Bulanık Resimler”le 1962 TDK Hikâye Ödülü'nü, “Kavga” ile de 1968 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, “Yüzün Yarısı Gece” ile 1994 Yunus Nadi Öykü Armağanı'nı ve 1995 Haldun Taner Öykü Ödülü'nü kazanan Buyrukçu, yerli öykücülük zincirinin bir halkası olarak, onu ihmal edenlerin suçlarını, utançlarını da koyulaştırırcasına yaşayacak Türk edebiyatında.

Artık, dinince dinlenesin zor yaşayan, yalnız ölen Muzaffer Buyrukçu...

18 yıl önce