|

Buyurun Refik Halid Sofrasına!

Refik Halid Karay'ı okumadan Türkçenin tadına varmak, arı duru ama bir o kadar da rayihalı şakır şakır bir dille yazabilmek güç görünür bana. Bir dil neşvesi, bir yazma iştiyakı, alelade yazıyı sanata çevirme mahareti onda görülebilir

Turan Karataş
00:00 - 18/07/2010 Pazar
Güncelleme: 20:13 - 17/07/2010 Cumartesi
Yeni Şafak
Buyurun Refik Halid Sofrasına!
Buyurun Refik Halid Sofrasına!

Bazı yazarların kaleminden çıkan yazıları okurken dimağımıza, ne/ nasıl olduğunu bir türlü açıklayamadığımız, bir tat yayılır. Zihnimize güçlü bir parıltı doluverir. Anlatılan ne olursa olsun, belki çok âli fikirler söylenmez, ama söze öyle bir etki gücü katılır ki, uzun zaman biçimi ve anlamıyla belleğimizde saltanat kurar. Benzetmeler, bağdaştırmalar, yenicek bulunmuş ibareler/ ifadeler albenisi ve manasıyla, hemen kesilmiş bir taze meyve kokusu gibi buram buram içinize dolar. Bilgi, birikim, deneyim, gözlem bu misk gibi rayihanın gıdası, bir çeşit vitamini olur. Okudukça okuyasınız gelir, ufkunuzun genişlediğini sezersiniz.

Okurlarına bu hazları verebilen bahtiyar yazarlardan biri, hiç kuşkusuz Refik Halid'dir. Türkçenin bu müstağni, dikbaşlı ve muzip kalem şövalyesinin yazılarında, bir bahar sabahının yıkanmış aydınlığını duyumsamamak olası değildir. Onu okumadan Türkçenin tadına varmak, arı duru ama bir o kadar da rayihalı şakır şakır bir dille yazabilmek güç görünür bana. Bir dil neşvesi, bir yazma iştiyakı, alelade yazıyı sanata çevirme mahareti onda görülebilir. Yazmanın sırları ve incelikleri, eğer mümkünse ondan öğrenilebilir. Refik Halid, Türkçenin gizli çekmecelerinden biridir; her açışınızda bir değerli parçayla karşılaşabilirsiniz.

Refik Halid'in roman, hikâye, anı, mizah, kronik türlerinde kaleme aldığı ürünleri 36 kitap halinde, yeni ve gerçekten özgün bir kapak ve iç düzenle (sayfa tertibi, harf seçimi, bölüm ve ürün başlıkları vb.) ve en mühimi sadeleştirme bahanesiyle dilleri bozulmadan geçtiğimiz aylarda okurun huzuruna çıkartıldı. Bu otuz altı kitabı okumak, kanaatimce başlı başına bir dil bilinci ve edebiyat zevki verir insana. (Bu hizmeti, hangi gerekçeyle olursa olsun, gerçekleştiren İnkılâp Kitabevi'ne teşekkür etmek gerekir.)

Üç Nesil Üç Hayat

Bu yeniden yayımlanış vesilesiyle okuduğum Üç Nesil Üç Hayat kitabında (ilk baskısı 1943, yeni basım 2009), yukarıda söylemeye çalıştığım Refik Halid yazı ustalığının bütün özelliklerini görebildim. Yazar, Abdülaziz, II. Abdülhamid ve 1940'lı yılların hemen başındaki İstanbul yaşantılarını, dönemin bir çeşit hayat safhalarını, yirmi üç başlık altında anlatır. Üç dönemin doğum, çocukluk, okul, memuriyet, aşk-alaka, düğün, hamam, yemek sofrası, tedavi, makyaj, giyim-kuşam, gezintiler, gece ve sokak, yolculuk, gazete ve gazeteci, unuttuğumuz bazı eşya ve âdetler, eski ramazanlar ve oruç fıkraları, Türk yemekleri gibi önemli hayat safahatını, gündelik alışkanlıkları, yapıp etmeleri; “bakmak, baktığını görmek, gördüğünü zihninde saklamak, sakladığını da sırası gelince okutacak şekilde yazmak istidadı”nda olan bir yazarın kaleminden okuruz.

