|

'Ekmek ve Zeytin'in garibanlığı

Ekmek ve Zeytin... Kitabın ismini duyar duymaz akla gelen 'garibanlık' oluyor. Yoksulluk ve insanımız... Açlık ve kabullenişlik... Umutsuzluk ve umut...

Muhammet Safa
00:00 - 14/12/2011 Çarşamba
Güncelleme: 21:53 - 13/12/2011 Salı
Yeni Şafak
'Ekmek ve Zeytin'in garibanlığı
'Ekmek ve Zeytin'in garibanlığı

“Ekmek ele avuca sığdı,

zeytin dünya gibi,

kendinden çekirdeği…”

Ben O.

Alıp götürür bir yol insanı bilmediği kasabalara ve insanı gösterir o yol eğer yolcu olmak maharetini gösterebiliyorsan. Acıklı veya komik bir hikâye sahibi olabilirsin; ama bunu sen söylemezsin, gören anlar, anlatan dillendirir seni, sen o zaman sen olmaktan çıkar bir kahraman olursun. 'Bişnev ez ney çün hikâyet mîkuned'den mülhemdir dinlemek ve hikâye etmek. Her zaman bir dinleyici bir de anlatıcı vardır bu dünyada ve rolü seçmek kişiye bağlıdır. Biri kolay, öteki zor değildir. Zor olan bu yol ayrımının başında olmaktır.

“Bize ekmeği ve zeytini öğreten anneme” diyerek belki de üç kutsala, hayatın olmazsa olmazına ithaf ediyor Ahmet Büke Ekmek ve Zeytin adlı öykü kitabını. Anne, azık, katık… Her insanın belli değerlere sahip olması elzemdir. Ahmet Büke yolunu, anlatan, olarak seçmiş ve kıymet verdiklerini öyküye katmış.

Kitabın ismini duyar duymaz aklıma gelen 'garibanlık' oldu. Yoksulluk ve insanımız… Açlık ve kabullenişlik… Umutsuzluk ve umut… Birçoğunu okurken gördüm. Gör/e/mediğim şeyler de vardır şüphesiz; lakin Ahmet Büke kumrunun gördüğü ekmek ve zeytinden insanın fark etmediklerine dikkati çekiyor bu defa. Öyküler dünü ve bugünü harmanlıyor. Geçmişin acısını katlanılmaz kılan, unutmaya çalışmaktır. Unutulan bir şey yoktur oysa insan görmezden, duymazdan, anlamazdan gelir sadece. Büke bırakamıyor kalemi olanların karşısında. Olana oldu demek ne kadar basit bir işmiş gibi görünse de herkese nasip olmuyor bu yiğitlik.

Hikâye / öykü

Sözlü hikâye geleneği çok oldu biteli. Artık modern bir cağda (!) yaşıyoruz ve bu hayatın getirdikleri ve/veya dayattıkları var. Mesafeler, ömürler kısalıyor ve vakitler sıkışıp daralıyor; bundan edebiyat da nasibini alıyor. Hikâyeler de modernleşti ve formatı değişti. Öykü oldu. Kısaldı. Artık anlatanın cümleleri de kısaldı; ama azalmadı. Hikâye birçok dönemde romana daha yakın sayıldı. Romanın kısa şekli olarak tanımlandı. Zaman gösterdi ki hikâye öykü oldu ve şiire yakınlığı artık yadırganamaz bir hal aldı. Sözünü ettiğimiz şiir nevinden öyküler demeti çıkıyor Büke'nin kaleminden. Şiiri kokluyoruz satırlarda. Ekmek ve Zeytin'i okurken anlıyoruz öyküyü, tanıyoruz rengini bize çok uzak olmayan coğrafyanın.

“insanı insana kilitlemek en iyi yol” diyor Ahmet Büke, Ali İbrahim, Yusuf, Mustafa ve Âdem'i birbirine kelepçeleyen askeri görünce. “İbrahim Yusuf'a, Mustafa Âdem'e rapt edildi. Ali için uzun bir zincir arabanın tavanından sarkıyordu. Onun ucuna bağlandı iki bileği.” Heyhat ne büyük bir trajedi bu dinlediğimiz! Mustafa Âdem'e bağlı… İbrahim Yusuf'a… İnsanın bağlılığı ve bağlanması… Birinin ötekine muhtaçlığı…

Ahmet Büke derin cümleler söylüyor bize sırtları yüksek dağlara dayalı. “Kimin topuğu soyulsa evinde kalır.” “İnanmak ölümü bile yavaşlatıyor.” “Vapurlar hüzünlü olmaz. İçindekiler hüzünlü olur. (…) Vapurlar kirlenmez. Hayat kenarlarından eskir.” “Mavi inatçıdır, aynı bahar gibi. İkisi de dövüşerek gelir ve gider…” Sözün gücü böyle bir şey olmalı. Arkasında koca anlam. Altında değil. Arkasında. Altta olan tekin değildir, görülmek istenmez. Arkada olan güç verir, görünendir, kirli değildir.

Dert sahibi öyküler

Büke öykülerinde hikâyenin bir ritmini daha değiştiriyor. Tasvirlerle başlamıyor sözleri. Anlatıyor ve duruyor. Gerektiği yerde tasvire başlıyor. “YAĞMUR: Islak değil ki. Kuru nar gibi. Yere düşünce acıyor sanki parmakları. Sonra kalkıp havaya bakıyor. Neden buradayım ben, diyor. Yağmur, pişman bizim bahçeye vardığında.”

Öykülerin hepsinde tanıdık yüzler var. Ama bunlar köşede unuttuğumuz insanlar. Hayatta kıymet vermediğimiz 'tip'leri hatırlatıyor yazar. Yazar yazmakla kalmıyor, hüküm de veriyor. “Tarihi bakkallar yazar. Bu kesin. Siyasete bulaşmamış terzi yoktur ama son sözü hep bakkallar söyler.”

Ahmet Büke bir dert sahibi. Şimdilerde birçok yazan (!) gibi günün tatsız, tuzsuz, anlamsız söz numaralarına prim vermiyor ve gördüğünü, hissettiğini anlatıyor. Aç bir adamın bayıldığı anı, nenesinin dizindeki bir torunu, işine son verilen çalışanların cigara tüttürüşünü ve bunun gibi hayata dâhil birçok şeyi Ekmek ve Zeytin başlığı altında topluyor yazar. Ve bir 'dua'sı var hastası ve kulu olduğu Allah'a Zahit'in: “Benden aldığın aklı geri istemiyorum.” Ve büyük dramlar: “Hem ne vardı sıkacak ağzına? Kafatasını kum torbalarının üzerinden topladım. İki gündür kimseye söyleyemiyorum. Telsiz çalışıyor hâlbuki. Metin, cebinden annenin mektubunu çıkardım. Yüzünü onunla örttüm kusura bakma. Gözlerin hiç kapanmadı.”

Ahmet Büke'yi tanıtmaya, nerede doğdu, nerede okudu, neler yaptı… gibi bilgileri sunmaya bilmiyorum gerek var mı? Aldığı ödüllere değinmeye, kaç kitabının yayınlandığına dikkati çekmeye de lüzum yok. Bir yazarı tanımak, yazdıklarını okumakla mümkün olabilir ancak, biyografik alıntılarla değil…



12 yıl önce