|

Edebiyat tarihini yeniden yazmak

Edebiyat tarihimizde unutulmuş ya da doğru hatırlanamayan eserleri gün ışığına çıkaran M. Kayahan Özgül, XIX. asrın edebiyatı içinde kimi tanıyorsak üç temel özelliği ile anıldığını söylüyor: Matbaaya inanmak, periyodiklere yakınlık ve mevcut rejime muhalefet

Emeti Saruhan
00:00 - 7/03/2007 Çarşamba
Güncelleme: 20:25 - 8/04/2007 Pazar
Yeni Şafak
Edebiyat tarihini yeniden yazmak
Edebiyat tarihini yeniden yazmak

Metin Kayahan Özgül bir edebiyat araştırmacısı. Eğitimini modern edebiyat üzerine almasına rağmen, unutulmuşları ve arada-sırada hatırlandığında yalansız-yanlışsız bilinemeyenleri araştırıyor. Halid Fahri, Hersekli Ârif Hikmet, Leskofçalı Galib, Yenişehirli Avni, Osman Nevres, Münif Paşa ve Ahmed Kemâl Akünal'ın biyografilerini yazan Özgül'ün, Türk Edebiyatında Siyasi Rüyalar, Osmanlı'nın Hazanında Gazel Dökümü, Resmin Gölgesi Şiire Düştü, Divanyolundan Pera'ya Selametle gibi inceleme kitapları var. Nahid Sırrı Örik'in de basılmamış eserlerinin birarada yayınlanmasını sağlayan Özgül, edebiyat dışı kriterlerle oluşturduğumuz için, edebiyat tarihimizin sağlıksız olduğunu söylüyor.

>> Sizi geçmişteki şair veya yazarlara götüren sebepler nelerdi?

"Hatırlamak" aslında "unutmak"ın mukabili değildir. Unutulan artık yoktur, ölmüştür. "Biliyorum, fakat hatırlayamıyorum"un "bilmiyorum"dan farkı yok. Hatırlanan ise, zihninizin bir yerlerinde sakladığınız, lâkin hangi odaya, hangi çekmeceye koyduğunuzu bulabilmeniz için dışarıdan bir uyarıcıya ihtiyaç duyduğunuzdur. Benim öncelikle unutulmuşları ve arada-sırada hatırlandığında yalansız-yanlışsız bilinemeyenleri araştırdığım söylenebilir. Bunu niçin ve ne zamandır yaptığıma dair sorularınızın cevabı aynı... Üretmenin nihaî amacının edebiyat tarihine kalmak, üretilmiş üzerinde zihin yormanın son aşamasının da binlerce metinden edebiyat tarihine girecek olan eserleri süzmek olduğunu henüz Hacettepe Üniversitesi'nde lisans öğrencisi iken farkettim ve o günden beridir ki, edebiyat tarihine hizmet etmeye çalışıyorum. Bütün eğitimimi modern edebiyat üzerine almama rağmen, beni mâzînin karanlığına doğru çeken de bu hizmet aşkı oldu. Bilir-bilmez, anlar-anlamaz, birikimli-birikimsiz herkesin modern edebiyatın üç-beş popüler ismi etrafında benzer şeyler söyleyip durduğu toz-duman bir ortamda, bilinmeyeni ve yanlış bilineni, farkedilmeyeni, üstünkörü ve klişeler hâlinde tekrarlananı ele almak, bana mâlûmu ilâmdan daha büyük ve daha tatminkâr bir hizmet gibi göründü.

>> Edebiyat tarihimizin sağlığı konusunda şüpheleriniz var. Edebiyat tarihimiz şekillenirken, eserler hangi şartlar altında seçime, elemeye, eleştiriye uğrayarak günümüze geldi? Şüphelerinize kaynaklık eden koşullar nelerdir?

