|

Hatırlamak serin bir rüzgar gibi

Ali Çolak “Bilmem Hatırlar mısın?” isimli kitabında doğduğu evde, büyüdüğü sokaklarda anıları ve dostlarıyla birlikte yaşayamayan ve yaşlanamayan bir neslin ömür törpücükleri ve hayat öykücüklerini anlatıyor

Turan Karataş
00:00 - 13/01/2010 Wednesday
Güncelleme: 23:11 - 12/01/2010 Tuesday
Yeni Şafak
Hatırlamak serin bir rüzgar gibi
Hatırlamak serin bir rüzgar gibi

Türk edebiyatına çok kıymetli eserler armağan eden Ali Çolak, son kitabının adına, okuyanı dünya acemisi olduğumuz o ucu belirsiz sıcak sarı günlere götüren, hüzün bağışlayan malum ifadeyi koymuş: Bilmem Hatırlar mısın? (Kapı Y.,2009). O güzelim günleri, sarışın ve esmer delikanlılık asabiyetiyle çınlayan, genç kızlık tazeliğiyle parıldayan o günleri kim hatırlamaz ki! Geri gelmez, buğulu ve büyülü günleri… Gitti gelmez o an'ları, geceleri ve gündüzleri… “Hatırlasak n'olacak” diyenlerin bile içine taze bir meyve tadı düşmez mi?

Bu kitap ne anlatıyor? Hayatımızdan çıkıp giden küçük şeyler; incelikler, nezaketler, zarafetler, serinlikler; hatır gönül, vefa ve dostluk... Hepsi bu küçük kitabın gök mavisi musluğundan akıveriyor. Geri gelmez an'lar, umarsız yaşananlar. “Anılar defteri bir gökçe çağ gibi, incecik bir sızıyla açılıyor” önümüze. Doğduğu evde, büyüdüğü sokaklarda anıları ve dostlarıyla birlikte yaşayamayan ve yaşlanamayan bir neslin ömür törpücükleri ve hayat öykücükleri. Boz bulanık, çağla yeşili bir yaşamanın sanki “yitik hazineler” kitabı var elimizde.

Anneleri, “doyulmamış uykuların, eksik kalmış oyunların ve divan altlarına saklanmış hatıraların bekçisi” anneleri anlatıyor, söz gelimi kitap. Ve kadınları, ikindileri güzelleştiren, ikindilerin güzelleştirdiği ve dirilttiği kadınları. Güzellemeyle kalmıyor yazar, bir de kadınlardaki hüzünlü cepheyi çeviriyor önümüze: “Kadınların içindeki şarkıyı susturan bir şeyler var, belli. Bir tel kopmuş olmalı içlerinde. Evlerin bunca neşesiz ve somurtkan, sokakların böyle ışıltısız ve kaba, hayatın tatsız tuzsuz oluşunu başka neye yoracağız? Bir kadının sihirli ellerinin değmediği eşyadan, bir kadın gülüşünün aydınlatmadığı evlerden hangi mutluluğu devşireceğiz? Sokaklarında mutsuz ve asabi kadınların dolaştığı bir şehirde huzuru nasıl bulacağız?” Belki de bunun için, eskisine göre birçok dünya eksiğimizi tamamladığımız halde şehir sokaklarında mutsuz dolaşmaktayız.

Anneler ve kadınlardan söz açılınca çiçekler, kadınların o küçümen numuneleri olan çiçekler unutulmuyor. Çiçekler söze katılınca da bahçeler ve meyveler, ağaçlar hatıra geliyor bir bir. Sonra kahve ve zeytin; sular ve kar helvası Ali Çolak'ın şu vakte kadar yaşadığı ömür içinde unutamadığı, iyilik ve ferahlık bağışlayıcı nimetler olarak söze yatırılmaktadır. “Akşamı getiren sesler” yani sokakların şarkısı ve neşesi satıcı sesleri; megafondan ve mikrofondan cırlayan mekanik, kurulmuş sesler değil, halis muhlis sahici insan sesleri… Bunlar da anlatılıyor.

Sonra eski zaman babaları, yani o “gölgeleri dağ gibi, sesleri ırmak” gibi adamlar; evin azgın ve serin suları babalar anlatılmadan geçilir mi? Bana sorarsanız, babanın ölümü evin ölümüdür. Yazar daha da yankılısını söylüyor: “Bu yüzden ölümleri kocaman, tarif edilmez bir boşluk doğururdu. Evin direği yıkılır, güneş batar, sesler kesilirdi. Ev tenhalaşır, eşyanın üstüne derin bir sükût çöker, bahçeler boşalır, ağaçlarda yaprak kımıldamaz ve zaman durur… Büyük bir uğultu kaplardı her yanı. Sonra o dağları, tepeleri saran, ağaçların yapraklarını kıpırdatan, otları yana yatıran, suların yüzünde bir dalgalanma, bir ürperti meydana getiren çığlıklar duyulurdu. /…/ Babamız böyle ölürdü, öldü mü!”