Refik Halid'in “çocuk” bahsinde anlattıkları hayli ilginç. Aziz devrinde çocuklara haşhaş emzirildiğini duymamıştım, ama afyon yutan yaşlılarından haberdardım. Devrin bu münasebetsiz tutumu üzerine yazarımızın yorumu hayli düşündürücü: “Salıncağında torun haşhaş emerken köşe minderinde dede afyon yutar; biri dünyaya girerken, öbürü veda ederken hakiki hayattan uzaktırlar, bir yalancı âlemde yüzerler.” “Aşk ve alaka” bahsinde de yazarın nefis bir tespiti var. Yerimiz müsaade etseydi o uzunca paragrafı (s. 46-47) olduğu gibi alıntılardım, hiç değilse ilk cümlesini nakledeyim: “Dün ve bilhassa bugün pek müptezelcesine kullandığımız 'sevmek, sevişmek' kelimeleri o zaman pek az, utanıp sıkılarak istimal edilebilirdi; çoluk çocuk ağzına alamazdı.” [Altını ben çizdim, TK.]

İtiraf edeyim ki, kitabın “yemek sofrası” bahsini adeta bir tutkuyla okudum. Refik Halid gibi bir “hazperest” olduğum için değil, bu hususta geride bıraktığımız güzelliklere hayıflandığımdan. Söz gelimi, Osmanlı sanatkârlığında önemli bir yer tutan tahta, şimşir, abanoz, kemik ve fildişinden yapılan mercanlı sedefli kaşıkların yok oluşuna; ya da besmelesiz yemeğe başlamayı, bittiği zaman da en hafifinden 'çok şükür, elhamdülillah' demeyi unutuşumuza yandığımdan. Ya şunlara ne demeli: “Mevlevi sofralarında biri su içerken öbürlerinin sahandan el çekip beklemeleri, yani fırsattan istifade bir kaşık fazla almış, hakka tecavüz etmiş olmamaları iktiza ederdi./ Ayıp değil, adeta günah sayılan bir nokta da şudur: Önünde ekmek parçası bırakmak!” (s. 75) Bugün (1940'lar ve şimdilerde), yemeğin evden elini eteğini çekmesi, birçok evde mutfak bacalarının tütmeyişi modern devrin en çirkin yüzü olmalıdır. Sokakta, alelacele ayaküstü bu karın doyuruş, hem sıhhat ve iktisat hem de aile terbiyesi bakımından zararlı bir durumdur. “Sofra başı aile fertlerini birbirine ilmikler; sıcak aşın dumanı, aradaki sevgi ve bağlılığı tazeleyen tılsımlı bir tütsüdür. Aile terbiyesinin içyüzü yemek masasının etrafında mahiyetini gösterir. /…/ Ev, yatak demektir; sofra da aile… Ancak kendi yatağında yatmak ve kendi yemeğini yemek kaidesine riayetle hakiki aile teessüs eder.” (s. 81) Şunları da alıntılamazsam, yazarımızın meramı tam anlaşılmaz. “Mekteplerde çocuğa evde pişen ve ailece başına geçilip yenen yemeğin değerini telkin lazımdır./ Sokaklarda karın doyuranlar, başka memleketlerde yalnız yabancılar, bekârlar, züppeler ve sefa düşkünleridir.” (s. 82)

Çocukluğunda kullanıldığını gördüğü, ömr-i ahirinde hiçbir yerde rast gelmez olduğu bazı eşyaları da anlatma arzusu duyar yazarımız. Bunun gerekçesini harika bir benzetmeyle fısıldar: “Fikrimce beynimizin de tıpkı midemiz gibi, bazen bir bardak serin suya ihtiyacı vardır. İşte, o hafif hatıralar, dimağınızı memnun etmek ihtiyacıyla böyle, bir kadeh ışıklı su yerine geçer. Kafatasımız, kurak ve çatlak bir temmuz toprağı gibi onu adeta zevkle emer, yumuşar, az ve geçici de olsa yine nispi bir rahatlığa kavuşur.” (s. 177) Sonra, çoğunun bugünkü hayatımızda artık bir karşılığı olmayan, dil mahzenlerinde duruveren fıçı, kırba, harar, heybe, zembil, enfiye, mum makası, kahve çömleği gibi alet edevat, hafif iç çekmelerle ve müstesna özellikleriyle anlatılır. Refik Halid, o günün bu harcıâlem eşyalarını öyle bir dikkatle anlatır ki, mühim bir keşif yapıyormuş gibi zevk alırsınız.

