|

Hepimizin vicdani infilaka ihtiyacı var

Uyurkulak 'Bazuka'da, aşka düşmüş, yalnız kalmış, vicdanı yakasına yapışmış insanların öykülerini anlatıyor. Şiddetin de hep orada bir yerde olduğunu hissettirerek

Nursem Banu Özyürek
00:00 - 8/06/2011 Çarşamba
Güncelleme: 22:44 - 7/06/2011 Salı
Yeni Şafak
Hepimizin vicdani infilaka ihtiyacı var
Hepimizin vicdani infilaka ihtiyacı var

Tol ve Har romanlarıyla son dönem edebiyatımızın önemli isimleri arasında anılan Murat Uyurkulak, okuruyla sohbetine yeni kitabı Bazuka ile devam ediyor. Uyurkulak'ın 'Aşk, Yalnızlık ve Şiddete dair Hikayeler' alt başlığıyla yayımlanan Bazuka'sında insanın parça parça hallerine dokunan, yaşamın duvarlarına çarpan dokuz öykü var. Kelimelerle, dille, kurguyla oynayan Uyurkulak, sisteme dair sıkıntısını, nefretini yine kendine has bir şekilde ifade etmiş; ironik, göndermeli, kavgası, alayı, iç acısı eksik olmayan öyküler kaleme almış. Yani Tol ve Har'ın üzerine cila atmış bir anlamda. Kitabın başındaki alıntı da manidar: “Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez…” Bir boşvermişlik değil buradaki, her öyküde yankılanan, söze gelen, bazukanın namlusunda yuvalanan bir sitem. Uyurkulak'la son kitabı üzerine konuştuk.

Önceki iki romanınız da olumlu tepkiler aldı ve ardından öykülerle 'Bazuka' yı çıkardınız cepten. Capote romana dair tüm becerileri öykü yazarken kazandığını ve en çok bu türü sevdiğini söyler. Romanlarınıza bakınca sizin de şiirden çok şey getirdiğiniz görülüyor. Kendinizi en rahat / en özgür hangi tür içinde hissettiniz? Şiir bile olabilir bu, bir şiir kitabı çıkarmış olmasanız da…

Hikayede kendimi daha rahat hissediyorum. Özenli ve titiz olmaya çalışsam da hikayeyi belli bir iddiayla yazmıyorum çünkü. Haddimi biliyorum, pırlanta gibi hikayeler yazan şahane yazarlar var ve onların mertebesine ulaşmak için kırk fırın harf yemek lazım. Hikayeyi keyifli bir roman talimi, bir tür özgürlük alanı gibi düşünüyorum.

Har'la ilgili bir söyleşide, “Adiliğin ve haksızlığın tek tek insanlardaki tezahürlerini yazmak” istediğinizden bahsetmiştiniz. Bazuka böyle bir niyet sonucu mu çıktı ortaya?

Bazuka net bir niyetin izini sürüp tematik bir bütünlük teşkil edecek şekilde ortaya çıkmadı. Yedi-sekiz yıla yayılan, çeşitli vesilelerle, çeşitli zamanlarda yazılmış hikayeler bunlar. Ama sonradan art arda okuduğumda aralarında belli belirsiz bir bağlantı olduğunu, aşağı yukarı benzer dertleri taşıdıklarını gördüm. Ama o dert sizin alıntıladığınız istek değil tam olarak. Onu daha ziyade yeni yazmakta olduğum romanda yapmaya çalışıyorum. Rekabet ve kar üzerinden tanzim edilen, bir avuç insanın tıksırıncaya kadar yediği, geniş kitlelerin ise güvensizliğe, yoksulluğa mahkum edildiği bir sistem bu. Damarlarında kan değil cerahat akıyor. Ve hepimiz onun yol açtığı arsızlıktan, adilikten nasibimizi az çok alıyoruz.

