|

Dış politika: Hem bir düş hem de bir düş kırıklığı

Dış politika, aşırı bir düş kırıklığı alanı olmasına rağmen yine de cazibesinden bir şey yitirmez. Çünkü olanı değil daha çok olması gerekeni ister. Bu yüzden özünde bir siyaset olan her davranış sırtında şu dört soruyu taşır… 'Ben kimim, ne istiyorum, isteğime nasıl ulaşabilirim ve bunun için ne tür imkânlara sahibim?'

Bercan Tutar
00:00 - 14/03/2013 Perşembe
Güncelleme: 11:29 - 13/03/2013 Çarşamba
Yeni Şafak
Dış politika: Hem bir düş hem de  bir düş kırıklığ
Dış politika: Hem bir düş hem de bir düş kırıklığ

Uluslararası ilişkiler tarihi egoizmin, vahşet ve aldatmanın tarihidir. Bu tarihte casusluk, aldatma, ayak oyunları, rüşvet, ihanet, vefasızlık, sömürme, baskı, sürgün ve soykırım gibi insanı insanlığından utandıran ve çıkaran ne kadar kötülük varsa hepsi gayet doğal bir şekilde siyaset sahnesindeki yerini alır. Realist kuramın en büyük temsilcileri olan Heraclitus, Thrasymachus, Machiavelli, Hobbes, Croce, Bismarck, Nietzshe, Aron, Kennan, Morgenthau, Schmitt ve son olarak Kissinger gibi teorisyenler, ideallerin ve çıkarların ayrı dünyalara ait olduğuna inanır. Bu isimler, ahlakın dünyayı değil aksine güç ve çıkar dünyasının ahlakı tanımladığını savunur. İnsanın yok sayıldığı ve dünyanın devlet denen aktörlerin gereklerine göre şekillendiği bu siyaset anlayışında her şey, 'ölüm-kalım' aritmetiğiyle açıklanır. Böyle olunca da devletin bekası uğruna her türlü kötülük, haksızlık ve hile meşrulaştırılır.

Bu temel yaklaşımdan hareketle, dış politikayı 'salt maddi güç arayışı, güvenlik endişesi, var olma savaşı ve kar zarar oyunu' olarak tarif eden Waltz, Keohane ve Moravcsik gibi son dönem realist ve neo-liberal uluslararası siyaset kuramcılarının en büyük hatası, politikayı hâlâ eskilerin gözüyle okumak ve onu hâlâ kültürel, sosyal ve ahlaki davranışlardan arındırılmış salt maddi bir pratik alanı şeklinde tanımlamak olmuştur. Yani özünde bir siyasi eylem olan uluslararası politikayı, insani ve ahlaki değerlerinden soyutlanarak sadece rasyonel ve stratejik bir kar zarar oyununa indirgediler.

ANLAMAK MI BETİMLEMEK Mİ

Realist ve neo-liberal paradigmaların kuşatması altındaki kavramlarla düşünen bu teorisyenlerin ortak özelliği, hepsinin de aynı epistemolojik bakış açısını taşıması ve benzer ontolojik kaygıları vazetmesidir. Anlamaya çalışmaktan ziyade betimleyici ve açıklayıcı bir yöntem benimseyen bu isimler, uluslararası politikanın normatif (olması gereken/geleceğe dönük) yönüyle değil ampirik (olan/geçmiş) verilerden yola çıkılarak oluşturulmuş yüzüyle ilgilendiler. İbrani-Hristiyan gelenek ile Yunan-Roma çizgisinin mirasçıları olan bu düşünürlerin temel referansları, Rönesans'ın tarihe mal ettiği antropolojik-hümanist (insan merkezci) bakış açısıdır. Kendinden önceki çağları tarihselci bir görüşle yorumlayan Rönesans dönemi, modern insanın geçmişiyle yaşadığı zihinsel ve kavramsal kopuşun da 'birinci dereceden' sanığıdır. Çünkü Rönesans, evrimci ve tarihselci gözlüğüyle baktığı geçmişi ilkel, karanlık, metafizik ve irrasyonel diye yaftalayıp mahkûm eder. Ve uluslararası politikayı güvenlik endişesi ve güç arayışı ile çatışma ve çıkar ikilemlerine hapsederek sadece seküler aklın barışı daimi kılacağını varsayar. Oysa kültürel ve dini meselelerin yol açtığı çatışmaların akli yollarla çözümlenmesi olanaksızdır. Çünkü bu tür sorunlarda, psikolojileri kadar birey ve toplumların inançları, tarihsel ve geleneksel değer sistemleri de kılıçlarını çeker. Örneğin Müslümanların Kudüs'ü veya Yahudilerin 'vaadedilmiş toprakları' bırakması, hiçbir rasyonel gerekçeyle açıklanamaz. Bu yüzden de, rasyonel faktörlerin kilitlendiği yerde sorunu halledecek yöntem her zaman fiziki güç olur/olmuştur.

