|

Deneyim ve macera

Tarih bir 'ilerleme' değil, insanın doğduğu yer olarak 'deneyim'dir. Çocukluğun sırrı, başka deyişle kökene doğru bir yolculuktur

Ali Duman
00:00 - 9/06/2010 Çarşamba
Güncelleme: 22:40 - 8/06/2010 Salı
Yeni Şafak
Deneyim ve macera
Deneyim ve macera

"Çağdaş insan kendi özyaşamöyküsünden yoksun kaldığı gibi, deneyimi de elinden alınmıştır; hatta insanın deneyimleme ve deneyimlerini aktarma yetisine sahip olmayışı belki de kendisiyle ilgili elindeki nadir verilerden biridir." diye başlıyor Agamben kitaba adını veren denemesine. Agamben'e göre, modern insanın yaşadığı deneyim krizi, yirminci yüzyıla damgasını vuran toplumsal felaketler ile açıklanamaz. Esasen deneyimin hammaddesi sıradışı olandan değil, gündelik olandan neşet eder. Ne var ki modern insanın geçmişe oranla her bakımdan anlam yükü artmış olan gündelik yaşamı, deneyime çevrilebilecek neredeyse hiçbir şey içermemektedir.

Agamben'e göre, ne kadar sıradan ve önemsiz görünürse görünsün, modern öncesi gündelik varoluşa ait her olay, "tıpkı bir incinin oluşumu gibi" deneyime dönüşüyor, böylece "söz ve öykü" aracılığıyla nesilden nesile aktarılabiliyordu. Oysa günümüzde hiç kimse "deneyimin hakikatini garantilemeye yetecek otoriteyi" elinde bulundurmadığı gibi, meşruiyetini deneyimden alan bir otoriteyi kabul etmeye de yanaşmamaktadır. Atasözleri ve özdeyişlerin yerini sloganın ("Slogan, deneyimini yitirmiş bir insanlığın atasözüdür." diyor Agamben) almasının nedeni budur. Modern insan aynı nedenle deneyimleri kendisinin değil, sıkça rastladığımız gibi fotoğraf makinesinin yaşamasını yeğler. Agamben'e göre, otoritenin dayanağını "saf bilgi"de, giderek 'dile getirilemez olan'da bulması bakımından günümüzün ayırt edici özelliği "deneyimin reddi"dir.

Agamben, "hissizlik gibi görünen bu reddin temelinde bir bilgelik kırıntısı saklı" olabileceği tesbitinde bulunuyor ve "Deneyimin yıkımı üzerine bir deneme" alt başlığını taşıyan "Çocukluk ve Tarih" adlı çalışmasının amacını da bu bilgelik tohumunun olgunlaşabileceği "mantıksal yeri hazırlamak" biçiminde belirliyor. Belki de, diyor Agamben, "insanlığa, laboratuvar fareleri için hazırlanmış bir labirent kadar güdümlü ve kontrollü bir deneyimin dayatılmak istendiği bir anda […] deneyimin –geçici olarak– reddedilmesi meşru bir savunma oluşturabilir."

Agamben'e göre modern bilim 'geleneksel' deneyime karşı o güne dek benzeri görülmedik bir güvensizlikten doğmuştur. Francis Bacon'ın deneyimi düzene sokulması gereken bir "orman" ve "labirent" olarak gördüğünü hatırlatan Agamben, Descartes'ın şüphesinin temelinde de, duyularımızı yanıltan şeytan kılığında aynı motifin yer aldığı kanısındadır. Descartes'ın sorunu, kesinlikti. Ne var ki deneyimin kesinlik ile bağdaşması imkânsızdır. Zira deneyimin öznesi (her türlü öngörü olanağını, dolayısıyla herhangi bir şeyi kesinlikle bilme imkânını dışlayan) 'sağduyu' iken bilimin öznesi (kesinlikle ruha ait olmadığı gibi sadece bilgi elde etmek üzere ruhla iletişim kuran; "ayrı, bireyselleşmiş, duyarsız"; bir o kadar da deneyimden yalıtılmış) aktif intellect'tir. Bilimin ölçülüp biçilebilirliğe dayalı kesinlik kavrayışının başka deyişle 'bilimsel yasa'nın hüküm sürdüğü yerde deneyim otoritesini yitirir; "ne bir özdeyiş ortaya atılabilir artık ne de bir öykü anlatılabilir."

Agamben'e göre modern bilimin büyük devriminin temelinde, o güne dek kendilerine özgü mevkilerde ve farklı öznelere bağlanmış bulunan bilgi ve deneyimin yeni bir öznede bir araya getirilmesi yatmaktadır: "Kartezyen ego cogito, bilinç." Saf düşünce edimi dışındaki tüm ruhsal içeriğin neredeyse mistik bir indirgemeye tâbi tutulduğu bir Arşimet noktası! Agamben'in vurguladığı gibi, Hıristiyan psikolojisi (psyche) ile Yunan metafiziğini (nous); deneyim ile bilgiyi birleştirme iddiası taşıyan bu "tözselleşmiş ben", Descartes sonrası felsefenin temel dayanağı, yeni metafizik özne olacaktır. Ancak öznenin dönüşümü geleneksel deneyimi de köklü ve geri dönüşsüz biçimde değiştirir. Geleneksel deneyim, insanı olgunluğa ulaştıran, "kendi içinde tamamlanmış", dolayısıyla sadece "yaşanabilecek" değil, "sahip olunabilecek" bir şeydi; bilimin asla olgunlaşamayan öznesine bağlandığında ise, sürekli çoğalan ama hiç 'tamamlanmayan', sonsuz bilgi süreci haline gelir. "Nitekim artık deneyimin eski öznesi yoktur. O ikiye bölünmüştür. Şimdi yerinde iki özne bulunur, on yedinci yüzyılın başında (yani Kepler ve Galileo'nun keşiflerini yayınladıkları yıllarda) yazılmış bir roman, birini diğerinin yanı sıra yürürken gösterir. […] Don Kişot, bilginin bu eski öznesi, büyülenmiştir; deneyime maruz kalıp onu yaşayabilir ama asla sahip olamaz. Yanı başındaki deneyimin eski öznesi Sancho Panza ise asla deneyimi yaşayamaz, ancak ona sahip olabilir."

