|

Cam ırmakta taş gemi yüzdürülürmüş

Şeyhimiz Galip ateş denizinde mumdan gemiler yüzdürürken hangi tarafın zararlı çıkacağı başlangıçtan belliydi. Oysa biz, cam ırmağında taş gemi yüzdürürken sadece ırmağın değil geminin de incindiği tenakuzuyla şaşkın kalmışız. Beklenesi bir durum değildi hiç, ama neticede cam ırmakta taş gemi yüzdürülmüyor işte.

Ayşe Kara
00:00 - 1/11/2006 Çarşamba
Güncelleme: 16:44 - 10/11/2006 Cuma
Yeni Şafak
Cam ırmakta taş gemi yüzdürülürmüş
Cam ırmakta taş gemi yüzdürülürmüş

Nazan Bekiroğlu Yusuf ile Züleyha' dan sonra bu kez de Mısır tarihi ve Firavun Akhaneton için uzanmış Mısır topraklarına, kitapta Mısır ve Akhenaton adları hiç geçmese de. 'Cam Irmağı Taş Gemi' ismini verdiği ikinci hikaye kitabında, geçmiş zamanın içinden kahramanlar çıkarıp, öyküler kurgulamış onlara. "Kül Rengi Küçük Kuş ile Beyaz Mermer Şehir", "Mavi Gül Dalı", "Cam Irmağı Taş Gemi" isimli öykülere "Zeyl: Nihade'nin Beşinci Defteri" eşlik ediyor. Ve yazarının ifadesi ile, "Bütün bunları baştan sarmalayan "Be", sondan tamamlayan "Gülibrişim Tazarrusu", yer alıyor kitapta."Kül Rengi Küçük Kuş ile Beyaz Mermer Şehir", çok katmanlı okunabilecek bir öykü. Kuşların göç hikayesi ile Attar'ın kuşlarına da gönderme yapar gibi. Ben arayışından, yurt arayışına uzanan taşların, kuşların dili ile anlatılan öyküde taşın kanayan bir kalbi olması, göç katarının geri dönüşü düşündürücüdür. "Madem ki gidilen yerde kalınmıyor yine dönülüyordur, o halde orası da yurt değildir."

"Mavi Gül Dalı" ile hikayesi anlatılan prensesin, öykücü tarafından Hükümdar'a eş ve aşk kılındığını, Hükümdar için bu aşktan biricik Tanrı'ya yol çıktığını okuyoruz. "Mavi Gül Dalı'ndan" itibaren kitaba giren, taşların içinden hükümdarlar, kraliçeler çıkaran yontucu, "Cam Irmağı Taş Gemi"de bir camcı ile yan yana geliyor. Keskisini taşa indirdikçe bitişikteki camcının sırçaları titriyor. Ve Nihade, Beşinci Defteri'nde aşkın cünun hali ile çıkıyor karşımıza.. Kendi kuşağı içinde farklı bir yeri olan Nazan Bekiroğlu, imgeler, simgeler aracılığı ve kendine özgü "arabesk" dili ile öznesi "aşk, özlem, arayış" olan öyküler anlatıyor yine. Nazan Bekiroğlu ile Cam Irmağı Taş Gemi üzerine konuştuk.

n Sevgili Nazan Bekiroğlu, seni Mısır tarihine çeken nedir? Mısır'da Yusuf'un izini ararken mi bu denli yakınlaştın tek Tanrılı Firavun Akhaneton'la?

