Öncelikle bunun bir ilgi olmadığını belirtmeliyim. Düşünme denen hadiseye hâkimiyet ve vukufiyet, moda tabirle bir tür okuma hobisi veya ilgisiyle vücud bulacak bir şey değil. Bu bir merak konusu değil kesinlikle. Şiir yazmak gibi felsefe yapmak da sonradan öğrenilebilecek, felsefe tarihi okumayla üstesinden gelinebilecek bir şey değil. Şairin şairliği gibi ya düşünüyorsunuzdur yahut düşünemiyorsunuzdur. Ayrıca, düşünmeyi ille de felsefe olarak adlandırmamızın doğru olmayacağı kanaatindeyim. Felsefeyi daha çok, düşünmenin Batı geleneği içinde gelişmiş belirli bir formu ve tarzı olarak kabul etmek, dolayısıyla farklı düşünme biçimlerinin de olabileceğini görmek gerekir.
İşte tam da bu sebepten dolayı meseleye dokunmak istedim. Yaklaşık 20 yıl aradan sonra Türkiye'ye döndüm ve İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde göreve başladım. Yüksek Lisans programında verdiğim dersler arasında İletişim Sosyolojisi bulunuyordu. Derslere girmeye başladığımda, Türkiye'de yıllar boyu tekrar edilerek şekillenmiş belirli şablonların öğrencilere aktarıldığını ve bunu bilen öğrencilerin de aynı yönde bir beklentiye sahip olduklarını gördüm. Düzen kurulmuş ve işliyordu; herkes halinden memnundu. Macluhan'dan Raymond Williamsa, Hall'a, Fiskeye, Adorno ve Foucault'ya kadar birçok ismin ortada dolaştığına, eleştirel bir bakış açısı olmaksızın öğrencilere aktarıldığına şahit oldum. Üniversitelerimizin, bir bakıma, düşünen Avrupa'nın teorileri hakkında şu şunu demiş bu bunu demiş biçiminde yürütülen dedikodu merkezlerine dönüştüğü gerçeği ile yüzleştim. Üniversitelerimizin asıl sorunu bence bu: kendilik iddiasından mahrum olmaları.
Evet, haklısınız bu elbette tabii bir sonuç. Normal olmayan bu soruların yöneltilmemesi, karşılaşılan vahim durumun sorun olarak algılanmaması, hatta bir tür ideal durum olarak kabul görmesidir. Neyse, devam edeyim ben… Zaman içinde, doktora jürilerine gidip gelmeye başladım. Değişik üniversitelerde jüri üyesi olarak tez tekliflerine ve çalışmalarına göz atma imkânı buldum. Elbette özgün çabalara da rastladım. Fakat örneğin iletişim fakültesinde film efekti teknikleriyle alakalı bir tez çalışmasında, ilgisiz bir bölümde Frankfurt Okulu'na atıfta bulunulduğunu ve Okul'un tipik ezberlenmiş görüşlerinin alıntılandığını gördüm. Doktora adayına sebebini sorduğumda, hocaların kendisine mutlaka Frankfurt Okulu'na atıf yapması gerektiğini, teze prestij sağladığını vurguladıklarını söyledi.
Keşke öyle olsa! Gerçi bu düzeyde bir abartı, o jüriye özgü olabilir elbette, ama daha sonraki araştırmalarım durumun hiç de istisna olmadığını gösterdi. Şu şekilde özetlemek mümkün: Eğitim, siyaset, uluslararası ilişkiler, sanat/edebiyat, felsefe, kültür, medya, sinema ve iletişim ile ilgili fakültelerde Frankfurt Okulu'nun ağırlıklı, hatta hegomenik bir yer işgal ettiğini söyleyebiliriz.
Eleştirel Teorinin Eleştirisi kitabımda Frankfurt Okulu çevresinde şekillenen düşüncelerin Batı düşünce geleneği çerçevesinde ele alınması gerektiğini; Batı düşüncesine ruh veren hermenötik gelenek, eleştiri geleneği, romantizm ve estetik modernizm gibi kurucu yapıların anlamın üreticisi olarak değerlendirilmesine dair çerçeve çizdim. Eleştirel Teorinin hakikat iddiasını, zamanın tarihsel akışı içinde konumlandırarak, geçerlilik sınırlarını, yetersizliklerini ve çıkmazlarını vurgulamaya çalıştım. Kültür endüstrisi ve medya eleştirilerinin tali bir mesele olduğuna, hata bu görüşlerin orijinalliğinin dahi sorgulanabileceğine, teorinin kendi içinde düştüğü çelişkilere, arka planda sessizce dolanan, aydınlanma karşıtlığı ve tarihsel materyalizmle maskelenen teleolojik maksatlara işaret etmeye çalıştım. Ve tabii Hegel, Marks ve Freud sacayağının en güçlüsü gibi görünen psikanalizin, aslında çekildiğinde yapıyı çökertecek kadar teorinin en zayıf yanını oluşturduğunu, aklın araçsallaşmasına karşı çıkan teorinin, nasıl maksatlarına ulaşmak için Nietzsche'den Marks'a, Hegel'e, tarihsel materyalizmden psikanalize ve hatta liberalizme kadar işine yarayacak ne varsa araçsallaştırdığını anlatmaya çalıştım.
Bu mütevazı çalışma elbette Eleştirel Teori'yi üreten akla son vermek gibi bir iddia taşımıyor. Hayır, bu bir ukalalık olurdu. Hem zaten bu mümkün değil. Zira bir yanda son 300 yıldır duran, öbür yanda hala kendine refleksiyon kuran, dönüştükçe işlemeye devam eden bir akıl var. Kuşkusuz gerçekleşmesini arzu ettiğim şeyler de yok değil. Mesela Eleştirel Teori hakkında yanlış anlamalardan ve kasıtlı perdelemelerden beslenen tercümeler dolayısıyla pekişmiş kanaatleri sarsmak; kendi kimliğini üretemeyen devşirme düşünce geleneğinin maskesini düşürmek ve aklımızı kendi olma iddiasıyla yüzleştirecek yeni sorularla tanıştırmak.
Eleştirel Teorinin Eleştirisi
Rıdvan Şentürk
Kesit Yayınları
168 Sayfa
Kasım 2013