SORU, PLAN VE REALİTELER

Waltz, Keohane ve Moravcsik gibi son dönem teorisyenlerin öncüsü ve modern uluslararası ilişkiler kuramının temel taşlarından sayılan E. H. Carr, uluslararası politikayı dört temel unsurla tanımlar. Carr'a göre her politik eylem veya teori şu dört önemli soru, plan, kaygı ve realitenin yanıtını bünyesinde barındırmalıdır. Bunlar şunlardır:

1. Kimliğimiz ve aidiyetimize işaret eden, 'Ben kimim?'

2. Amaç ve gelecek hakkındaki projelerimizi içeren, 'Ne istiyorum?'

3. Politikamızın dayandığı temel araç, yöntem ve stratejileri kapsayan, 'İsteğime nasıl ulaşabilirim?'

4. İçinde bulunduğumuz maddi ve manevi koşulların analizini sunan, 'Amacıma ulaşmak için ne tür imkânlara sahibim?'

Bu soruların ilk ikisi normatif (teorik-ahlaki-ideolojik) değerlerin, son ikisi ise ampirik(maddi, deneysel, yaşamsal) verilerin kısa bir özetidir. Carr, bünyesinde bu dört sorunun yanıtını taşımayan her türlü sosyal, siyasal ve ekonomik kararların yaşamımızda büyük yıkımlara yol açacağı uyarısında bulunur. Özünde bir politika olan her davranış sırtında bu soruların ağırlığını taşır/taşımalıdır. Çünkü her eylem, tavır ve ifademizde hem idealist ve ideolojik önceliklerin hem de rasyonel ve somut gerekçelerin beklentisiyle hareket ederiz.

TEORİK ÜRETİM KAYNAKLARI

Bir tavrı eleştirirken eğer o tavrın içinden kaynaklandığı epistemolojik temelleri sorgulamıyorsak bu çabamız partizanlık doğurmaktan başka bir işe yaramaz. Bu bağlamda asıl yönelmemiz gereken hedef, olay ve olgulara meşruluk kazandıran teorik üretim kaynaklarıdır. Bu kaynakları sorgulayarak bir çıkış arayan çabaların başında ise 'sosyal inşacılık-konstrüktivizm' kuramı gelir. 'Güç mücadelesi' yerine 'güç dengesi'ne önem veren bu kuramın önemli isimlerinden Alexander Wendt, uluslararası siyasetin 'sosyal olarak inşa edilmiş bir alan' olduğunu söyler. Küre Yayınları'nın Türkçe'ye kazandırdığı 'Uluslararası Siyasetin Sosyal Teorisi' adlı eserinde Wendt, farklı bir bakış açısı sunmaya çalışır. Bireyci ve materyalist temelli çatışmacı teorilere karşı çıkarak realizm ve idealizmi sentezlemeyi dener. Sosyal inşacılardan Richard K. Ashley gibi Wendt de neo-realist ve neo-liberal kuramların, statükoyu değiştirip dönüştürmekten çok kurulu düzeni korumaya çaba harcadığını ileri sürer. Nitekim bu statükoyu koruma refleksi ile Soğuk Savaş dönemi ardından küreselleşmenin yarattığı zaman ve mekan sıkışması sonucu 1980'lerden sonra dünyada giderek yükselen muhafazakarlık dalgası, neo-realist ve neo-liberal kuramların, kitlelerin gözünden düşmesine neden oldu. Özellikle Hıristiyan dünyanın trajedisi olarak tarihe geçen I. ve II. Dünya Savaşları ile onu takip eden Soğuk Savaş dönemindeki iki kutuplu dünya, realist teorinin real dünyayı ve uluslararası ilişkileri açıklama gücünü sıfırladı. Küreselleşmeyle birlikte devlet dışı faktörler ve aktörler de 'yüksek politika' denilen uluslararası ilişkiler arenasında yer almaya başladı. Yeni dönemde, sadece ulus devletler değil demokrasi, insan hakları, din ve kültür gibi soyut değerler de birer aktör haline geldi. Yani kültür ve idea-lojinin hâlâ güçlü olduğunu yeniden gördük.