Akhenaton, yani IV. Amenofis antik Mısır'ın, bugünün bakış açısıyla en dikkat çekici firavunu. Bugünün bakış açısıyla, diyorum çünkü döneminde "atalar dini" söylemine yaslanan ve adamakıllı mutaassıp politeist bir dünya içinde tek Tanrılı bir inancın söylemini sahipleniyor. Bu itibarla dinde, sanatta, yaşam biçiminde adeta bir devrim yaratıyor. Fakat ardılları, zaten saltanatı süresince mukavemetle karşıladıkları bu din gibi onun alemdarından da geriye hiçbir şey kalmasın istiyor. Bu nedenle unutturmanın en mantıklı yolu olarak ismini tüm yazıtlardan sildiriyor, mezarını tahrib ediyor. Heykellerini, resimlerini parçalıyor. Ona ait olması gereken sanduka üzerinde isminin kazınmış kartuşu Kahire müzesinde son derece ibretlik bir görüntü. Fakat döneminde unutturulmuş bu tek Tanrılı firavun, batılı bir araştırıcının meşhur cümlesiyle, "Batının üzerinde en çok mürekkep tükettiği firavun" aynı zamanda. Onunla karşılaşmam evet Yusuf ile Züleyha döneminde oldu. İman eden firavun biraz da o etkiyle çıktı ortaya. Çünkü gerçek her zaman var ve gerçeğin habercileri de her zaman mevcut. Lakin kurgusallık düzleminde işaret etmek gerek ki, üzerimde taşıdığım yoğun etki bana akıtacağım ırmak için bir girizgah teşkil etmiş olsa da benim yaptığım bir kurgudan ibarettir. Bir soyutlama. Mısır ve Akhenaton adlarının metinde bir kez bile geçmiyor olması bu soyutlama ihtiyacının bir neticesi olsa gerek.

n Doğrusu bizdeki Musa karşıtı firavun tanımına oldukça zıt bir durum. Peki, bugün ekspresyonizm ya da sürrealizm akımının başlangıcı olarak görülen "Amarna" olarak adlandırılan Akhaneton dönemi, hikayesini soyutlayan bir sanatçı olarak da senin ilgini çekmiş olabilir mi? Ki, "Be" den, "Gülibrişim Yakarışı"na kitap, yer yer ağırlıklı olarak, sanat ve sanat anlayışındaki çatışmaları sorguluyor gibi. Akhenaton ve Mısır sözcükleri kitapta niçin bir kez bile geçmiyor? Ve bir konuşmamızda bana söylediğin "Cemil Meriç için Hint neyse, benim için Mısır o, oldu." Bunları açar mısın lütfen?

Akhenaton tek yanıyla değil her yönüyle benim için bir cazibe merkezi ve bu gelgeç bir çekilme hali değil. Döneminde oluşturduğu özgün ve özgür sanatın binlerce yıllık bir gelenek ırmağına karşı duruşu, gerçeklerin üzerindeki gerçeğin arkasında olan için sanatta boy veren tezahür. Gerçeği gören onu bulabileceği en eskiye kadar gitmek istiyor. Şimdilik Mısır'dan daha eskisini bulamadım. Bu itibarla Cemil Meriç'in Hint'ine benziyor. Bir de derin, mavi, büyük ve güzel ırmakla karşılaşmanın getirdiği hatırlamalar var ya, işte o.

n Zamanın sendeki karşılığı ne? Veya şöyle sorayım, niçin geçmiş zamanın peşindesin? "Sanatçı çağının tanığıdır" sözü senin için geçerli değil mi? Neden kendi iç zamanına geçmiş zaman elbiseleri giydiriyorsun?

Evet sanatçı çağının tanığıdır ama bundan daha fazlasıyla sorumlu daha doğrusu muhatap olması gerek. O, çağından da ötesinin, bütün çağların, bugün, yarın ve dünde değişmez olanın da tanığı ve muhatabı olmak mecburiyetinde. İçsel bir mecburiyet bu.

n Her ne kadar öz itibarı ile bir iseler de (cam/ kum/ kum/ taş) yine de ben, soyutlayan bir sanatçı olan Bekiroğlu'nun kaleminin taş gibi somut bir şeye nasıl gelip dayandığını da sormak isterim.Cam Irmağı Taş Gemi imgeleminin açılımını, biz Lâl Kuşları'nı beklerken Cam Irmağı Taş Gemi'nin ve camcının elinde lâl renkli bir camdan bir kuşla nereden çıkageldiğini....