Edîbin değilse bile edebiyatçının vazgeçilmez vasıflarından biri, septik olmaktır. Hele bizim gibi, henuz tam ve kâmil mânâda bir edebiyat tarihi bulunmayan, bunu yapacak gönüllüsü çıkmayan, gönüllü bulunsa da malzeme eksikliğinden doğru ve eksiksiz netîceler alınamayan kültürlerde, bu septik tarafınızı daha da geliştirmeniz gerekiyor. Belki gelenekli zamanların değil ama, XVIII. asırdan itibaren belirmeye başlayan modern devrin edebiyat tarihini edebiyat dışı kriterlerle oluşturduğumuzdan şübheleniyorum. Bilirsiniz ki, gelenekli devirlerin edebiyat akademisi "encümen-i şuarâ", majör eleştirmeni "sultanü'ş-şuarâ" ve ona kendi kriterlerini ezberleten patronaj sistemi, edebiyat tarihçisi de "tezkireci"dir. Bu edebiyat evrenini, kendi "kanon"u içinde anlamak mümkündür. Lâkin, XVIII. asırdan sonrasının edebiyat kültürünü ve onun edebiyat tarihine dönüşümünü böylesine kolay anlamanın imkânı yok. Eski-yeni çatışmasının başladığı bir ortamda, yenileşme yanlısı devlet ile gelenekli edebiyatı bir kültürel değer sayan halk arasındaki zevk farkı, edebiyat tarihini çıkmaza sokar. Bugün, XVIII. asrın edebiyat tarihinden geçtim, bir edebî kültürü dahi yokmuş gibi davranılırken XIX. asrın da sadece yenilik yanlısı isimlerini tanıtmaktan ibaret bir edebiyat tarihçiliği gelişti. Böyle bir anlayışa şübhe ile yanaşmamdan daha tabiî ne olabilir? İddiam o ki, XIX. asrın edebiyatı içinde kimi tanıyorsak, üç temel özelliği sebebiyle tanıyor; bütün büyüklüğüne ve önemine rağmen, kimi tanımıyorsak, bu özellikleri bulunmadığı için tanımıyoruz. Bu özellikler: Matbaaya inanmak, periyodiklere yakınlık ve mevcut rejime muhalefettir. Eserinin yazmasından okunacağını bekleyen, fikirlerini ve ürünlerini gazete, dergi yoluyle tanıtmayan, edebiyat anlayışını mevcut siyasî şartların reddi üzerine kurulu bir ilericilikle bezemeyi doğru bulmayan her edib -kıymeti ne olursa olsun- unutulacaktır. Bu üç özellik, edebiyat tarihçisinin şahsî mevcudiyetini de yakından ilgilendirdiği için, gözardı edilerek eleştirel ve tarafsız bir metin kaleme alınması mümkün olmamıştır. XX. asrın edebiyat tarihini ve tarihçisini de "izm"ler yönlendirmedi mi? Oysa, şübhe, tarafsızlık ve dikkatin şimdikinden çok farklı bir edebiyat tarihi yazdırabileceğini düşünüyorum.

>> Çalışmalarınızı haksızlık edilmiş şairler ve yazarlara bir iade-i itibar olarak değerlendirebilir miyiz?

Ben haksızlık edilmiş ediblerin kurtarıcısı, nisyan denizinde boğulmuş eserlerin cansimidi falan değilim. Bütün maksadım, üstü ister unutulmuşluğun ve terkedilmişliğin tozuyla, ister kürek kürek atılan toprakla örtülmüş olsun, edebiyat tarihinde bir karanlığı aydınlatacak, bir yanlışı düzeltecek, bir eksiği tamamlayacak olan eserleri bulup hakettiği yere koymak... Bunu yaparken, eserin kıymetini, onu kimin kaleme aldığı belirlemiyor. Bazen çok şöhretli bir edibin bahası düşük eserleriyle karşılaşıp önemsemediğim, bazen de adı-sanı bilinmeyen bir edibin eserleriyle aylarca oyalandığım oluyor. Sözün gelişi, edebiyat tarihimizde Ömer Âli Bey adını asla göremeyeceğimi bilirim; lâkin, onun Türkmen Kızını tanıtırsam, ilk köy romanımız hakkındaki kanaatlerin değişeceğinden ümitlenirim. Şimdilerde yine Ali Ekrem'in bilinmeyen bir eserini neşre hazırlıyorum. Ali Ekrem'e ait olduğu için mi? Hayır! Şairin, 1930'lu yılların başında tamamladığı Tâir-i İlâhîsini, "Belki de Türk edebiyatının son mesnevîsidir" fikriyle ortaya koymak ve tartışmaya açmak gayretindeyim de ondan... Halid Fahri, Hersekli Ârif Hikmet, Leskofçalı Galib, Yenişehirli Avni, Osman Nevres, Münif Paşa gibi isimlerin biyografilerini yazdım; yakınlarda da Ahmed Kemâl Akünal'ın biyografisine son noktayı koydum. Bunların hepsi de muteber kalemlerdi; hâlâ da öyleler... Benim onlara iade-i itibar etmeme ihtiyaçları yok. Asıl, edebiyat tarihçileri onların eserlerine gereken önemi göstererek kendi itibarlarını kurtarsın istediğim için, uğraştım ve uğraşıyorum.

