Enis Batur'un İç Bükey Bakışlar olarak isimlendirdiği otobiyografi çalışmalarından "Otuz Kuş Birden Olmak" ilk kez 1986 yılında 250 adet yayınlanmıştı. Batur'un yine aynı başlık altında değerlendirilebilecek bir otobiyografi çalışması "Öteki Prova", "Otuz Kuş Birden Olmak"la birlikte yeniden yayınlandı. Fırsattan istifade ederek, Enis Batur'la iç bükey bir açıdan anlatmış olduğu yazı macerasını konuştuk.
Nietzsche'nin "safkan entelektüel sorunlar nedir bilmem, yazdıklarıma hayatımı ve kendimi olabildiğince koyarım" sözünü benimsedim öteden beri. Şüphesiz mutasavvıf değilim ben, ama Altar'a bakışımı yönlendiren entelektüellerde görülen bir ilgi türüne bağlanmamalı, içarayış yolculuğunda karşıma çıkmış, birkaç yanıt getirmiş, bir dolu soru doğurmuştur yapıtı, zihnimde. Hangi vadilerden mi geçtim? "Otuz Kuş Birden Olmak"ı yazdığımda 31 yaşındaydım. Ogün bugün geçtiğim vadilerin yanında, öncekilerin varlığı cılız kalır, diyemem gene de. her şeyden önce, gençlik zor, zorlu ve alımlıdır. Uçmayı öğrenme çabası içinde düzen kalkar, yaralanır, yeniden yola düşer, savrulursunuz. Oradan deneyim depolayarak uçuş yönümü değiştirdim biraz, sonrasında farklı irtifa arayışlarım oldu. Korkular vadisine, Düşler vadisine, ikisinin arasında gizlenen Sırlar vadisine aradan zaman geçip yeniden döndüğümde anladım ki, yolum nasıl başkalarının yollarından geçmiş, geçiyorsa, şimdi başkalarının yolu benimkinden geçmeye başlamış. İnsan, hem otuz kuşdan hiçbiri, toz zerresi. Hem otuz kuşun hepsi, bütün oluşun ta kendisi. Yazmak, burada, vadilerin âşinası olmaktır.
O dönemde, 1983'de, henüz izlerimi kollayan pek yoktu. Bir avuç yakınım sayılmazsa. 'Beyaz arkadaşlar', edebiyat çevrelerinin merkezinde değil, derkenarında duran, bir ölçüde hısım yanları olduğunu düşündüğüm insanlardı. Edebiyat çevreleri genellikle lâf anlamaktan aciz, küçük koltuk hırsına kapılmış kof zevâttan oluşur, hiçbiriyle doğru dürüst hiçbir şeyi paylaşamazsınız.
Başlangıçta, susmak bir seçenektir. Gün gelir, bir daha seçenek olarak kendini dayatabilir. Hemen hemen ölesiye yazdığım söylenebilir; benim gibilere içerleyenlerin sayısı çok, onların susmanızı istemeleri başka, sizin susmaktan anladığınızla bir değil bu. Nasıl içinden konuşmaktan sözedebiliyorsak, içinden yazmaktan da sözedebiliriz öteki kefede. Kendini göstermeyen, saklanan ve sakınan bir yazı mümkünse, ki neden olmasın, bir sapaktan belki o yola geçerim. Mitologyadaki Alfea ırmağını bilirsiniz, yeraltından akar gider.
Çok genç yaşta, bir alım çalımdır, ölümle oynaşma eğilimi çıkıyor kimilerinde. Bir noktaya kadar elimi ateşin içine sürmeye çalıştım, sınırımı görünce ne yapacağımı şaşırdım. Bir 'yapıt kurma' fikriyle kolaylıkla alay edilebilen yaşta, bir anda, iki taşı üstüste koymanın beyaz kâğıdın karşısında neler gerektirdiğini anladım. Rüyâ âlemiyle gelip önünüze dayanan hayatın ortasına bir yere masanızı bakalım kurabiliyor musunuz? Bu sorunun peşine takılmayı seçtim. Sonra, usul usul, o ilk sorunun arkasında saklanmış başka soruların çıkageldiğini görüyorsunuz. Yazmak, birçok yönüyle dağcılığı andırıyor bence. Yalnız tırmanıcılar familyasındanım.