KİMSE MASUM DEĞİL

Geleneksel teoriler, teorisyenin kurucu olarak inşa ettiği sistemden özgür ve bağımsız olduğunu iddia eder. Oysa bu teorilerin değer bağımlı, toplum ve kültürel atmosferin birer ürünü olduğu ortaya çıktı. Nedeni ise her teorisyenin psikolojik ve kültürel dünyasıyla kurduğu teorinin bizzat merkezinde yer almasıdır. Bu yüzden, sosyal-inşacılığa göre kendinden önceki bütün teoriler kurgusaldır. Ve yine bu nedenle her teori peşin hüküm/kesin yargıların sonucudur ve kategoriktir. Devletler arasındaki çıkar, güç ve güvenlik politikalarında kültürel, etik ve dini değerlerin etkisini yadsırlar. Oysa her tür bilgi siyasidir. Sosyal amaçlar ve fonksiyonlar için kullanılır. Değerlerden arındırılamaz. Bu anlamda hiçbir teori ve teorisyen objektif, nesnel ve masum değildir.

HOBBES, LOCK VE KANT

Kuramların sorunları açıklaması değil onları çözmesi veya en azından dönüştürmesi gerekir. Habermas'ın etkisindeki Andrew Linklater, realist teorinin değişmezlik ve kesinliğini eleştirerek, 'Realizm, güç ve zenginliğin adaletsizliğini besleyen bir yapıda kurgulandı. Ve bu değişebilir' der. Gerçekten de uluslararası sistemin 'anarşik yapısı kesin ve değişmez' değildir. Linklater'e göre, 'Anarşi, bir durum değil devletlerin yarattığı bir üründür ve devletlerin ondan kaynaklandığı şeydir.' Paralel çizgide seyreden Alexander Went de, Linklater gibi devletleri egoist varlıklar şeklinde tarif ederek onların sadece çıkar, güç ve güvenlik peşinde koştuklarını ileri süren neo-realist kuramı kabul etmez. Sistem veya birim düzeyinde bir anarşi mantığından bahsedilemeyeceğini söyleyen Went ise, Kenneth Waltz'ın materyalist-maddi sistem tanımını, sosyal ve düşünsel olanla değiştirir. Makro düzeyde üç farklı uluslararası sistem olduğunu söyleyen Went, bunları sistemde oynadıkları rollere göre 'Hobbesçu, Lockçı ve Kantçı' olarak ifade eder. Hobbes'un teorisindeki kültür, düşmanlık üzerine kuruludur ve öteki ile 'ya mesafe koymayı ya da ona yönelip onu elde etmeyi' amaçlar. Lock'ın kültüründe ise şiddete dayalı düşmanlık yerine rekabet vardır. Rakipler çıkarlarını maksimize etmek için şiddet kullanabilirler ama bu şiddet onları birbirlerini öldürmekten alıkoyar. Kant'ın öngördüğü uluslararası sistemin kilit kavramı ise dostluktur. Rakipler ve düşmanlar yerine müttefikler vardır. Çatışmalar, şiddetle değil daha çok karşılıklı bağımlılık ve ortak iradeyle çözülür.

İNSAN GEÇMİŞİN TORTUSU

Sosyal-inşa teorisi, sistemin kurgulandığını, bu yüzden de çatışma ve şiddete dayalı politikaların önceden fark edilebileceğini varsayar. Buna göre, sistem içindeki değişim ve dönüşümler tahmin edilebilir. Bu yaklaşımıyla Lock ve Kant'a yakındır sosyal inşacılık. Sistemdeki değişimlerin pratikteki politikalarca denetlenebildiğini iddia eden sosyal-inşacılığın bu anlamda varacağı nihai yer, Kant'ın devletler sistemi kültürüdür. Bu kültürün temel öğeleri ise karşılıklı bağımlılık, kader birliği, bütünleşme, homojenlik, öz-denetim ve karşılıklı kontroldür. Ancak insanların maruz kaldığı savaş, şiddet, yoksulluk, sosyal şovenizm, soykırım ve sömürü gibi ekonomik, sosyal ve politik sorunların asıl kaynağının maddi çıkar mücadelesi kadar gözle görülemeyen soyut düşünceler, kavramsal kategoriler, felsefi kuram, öncül, inanç ve aksiyomlar olduğunu da unutmamak gerekir. Bu noktaya az da olsa dikkatleri çektiği için sosyal-inşacılık kuramı diğer geleneksel teorilerden bir adım daha önde. Bu yönüyle günümüz dünyasının realitesine biraz daha uygun düşüyor. Çünkü dışımızdaki dünya sadece fiziki şartların eseri değildir. Onun tasarımında insanın sosyal, kültürel ve zihinsel düşüncelerinin payı da son derece yüksektir. Bu nedenle çıkar ve fayda eksenli davranışlardan oluştuğu iddia edilen doğamız ve siyasi eylemlerimiz, aslında sosyal ve kültürel kodlarla oluşturulmuş kollektif anlamlardan, 'geçmişin tortusu'ndan, dünyaya dair yorum ve tahminlerimizin çökeltisinden başka bir şey değildir.

Kitabın Künyesi:

Uluslararası Siyasetin Sosyal Teorisi

Alexander Wendt

Küre Yayınları

2012

512 sayfa

11 yıl önce