Agamben'e göre Batı metafiziğinin deneyim sorununa ilişkin çelişkileri sergilediği son metin "Salt Aklın Eleştirisi" olmuş; Kant felsefesi bahis konusu ikiliğin tek öznede bileşimini açıkça çürütmüştür. Deneyim sorunu, Kant tarafından ortaya konan en keskin biçimiyle, deneyimin "deneyimlenemez olan"a dayanarak temellendirilmesi sonucunu getirmektedir. Nitekim Kant sonrası düşünce, "aşkınsal özneyi ve ampirik bilinci tek bir mutlak öznede" yeniden birleştirmeyi denese de, Hegel diyalektiğinden modern psikiyatriye bu kısır döngünün içine hapsolur: Modern bilimin istimlak ve tahrip ettiği geleneksel deneyim, bir deneyimsizleşmeye dönüşmekte; en bildik nesnelerin deneyimlenebilirliğini ortadan kaldıran bir yabancılaşma insanın yeni barınağı haline gelmektedir.

Bu noktada ilk olarak Dilthey ve Bergson'da daha sonra da Scheler ve Husserl'de ortaya çıkan "saf deneyim" kavramına dikkat çeken ve "yaşama felsefesi" gibi yüzyıl sonu kültürünün de, deneyimi "içe bakışın sağladığı kavram öncesi dolaysızlığında yakalamaya" yöneldiğini belirten Agamben, bilhassa Husserl'in saf deneyimi, "henüz dilsiz olan deneyim" ile özdeşleştirmesinden hareketle dil ve deneyim ilişkisini tartışıyor; –"Deneyimin çocukluğu [in-fancy: dilsizlik] var mıdır? Varsa bunun dille ilişkisi nedir?" gibi sorular aracılığıyla ve dolayısıyla "köken" bağlamında.

"Köken" açısından bakıldığında çocukluk ve dil, kâh çocukluğun kâh dilin kronolojik açıdan önceliğe sahip olduğu bir kısırdöngüde sürekli birbirlerine göndermede bulunurlar. Agamben'e göre "köken" kavramını bir kronolojiye, zamanda 'önce' ile 'sonra'yı ayıran bir ilksel nedene indirgeyen bu modelden uzaklaşmak gerekir. Bu modele dayanan köken kavramı, insan bilimlerinde hiçbir işe yaramaz. İnsan, köken kavramı aracılığıyla tarihselleştirilemez zira bizzat tarihselleştiricidir. "Tarih"i olanaklı kılar. Agamben'e göre "köken", tarihsel olarak gerçekleştiği varsayılan olaylarla açıklığa kavuşturulamayacak, öte yandan henüz oluşumunu tamamlamamış bir şeydir. Agamben'in "aşkınsal tarih" (veya "aşkınsal köken") adını verdiği bu model, her türden tarihsel bilginin a priori yapısını ve sınırını oluşturmakla kalmaz; çocukluğun (deneyimin) dil ile ilişkisini de ancak söz konusu model üzerinden göstermek mümkündür.

Agamben'e göre deneyimlemek, tarihin aşkınsal kökeni olan çocukluğa yeniden kabul edilmek anlamını taşır: "Tam da çocukluk diye bir şeyin varlığı, yani dilin aşkınsal sınırı olarak deneyimin varlığı, dilin bizzat kendini hakikat ve bütünlük olarak sunabilme olanağını dışlar. Deneyim olmasaydı, insanın bir çocukluğu olmasaydı, dil kesinlikle Wittgenstein'ın kullandığı anlamda bir oyun olurdu. Dilin hakikati de dilin kendi mantıksal kuralları uyarınca doğru kullanımıyla aynı şey olurdu böylece. Ama deneyim diye bir şey varolduğundan, insanın bir çocukluğu olduğundan (ki bunun yitirilmesiyle dilin öznesi ortaya çıkmaktadır), dil de deneyimin hakikate dönüşeceği yer olarak varsayılmalıdır. Başka bir deyişle, dilde ilksel sınır olarak çocukluk, dili hakikatin mekanı olarak kurmakla kendini gösterir. Wittgenstein'ın Tractatus'un sonunda dilin "gizemsel" sınırı varsaydığı şey, dilin dışında ya da ötesindeki herhangi bir "mistik deneyim"in sisli atmosferinde yer alan ruhsal bir gerçeklik filan değildir, dilin kendi aşkınsal kökenidir, insanın çocukluğundan başka bir şey değildir. Dile getirilemez olan aslında çocukluktur. Deneyim, her insanın bir çocukluğa sahip olması dolayısıyla sezdiği mysterion'dur. Bu gizem bir sessizlik yemini veya mistik bir dile gelmezlik değildir, aksine insanı söze ve hakikate yükümlü kılan andın kendisidir. Çocukluk nasıl dili hakikate yazgılı olarak kuruyorsa dil de hakikati deneyimin kaderi olarak kurar." Tarih bir 'ilerleme' değil, insanın doğduğu yer olarak 'deneyim'dir. Çocukluğun sırrı, başka deyişle kökene doğru bir yolculuktur.

14 yıl önce