|

Denizden bahsederken ayaklarım ıslanmalı

Kağıt Gemiler, birbirine yaslanan, iç içe geçen, içinde doğadan kahramanlar olan öykülerden oluşuyor. Cehennemin basamaklarında durduğumuzu hatırlatan kitabın yazarı Ayşegül Çelik, cenneti çöle, çölü de masala gizliyor

Hale Kaplan Öz
00:00 - 18/08/2010 Çarşamba
Güncelleme: 22:56 - 18/08/2010 Çarşamba
Yeni Şafak
Denizden bahsederken ayaklarım ıslanmalı
Denizden bahsederken ayaklarım ıslanmalı

Korku ve Arkadaşı ve Şehper, Dehlizdeki Kuş adlı öykü kitaplarının yazarı Ayşegül Çelik'in, 2010 Yunus Nadi Öykü Ödülü'ne layık görülen kitabı Kağıt Gemiler, Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlandı. İlk olarak bir şiir kitabı (Sensizankaradadenizdüşleri, 1997) yayınlayan Çelik, öykülerinde de şiirsel söyleyişi elden bırakmıyor. Üstelik yeni kitabında masallarla örülü bir dünya kuruyor. Kağıt Gemiler, 10 öyküden ve Afsun'un ile annesinin yazdığı iç içe geçmiş iki kitaptan oluşuyor. "Her öykünün kendi sözcüklerini çağırdığına inanırım. Dil ile oynamayı, onu eğip bükmeyi, yeni sözcükler bulmayı severim." diyen yazar, okurunu Kağıt Gemiler'e bindirip, bir dil şölenine yelken açıyor.

Kağıt Gemiler birbiriyle yakın ilişkili on öyküden oluşuyor. Bazı öyküler arasında geçişler var, bazı kahramanlar da birkaç öyküde birden geziniyor. Kitabın hikayesinden başlamak istiyorum. Afsun, Ceylan, Mari, Samet ve diğer karakterler nasıl oluştu, hikayeleri nasıl birleşti?

Hepsinden önce Ceylan'ın hikayesi vardı. En son 'Toprağın Öyküsü' geldi ve kitaba ikinci bir aks kurdu. Hikayeleri birleştirmek ya da ayırmak için belli bir plana göre davrandığımı söyleyebilmek isterdim fakat bu doğru değil. Aynı öykünün parçalarını yazmakta olduğumu epey yol aldıktan sonra fark ettim.

Yazarken olay akışının değil, sadece duygunun peşinden gidiyorum. Prizmatik bir yapı gibi, her yüzüne tek tek bakmak istiyorum. Birbirine yaslanan, bitişik avlulardan birbirine açılan hikayeler, sanırım böyle oluşuyor. Kağıt Gemiler'de iç içe iki kitap var; biri Afsun'un, diğeri de annesinin yazdıkları. Hikayeler büyüyüp gelişene kadar yazının gidişine karışmıyorum, benim işim bir nevi kuyumculuk, o da çember tamamlandıktan sonra başlıyor.

İki nehir arasındaki coğrafya sanki arka fon değil de kitaptaki kahramanlardan biri gibi. Medeniyetlerin doğduğu bu bölgeyi seçme sebebiniz, yeni bir doğuş arayışıyla ilişkilendirilebilir mi?

Sondan başlayayım; yeni bir doğuş aramıyorum, ama bunu özlediğim doğru. İnsanlık ailesinin yürüdüğü yolda bir an gerçekten duraksamasını çok isterdim. Durup kendine, etrafına bakmasını, iyi olan her şeyi kaybettiğini fark etmesini… O zaman gerçekten de umut söz konusu olabilirdi. Bu dünyada ancak insanın izin verdiği şeyler varlığını sürdürebildiğine göre, şiddet insana ait bir seçim olarak duruyor. Yok edilen, parçalanan, kaybedilenler yası tutulamayacak kadar çok artık.