Cam ve taş arasındaki o harikulade zıtlık ama o zıtlıktaki de ahenk. Çok uzun zaman, cam ve taş arasında, yan yana dükkan kurmuş camcı ile taşçı arasında geçecek bir hikayenin bütün imajlarını, gerilimini, katmanlarını, çatışmalarını, dokusunu hazırlayıp hatta cümlelerini kurup da sayfalar dolusu yazıp da, öykünün bel kemiği olarak algıladığım vak'ayı bir türlü kuramadığım için sızlanıp durdum. Yani bütün doku hazırken, bunların, üzerine oturtulacağı bir kurgu ihtiyacıyla huzursuz oldum. O süreçte içimde biriken bilgi ve duygu malzemesinden onlarca deneme çıkabilirdi. Ama cam ve taş, içimde, her şeyi bir tarafa atamayacağım ya da denemeye ya da iyi niyetli bir makaleye emanet edemeyeceğim kadar da ağırlaşmışken, bir vak'anın bütün bu unsurları, dağınık dokuyu derleyip toparlamasını, onları bir ırmaktan hoşça bir hal içre akıtabilmeyi çok bekledim. Sonrası kendiliğinden geldi. Gelmese bu hikaye olmazdı. Taş ve cam imgelerine gelince. Ruhsal ihtiyaçlarımız ve muammalarımız belirli imgelerle ele veriyor kendisini zaman zaman. Gelip sırtımı taşa yasladım neticede. Çok soylu duruyordu ve hala da görüngüler aleminde her şeyin anası olduğunu düşünüyorum. Sert ve dayanıklı. Kalıcı ve güzel. Aynı zamanda hem değersiz hem çok değerli. Ama acımasız ama soğuk ama sert. Hayatın ta kendisi. Ama bir yanda da cam gerçeği var ve çok daha önemlisi taş ve camın yan yana düşmüşlüğü. Bu bir kırıklığın itirafı. Evet Şeyhimiz Galib'e bir saygı ve minnettarlık göndermesiyle ve yağma cesaretiyle, bir ırmağın üzerine gemi salmışız. Lakin o bizden şanslıydı. Hiç olmazsa ateş denizinde mumdan gemiler yüzdürürken hangi tarafın zararlı çıkacağı başlangıçtan belliydi. Oysa biz, cam ırmağında taş gemi yüzdürürken sadece ırmağın değil geminin de incindiği tenakuzuyla şaşkın kalmışız. Beklenesi bir durum değildi hiç, ama neticede cam ırmakta taş gemi yüzdürülmüyor işte.

n "Nihadenin Beşinci Defteri" niçin olması gereken yerde; İsimle Ateş Arasında değil ? Niçin zeyli kendinden ayrı düştü? Ve Nihade burada neden aşkın cinnet hali olarak karşımıza çıktı? Geride bıraktığı dört defteri nasıl anlamlandırmamızı istiyor?

Her şey gibi hikayenin de zamanı var. Evet romanından ayrı düşmüş bir zeyl oldu Nihade'ninki. Içine bakabilecek yürek yeterliği ve görüleni okuyabilecek bir görü keskinliğinin zamanı buymuş diyelim.

n Buna bağlı olarak gerçekliklerini yitiren, birbirlerini pek tekinsiz bulan, öykücü ve Nihade üzerinden konuşursak; Sanat ve delilik, aşk ve delilik arasındaki yakınlık ve bütün bunlar arasındaki fark ve sınır nedir? Yarılmış bilinci, bir yanını bir yanı ile yargılamak; kendine yabancılaşmak, ikizleşmek olarak mı göreceğiz? Yoksa yaratıcı muhayyile ile alakalandırıp, -kendindeki aynları- benden içeru ben'leri görmek -hikmet -olarak mı? Ki senin hikayen başlangıçtan beri kendine bakan, kendilik etrafında dönen bir hikaye...