>> 18. yüzyıl şiirinde eski edebiyat araştırmacılarının şiirde bozulma olarak gördüklerini, siz yeni şiirin kımıldanışı olarak kabul ediyorsunuz. Dolayısıyla çöküş şairi olarak kabul edilen pek çok şair, sizin için yenilikçi... Bu şairler, Divan Yolu'ndan Pera'ya Selâmetle kitabınızda bahsettiğiniz "firari şairler" mi?

"Firarî şair"i âdetâ bir terim gibi kullandığımın farkındayım; lâkin, devrinin genel-geçer edebiyat ortamında, çepeçevre kuşatıldığı kabuğu kırıp "özge âlemler seyri"ne çıkan, kendi dünyasını kurup kendi dilini oluşturan şairler için kullanabileceğim bir sıfata ihtiyacım vardı. Evet, geleneğin kalesinden firar eden şairlere ilk defa XVIII. asırda rastlıyoruz. Onlar modern şair bilincinin bilinçsiz habercileri... Bugünki şair, kendini kuşatan bir gelenek kalesi olmamasına rağmen, bireysel kabuğunu öylesine kalınlaştırmış ki, çıkmayı başarabilenlerin sayısı XVIII. asırdan çok daha az. XIX. asırda Hâmid ve Cenab gibi isimlerle kıyaslandığında, XX. asrın firarî listesinde çok daha fazla isim olduğu doğrudur; lâkin, bunların kaçının kabuğu kendisi tarafından içeriden kırılmış da kaçını dışarıdan kırmışlar, sorusu ayrıca tartışılabilir. Kitabımdaki tesbit, edebiyatta "decadence" alâmeti olarak görülüp reddedilen her değişimin bir sonraki merhalede yeniliğe dönüştüğü, firarî şairlerin de o yeniliğin öncüleri olduğu iddiamdan kaynaklanıyor. Bu iddiamın sadece bize yahut XVIII. asra ait olmadığını, evrensel bir kural sayılabileceğini düşünüyorum.

>> "Fertler gibi milletler de rûyâ görür. Ferdî rûyâları görenler, kollektif şuuraltının rûyâlarını ise farkedenler -ve daha da önemlisi- cesaret edenler anlatıyor. Yani edebiyatçılar, sanatçılar, gazeteciler..." diyorsunuz. Günümüz edebiyatçılarının anlattığı kolektif rüyalar var mı?

Ne güzel! 'Türk Edebiyatında Siyasî Rûyâlar”dan da haberdarsınız. "Asra yemin ederim ki, insanlık husrandadır" ve husran asrı kendini, kollektif rûyâlarımızı kaybetmeye başlamamızla belli eder. Ortak paydamız küçüldükçe, ortak hayâllerimiz de azaldı. Bizim henuz görmediğimiz yarını rûyâsında gören adam olarak bildiğimiz sanatkâr, şimdilerde önünü bile görmekte zorlanıyor. Kuru modernist zekânın küçümsediği sosyal, siyasî rûyâlar idealleri yoğurur ve yarını şekillendirirdi; artık geleceğimizden de emin değiliz. Bilmem ki, "vision"u olan sanatkârı görmek için istihareye mi yatsak?


17 yıl önce