İki nehir arasındaki topraklara gelince.. Bu coğrafya, dünya haritasının pusula gülü gibi... Dünyaya bakmak için kerterizi oradan aldım fakat Kağıt Gemiler sınırlı bir coğrafyanın öyküleri değil.

Öykülerin, ağaç, çöl, beyaz kelebekler gibi doğadan kahramanları da var…

Basit bir fizik yasası bu; nerede olursak olalım, gökyüzüne baktığımızda kendimizi tam merkezde görüyoruz. Aklımızdaki büyüklenmeyi yaratan da bu yanılsama herhalde. Hayvanların, ağaçların, dağların bu dünyada bizim kadar hakkı olduğu gerçeğini kabullenemiyoruz bir türlü. Oysa dünyayı bölüştüğümüz diğer ortaklarımız böyle davranmıyor. Doğanın rutin işleyişinde çıkar, önyargı, ceza yok. Doğa üretmeyi, bölüşmeyi ve birarada yaşamayı biliyor. Kimse kendisi için gerekenden bir lokma fazlasına uzanmıyor çünkü, daha çoğuna sahip olmak gibi bir eğilim yok. Üsteledikçe birkaç adım gerileyip yer açıyor bize. Ağaçlar azalıyor, canlı türleri azalıyor, biz büyüyoruz.

Vicdanı olmayanların giremeyeceği bir ormandan bahsediyor kitap. Bu ormanı bir çöle çölü de masala gizliyorsunuz. Okuru kaygan bir zemine çekiyorsunuz. Bu masal gerçek de olabilir... Masal ve gerçek kavramlarını nasıl ilişkilendiriyorsunuz?

Onların iç içe olduğunu düşünmüşümdür hep. Yüksek sesle söyleyemediklerimizi türkülerle, şarkılarla söylememiz gibi… Kötü kalpli üvey anneler, kardeşlerini tuzağa düşüren ağabeyler, çocuklarını ormana bırakanlar.. Gerçek dünyadan tanıdığımız bu figürler, masal kahramanları değil mi? Fakat masalı masal yapan şey, sonucunda mutlak surette iyilerin, iyiliğin kazanması. Masal deyip geçtiğimiz şey, iyiliğin, iyiliğe inancın ta kendisi aslında.

Benim yazdıklarıma gelince.. Bir şeyin üstüne iri puntolarla 'masal' yazdığımızda o masal olmuyor. Algı, gerçeklikse, hikayenin nevine karar vermek okura düşer.

Cehennemin basamaklarında durduğumuzu, ömrümüzü başkalarının ördüğü yalanların içinde geçirdiğimizi hatırlatıyor bize Mari “Toprağın Öyküsü”nde. Tüm bunları sorgulamaktan, cennetten ne zaman uzaklaştı insanoğlu?

İnsan, hükmedebileceğini keşfedince masumiyetini yitirmiş olsa gerek. Yeni dünya düzeni, bu farkındalığın üstünde yükseliyor. Zayıf düşenin, uyumsuzun, farklı olanın vay haline.

20. yüzyıldan beklentilerimiz bunlar değildi. Hastalıkların çareleri bulunacak, verimlilik artacak, dünya daha da yaşanır bir yer olacaktı. İnsanoğlu geçirdiği onca savaşı, yaşadığı onca acıyı sanki tamamen unuttu ve bir çıkmaz yola girdi. Eskiden aklıyla, kuvvetiyle dokunduğu yeri yeşerten, taşın, toprağın bile derdine derman olan insan, bugün aynı ellerle efendisi olduğu dünyaya ağu saçıyor. Lorenz, “Hayvanlarla gerçek insan arasındaki kayıp halka çok büyük ihtimalle biziz” demişti. Katılmamak mümkün mü? Bu gün dünyadaki yıkımı, ancak hayvan kadar vahşi, insan kadar akıllı bir mahluk yapabilirdi. Yarattığımız şiddet çoktan boyumuzu aştı. Bunun arkasında korkudan, merhametsizlikten, yabancılıktan başka bir şey yok. Her kuşak, sandığından çıkan vasiyetten dostlarının, düşmanlarının isimlerini öğrenerek hayata başlıyor. Doğmamış çocuğun bile algısını biçimliyoruz. Uzaklıklar böyle artıyor, sınırlar keskin kılıçlara dönüşüyor. İnsanoğlu daha güzel bir hayat için düşler kurduğunu unuttu. Artık hiçbirimiz onları hatırlamıyoruz.