Öykücünün, kahramanları tarafından sıgaya çekilmesi başlangıçtan beri kendimi girdabından kurtaramadığım bir dönüş hali. Kendi kendinin eleştirmeni olma meselesi diyemeyeceğimiz kadar da ciddi ve irrasyonel. Bir o kadar trajik. Bir yanımın bir yanımı yargılaması, kınaması. Yaratıcı muhayyile ile "o en uzak ülke" arasında bir kıl payı mesafe olduğunun nicedir farkındayım. "En sağlam akıl ile delilik arasındaki mesafe bazen çok kısadır", diyor Hume. Hançerelerinden benzeri cümle sadır olmuş yığınla düşünür/okur/yazar adı sıralayabiliriz şimdi burada. Ama demek istediğim bellidir. Beni, "yazabilen", yazmaya değer veren, yazıyı henüz küçümse/ye/meyen biri olarak farkın ne'liği değil neredeliği ilgilendirdi hem de en fazla bunu başaramadığım zamanlarda. Bir bakıma dağınık cümlelerin arasında en fazla kaybolduğum ve onlardan bir bütün (ki buna hikaye düzleminde konuşuyorsak kurgu diyorum ben) çıkarmakta zorlandığım zamanlarda. Sanat da, bilim de bir bütünlük yaratabilme hali çünkü. Yoksa üslup, güzel cümle, dağınık bilgi; bunlar bulunmaz bilinmez şeyler değil ama yaratıcı muhayyile, bütünlüğü kurmak mecburiyetinde. Belki sanatın bilime en fazla yaklaştığı yer de burasıdır. Benim akademisyenliğimle yazabiliyor olmamın en fazla uzlaştığı alan. Yoksa dağınıklık kaçınılmaz. Benim asıl, bölünen iki yanımdan her birinin yekdiğerine yüklediği ise; terkip şart mı, dönmek şart mı, toplanmak şart mı, küçümsenemez mi bütün bunlar, meselesi oldu. Çünkü inilen tehlikeli sular çok yakın. Şimdilik hala kurgu etrafında toparlayabildiğime bakılırsa Naz yanım Nihade yanımdan baskın. Ve buna, bunu bilmeye ihtiyacım var.

n Ve neden romandan sonra hikayeye döndün? "Gülibrişim Yakarışı" ve "Be'nin teknik olarak kitabı evirdiği biçimsel özelliklere gelirsek, neler söylersin bize?

Hikaye benim asıl yurdum. Ben hep hikayedeydim. Denemelerimin (uzun yıllar tek hikaye kitabına mukabil üç deneme kitabı olup da adı denemeciye çıkmamış olmamı hayra yoruyorum) hikayeye onca koşması gibi İsimle Ateş Arasında da tipik bir hikayecinin romanıdır. Bir romanı hikayeler biçiminde anlatmaktan daha fazlasını gerçekleştir/e/memiştir roman adına. Hikayeyi seviyorum, ve belki kaldırımlara düşmemiş, "bestseller"lara girmemiş tek tür olarak onu hala çok onurlu buluyorum. Diğer yandan hikayeye sığmayan yanımın, anlatmak için tek hikaye hacmiyle durulmayan yanımın varlığı da bendeki "hikaye ötesi, ondan fazlası" çıkmazını doğuruyor. Şu roman hevesi mesela. Ve dahi tekrarlamayacağımın sözünü de hiç veremem. Hal böyle olunca hikayeler arası görülmez, ipeksi iplik bağları. Mustafa Kutlu'nun günümüz hikayeciliğine edebiyat tarihlerinin her halde hayırla yad edeceği bir armağanı olan bu metinler arasılık. Ki ancak has okuyucunun hisseden yanında tamamlanır onlar. Prensesin başının üzerinden geçen kuş sürüsü. Bir yığın bilinçli olarak kurmadığım (metinde cambazlık yapmayı sevmiyorum) ama metne dağılmış ayrıntı. Bütün bunları baştan sarmalayan "Be", sondan tamamlayan "Gülibrişim Tazarrusu". Hasılı hikayeci hala hikayelerinin dışında kalmaya tahammül edemiyor. Ve bir öykücü yazdıklarının içinde yer alıyorsa altı hikayenin bir bütünün parçaları olması kaçınılmaz.


Cam Irmağı Taş Gemi

Nazan Bekiroğlu

Timaş Yayınları

248 sayfa

17 yıl önce