Yazarımız, pek mahir olduğu yemekleri anlatmadan geçmeyecektir. Ne var, o günkü günde artık unutulmuş gözüken, sofralardan çekilen bazı “öz Türk” yemeklerini anlatmaktadır: Tarhana çorbası, keşkek, mantı, kabuska, erişte. Balkabağı tatlısını; boza, pekmez, salep, tükenmez, nardenk, hardaliye gibi kış içkilerini de şöyle bir anacaktır. Bu harika anlatımların sonunda Refik Halid'in bayanlara ve beylere iddialı bir seslenişini duyarız: “Gato değil, krem ranverse değil, özenti bez çiçek değil tarhana, mantı, erişte yapan övünsün! Bunları yapabilenin kocası övünsün! Yiyebilenler övünsün!”

“Şiirler ve Şairler” kısmında, Refik Halid'in üç devrin şair tiplerine isim vermeksizin birtakım şiir parçaları yardımıyla değindiğini görmekteyiz. Üç neslin şuarasından yazarımızın gönlüne taht kurmuş, en azından beğendiği biri yoktur. Üstelik, o hafif tertip istihzası ile dönemlerinin ünlü şiirleriyle inceden dalgasını geçmektedir. En çok da Garipçiler'e ve Asaf Hâlet'e dokundurma var.

Refik Halid, yaşantılarını, alışkanlıklarını söze kattığı son iki devri bizzat yaşamış, ilk dönemin ise bazı kalıntılarını görebilmiş, asıl şahitleriyle birlikte olmuştur. Bu yüzden, anlattıkları, bir nevi tarihe tanıklık edecek sosyal olaylar ve hayat parçalarıdır. Bu malzemeden çıkarılacak nice sonuçlar, bunlar üzerine yapılacak ne çeşit sosyal mülahazalar olabilir. Söz gelimi, Refik Halid'in Aziz devrine ait anlattığı kimi yaşama biçimlerinin, benim çocukluğumda Anadolu köylerinde hâlâ sürgit olduğunu söyleyebilirim. Mesela, korkutmanın, çocuk terbiyesinin temel taşı sayılması. Aziz devrindeki çocukların karşı karşıya kaldıkları korkutma figürlerinin çoğu, bizim de muhayyilemize kazınmıştı: sakallı cüceler, al karıları, peri kızları, cinler, kefeni sırtında ermişler… Bundan başka yer sofraları, bazı tedavi usulleri, kimi evlenmeler, yolculuklar, gece ve sokak vb. gibi bazı hayat sahnelerini 80'li yıllara kadar Anadolu köy ve kasabalarında sıklıkla görebilirdiniz. Şuraya varmak istiyorum, İstanbul özelinin dışına çıkarsak, toplum olarak 19. asrın sonundaki yaşama koşullarından ancak bir asır sonra kurtulabildik.

Refik Halid, kendi deyişiyle “kalemi eline alınca kelimeleri terbiyeli maymuna çeviren” yetenekli bir yazardır. Onlardan şaşırtıcı mealler ve ahenkli sesler duyurur bizlere. Tatlı benzetmeler yapar. Mesela yaz mevsimine denk gelen ramazanlardan bahsederken “dudaklarınızın susuzluktan böcek kabuğu gibi kaskatı kesildiği” benzetmesiyle, dilimizi damağımızı kurutur. Bu gerçekçi yazarın pek sahici ve canlı bir anlatımı vardır. Samimidir. Anlattıklarını okurken sanki bir eski zaman albümünü seyreder gibi oluruz.

Kaydetmeden geçmeyelim, bu kitaba “içindekiler” hatta bir dizin konmalıydı. İkinci baskısında mutlaka konmalı.

Yaz geldi, gidiyor/ gidecek; okumak isteyenlere bundan daha iyi fırsat olur mu. Buyurun, Refik Halid'in o birbirinden renkli ve zengin kitapları başına.

14 yıl önce