Unuttuğumuz nice hasletleri zarifane hatırlatan da yazar. Örnekse, söz orucuna girmeyi fısıldıyor şifalı bir sır gibi. “Sonra anladım ki kelimeleri olur olmaz sarf etmemek, eskitmemek gerek. Söyleyince şifa gibi çıkmalı ağızdan. Varıp bir gönlü mamur etmeli. Bir savaşı bitirmeli Yunus'un dediği gibi. Susmanın erdem olduğu zamanlar vardı. Allah dostları 'kıllet-i kelâm' derlerdi buna… Az yer, az uyur ve az konuşurlardı. Kâmil insanın vasıflarından biriydi az konuşmak. Sözlerin boşlukta yitip gitmediğini düşünürdü onlar. Her harfin kaydı tutuluyordu ve hesabı verilecekti.”

Cennet kokulu evler, o evlerde her sahur yenen temcit pilavları, birden çocukluğumun düş denizine götürdü beni. Babam rahmetli de otuz Ramazan sahurunda pilav yerdi; ama bulgur pilavı. Tereyağı, kokusu evin her yanını bir ıtır gibi kuşatan tereyağı lengerin (ortaya konan pilav tabağı) dibine göllenirdi. Pilavın yanında da armut değil, üzüm hoşafı olurdu. Ben karaüzüm hoşafına bayılırdım, bir de erik hoşafına…

Velhasıl, “hayatımızdan çıkan her şey” üzmekte yazarımızı. “Yitirişlerin o sızılı hüznü…” Yüreğe kazınan acı, içe çöken tortu. Gidenlere, yaşamın yitiklerine yakılan ağıtlar gibi yazılar; ansiklopedi ağıtı, kartpostal ağıtı, serkisof ağıtı vb. “Ahir zamanın yalancı hazinesi internet”in hayatımızın uzağına attığı ansiklopedilere ağlanmaz da ne yapılır! 80'li yılların ortalarında her hafta gazete bayiine gidip fasiküllerini almak, sonra kapakları geldikçe tamamlanmış ciltlerini ciltletmek suretiyle benim de 15 ciltlik hazine kıymetinde bir raflık bir ansiklopedim olmuştu. Şimdi kitaplığımın en alt rafında sanki hüzünle bana bakıyor. Yirmi yıl önce abone olduğum bir başka ansiklopedinin hâlâ heyecanla yeni ciltlerini bekliyorum. Şimdiki kuşaklar indinde “ne boş işler” bunlar!

Bir de, kelimeler var unutulan yahut unutulmaya yüz tutan; artık sözlüklerde dinlenen. Firak ve hicran gibi, gurbet ve mektup ya da havadis gibi. Ali Çolak, nefis bir havadis ağırlamasıyla kelimelerin vefalı bir dostu olduğunu zihinlerimizde tazeliyor. Bir beldenin bütün haberlerini, olup bitenini, dedikodularını velhasıl tüm havadislerini toplayan ve ilgililerine duyuran, anlatan, çoğaltan ve tatlılaştıran bir insan için o ne güzel bir lakap: “Havadis Amca”.

“Şehirde asla gece olmuyor” diyor yazar. “Yalancı bir aydınlıkta, uzatılmış günlerin yorgunluğuyla gündüzleri akşama, akşamları sabaha ekleyip duruyoruz.” Konuşmayı kışkırtan karanlığın büyüsünü hangi genç gönle dinletebiliriz ki! Ürpertili oyun gecelerini… Zifiri karanlıkta oynanan saklambacın tadını bugünkü çocuklar ne bilsin! Nasıl anlatmalı onlara çamurdan oyuncak, telden araba yapmayı; üstüne atladığımız çubukla sokakları tozu dumana katmayı!..

İlk kitabından beri hep niteliğin egemenliği hâkim Ali Çolak'ın yazılarında. Nasıl anlatacağının bilincinde bir yazar o. Okurunu bulan, bulacak olan sağlam, sıkı ve sahici yazıları önemsiyor. Kendi deyişiyle “gün görmemiş sözler sürer kederlerin üstüne merhem gibi.” Şahane benzetmelerle dilin sütünü çıkarır: “Çiçekler kadının düşleri midir? İçinin sesidir hiç değilse, güldükçe gülüşüdür.”

Yanılmıyorsam Attila İlhan'ın olmalı, Ali Çolak yazıları için ödünç alıp kullanacağım; hüzünlü şarkılar gibi güzel, güzel kadınlar gibi hüzünlü. Başka bir cepheden bakınca, şöyle söylenebilir, A. Çolak'ın yazılarını okumak 40 derece hararette kar helvasıyla serinlemek gibi bir şey. Şurası muhakkak; “Belki de hayatımızdan çıkıp giden küçük inceliklerin geride bıraktığı boşluktandır, serinlik” diyor ya yazar, evet bu kitabın bağışladığı serinliğin bir sebebi de bu. Yani şu günkü dünyanın artık uzaklarında çınlayıp duran tatlı yaşama itiyatlarımızın hatıra düşen serinliği. Bir de gidenlerin hüznü; “Giden, kendi başına gitmiyor” çünkü, beraberinde pek çok şeyi de götürüyor. Alışkanlıkları, hatıraları

Ben şahsen etkili yetkili biri olsam, Bilmem Hatırlar mısın? kitabını, hiç değilse, orta öğretimdeki çocuklarımıza okuturum. En azından teşvik ederim okunmasını. Niçin? Bir neslin yetişme şartlarını, zorluklarını, itiyatlarını; bir kuşağın çocukluğunun ve gençliğinin nasıl şekillendiğini görsünler. Bir de, hayatımızdan çıkıp giden incelikleri fark etsinler diye…

14 years ago