Kendimi bildim bileli, otuz yılı aşkın süredir, okumak fiili ve okuma edimi, okur türleri ve zihniyetleri üzerinde durdum, sayfalar dolusu yazdım, yeni bir şey söyleyebilir miyim, söyleyemem. Yazmayı belki, okumayı âlem-i rüyâda talim etmiyoruz. Türkiye'de eğitim ağır ağır dibe çöktü. Hiçbir okulda öğretilmiyor okuma. Yukarıdan aşağıya ve soldan sağa değil burada mimlediğim. Dışarıdan içeriye yönelmeyi bilenle, dış bağlantıları kurabilecek, satıraralarındaki esgeçmeyecek bir okuma disiplininden geçirilmeyen insan, kendi kendine yolu zor bulur. Kant'ı, Farabi'yi, Hipokrates'i ya da Dante'yi nasıl okuyacak? Ben bir yazı misyoneri sayılmam açıkçası, yazarken kendim gibi bir okuru, söylemesi hiç ayıp değil, sıkı, nitelikli okuru hizada tutarım. Yayıncılık alanında yeterince faydalı olduğuma inanıyorum, bir de yazarken böyle bir tasaya boyun eğemezdim. Yıllarca "kimin için yazıyorsunuz?" sorusuyla karşılaştım, bu aslında "benim için yazmadığınıza göre kimin için yazıyorsunuz?"un kısaltılmış versiyonuydu yanılmıyorsam. Sonra, sayısı her neyse, bir miktar okurum olduğu anlaşıldı, ola ki şimdi de onlara soruyorlardır: Bu adamı neden okuyorsunuz? Şimdi, şu sonuca varamayız ille de: Biri yazıyor, ötekisi okuyorsa iletişim gerçekleşmiş demektir. Düzayak, yanıltıcı bir açıklama olur bu. Sizin iletemediğiniz bir yanınız vardır, okurun yanlış anladığı bir başka şey vardır, ama bir metin yazılıp iletilmişse, öbür uçta alınıp okunuyorsa, bir tür köprü kurulduğu ileri sürülebilir şüphesiz. Yazı, öte yandan bir mayın tarlası, bir giz alanı, dolayısıyla köprü serabın ta kendisi olabilir. Karanlıkta elyordamı gittiğimizi bilelim.
Fakir İdris ölmedi, kendi hayatına dönmüştür, benimkinden çıkarak. Zaman içinde fark ettim, öteki seçeneği kurcalama takıntısı yeretmiş içimde. Bir yolu seçmek, bütün bütüne öbür yolun varlığını unutturmuyor. Böyle yaşamasaydım, böyle durmasaydım, öyle yaşayabilecek, durabilecek miydim? 56'ma girdim, hâlâ arasıra zonklar kafamın dibinde bir yerde o soru. Yazma uğraşımın en yıpratıcı sonucu, insan içine çıkmaktan geçiyor. Oysa olay bir odada, dört duvar arasında geçer. Yazdıklarınızı koymaya başladığınızda bir gelgit durumu oluşuyor, biribirileriyle çelişen iki varoluş biçimini ortak hayata oturtmaya zorluyorsunuz. İçerideki rahat durmaz, rahat bırakmaz, kemirir, yeri geldiğinde aşağılar. Dışarıdakinin gözünü iyi-kötü hırs bürümüştür, alkış ister, şan şöhret masasında oturur. İçerideki dışarı çıkma kararı aldığında, kişiden kişiye dozu değişse bile aynı denklem kuruluyor. Yazı adamı bir aslan terbiyecisi gibi davranabilmeli kendine.
Parça parça, paramparça, kırk bir pâre, nasıl adlandırırsak adlandıralım, fragmanter yazı gelip bir bünye, bir yapı sorununa dayanıyor galiba. Zorla huyunu suyunu değiştiremiyor insan. Kitabın ya başı ucu kapalı olur, ya da açık. Parçaların bütünlüğü gözden kaçırılmadığında, sonuçta yekpâre bir gövdeye ulaşabilir yazı adamı. Atom çekirdeği parçalanıyor da, insan çekirdeği niye parçalanamasın? Öte yandan, Borges'gillerin inancı yabana atılamaz: Birimizin vakti dolduğunda, bir başkası eğilip alır düştüğü yerden kalemi.