Kendi gerçek masalımızı kurmak meselesi son hikayede üzerinde durulan bir konu. Ve cenneti oluşturmak meselesi… Önyargıyı, cehaleti, tahammülsüzlüğü, ötekileştirmeyi, yalnızlaştırmayı karşısına alıyor tüm öyküler. “Merhamet öfkeden daha kolaydır” cümlesi tüm kitabın özeti gibi... Ne dersiniz?

Haklısınız derim. Ben de öykülerle aynı amacı paylaşıyorum. Önyargıdan da, cehaletten korktuğum gibi korkarım. Bu koskoca dünyada birilerinin aç, birilerinin yalnız olmasını aklım almıyor. Barış deyince, içi boş, sanal, romantik bir şey geliyor akla, realize edilmesi imkansız diye düşünüp baştan reddediyoruz. Merhametin ve bölüşme fikrinin neden küçümsendiğini anlamıyorum.

Güçlü insan acımasız olandır gibi bir yargı var bugün akıllarda pekiştirilen. Oysa dürüstlüğün ve iyi niyetin boyu çok daha uzundur. Tırnak içinde 'kötü' dediğimiz şeyin tek başına egemen olduğu bir yaşam mümkün değil. Yaşamın bütün enerjisi bu, iyi-kötü, ak-kara savaşından geliyor. Son zamanlarda aslolan güç olduğu için, ona ulaşmak için de her yol mübah görülüyor. İnsanlık suçlarını bile aklamaya yönelen bu bakış açısıyla dönen dünyada, iyi bir şeyler istemek zayıflığa yoruluyor. İnsanı insan yapan değerlere sarılıp bu algıyı yıkmak gerek. Çünkü dünyanın böyle bir yer olması gerekmiyor. İnsanın bu kadar mutsuz, bu kadar korkulu olması gerekmiyor. Başka bir dünya mümkün.

Ayşegül Çelik öykülerinin etki gücünün yüksekliği, yukarıda değindiğimiz konu zenginliği ile sınırlı değil. Dilin imkanlarını kullanmanın ötesine geçip, onu devingen kılıyorsunuz. Anlatım özellikleri ile ne anlattığınız kadar nasıl anlattığınıza da dikkat kesiliyor okur. Nasıl bir işçiliğin ürünü bu öyküler?

Hiçbir zaman yazmaya ayıracak yeterli zamanım olmaz. Sanırım yazan herkesin ortak repliğidir bu. Kalem yazmaya başladıktan sonra, hikaye kendiliğinden kırılmadan o akışı durdurmak zor. Ya da en azından ben yapamıyorum. Sabahın çok erken saatlerinde çalışmayı severim. Çoğu kez, kahvemi alıp masaya geçtiğimde gün daha doğmamış oluyor.

Her öykünün kendi sözcüklerini çağırdığına inanırım. Dil ile oynamayı, onu eğip bükmeyi, yeni sözcükler bulmayı severim. Fakat dil ile oynamış olmak için yapmıyorum bunu, o hikaye, o sözcüklerle yazılmak zorunda olduğu için yapıyorum. Sadece öyküde, yazıda değil, müzikte ya da seyretmeyi sevdiğim herşeyde bir yolculuğa çıktığımı hissederim. Bu bir heykel olur, fotoğraf, resim olur, hiç farketmez. Kağıt Gemiler'e ismini veren bu yolculuk fikrinin peşine takılır, üstünde kalem oynatacak halim kalmayana kadar, geri dönüp yazdıklarımı okurum. Denizden bahsediyorsam o satırları okurken ayaklarım ıslansın istiyorum.

14 yıl önce