İlk öykü 'Tutkular Kitaplığı' kıymeti bilinmemiş bütün okurlar için. Yazarın tutkusunun/yalnızlığının edebiyata konu edilmesine alışkınız ama okur bu anlamda çok da hesaba katılmamıştı. “Okuduklarınızı, müstesna olduğunu düşündüğünüz satırları birilerine anlatmak istersiniz, zira şahsa mahsusun hazzı kısa sürer, ömrü uzun olan paylaşmaktır… Fakat ortalığı her zamanki gibi kaba saba kelimeler, düşük cümleler işgal etmiştir, o gürültüde kimse sizi duymaz…” diyor öyküdeki Reha Mağden. Siz de bu öyküyü dünyanın sevdiğiniz güzel şeylere kıymet vermemesinin sıkıntısıyla mı yazdınız?

Ben yazar olmaktan önce bir okurum. Bana göre iyi bir kitap okumanın keyfini başka hiçbir şey vermez. Edebiyat bize dünyada kalmak için mühim bir gerekçe sunar. Yalnız olmadığımızı, kendimizden menkul olmadığımızı, dünyadaki acıları, sevinçleri, incelikleri, bayağılıkları gören, hisseden, dert eden başka insanlar da olduğunu gösterir. Ve her iyi okur iyi edebiyattan duyduğu coşkuyu muadilleriyle paylaşmak ister. Fakat işte bu berbat pazaryerinde o coşkuya ses vermeye, aynı coşkuyu duymaya pek az insanın mecali kalıyor.

Kapitalizm inceltilmiş tarafından orman kanunudur
Kitapçılar kapanıyor, en azından kitapçı gibi kitapçı olanlar. 'Tutkular Kitaplığı', cafcaflı mağaza vitrinlerine bedenlerine taş bağlanmış kitaplar atmak, sağda solda güzel kitapları unutmuş gibi yapmak şeklinde okur eylemleri/örgütlenmesi getiriyor akla…

Okur örgütlenmesinden ziyade ezilenlerin örgütlenmesini tercih ederim. Kapitalizm parlak vitrinler, büyük mağazalar, tekelleşme ve kabalık demektir. Kapitalizm inceltilmiş tarafından orman kanunudur ve onun içinde inceliklere yer yoktur. Onu yıktığımız takdirde sizin sözünü ettiğiniz türden incelikleri de geri kazanabiliriz.

'Pembe' ve 'Kuş Yuvası' öykülerinizden anlaşılıyor ki 'kadınlık' ve 'erkeklik' meselesi sizin için önemli. İlkinde, bütün hayatını bu duvara toslayarak geçirmiş bir karakter var, ikincisinde ise Funda ile Tahir. Yani önlerindeki duvara güç de olsa “hadi canım” diyenler. O noktadan sonra doğu ya da batı olmak, kadın ya da erkek olmak, yani illa 'bir şey olmak' silikleşiyor mu?

Doğu ile Batı belli mevzuları izah etmeye çalışırken dayandığımız birer kavram. Fakat aslında Doğu ile Batı yoktur. 'Uzakdoğu' ülkesi denen Japonya ABD'nin batısındadır sözgelimi. Haritayı hangi odağa göre açtığınızla ilgili bir meseledir bu. Hele bugünün küreselleşmiş kapitalizm dünyasında Doğu ve Batı kavramlarıyla düşünemeyiz artık. Biraz çabayla aynısını kadınlık ve erkeklik meselesine teşmil edebiliriz. Mevcut toplumsal cinsiyet inşası kadınları evlere hapsediyor, öldürüyor, eziyor; erkekleri sahte bir iktidar dünyasında paranoyaklaştırıyor, şişirilmiş balonlara çeviriyor, insanlıktan çıkarıyor. Tıpkı Doğu Batı ayrımı gibi bu cinsiyet kalıplarını da yıkmamız lazım.

'Aşk, Yalnızlık ve Bazuka'; yetişkinlerin dünyasındaki zalimliğin, ötekileştirmenin, şiddetin tohum hali. Bu çocuklar, yani vatansever kaplanlar, büyüdüklerinde arması olan/olmayan bir çeteye mensup olacak tabii… Ve kendilerine göre bir bazuka edinecekler. Bir şekilde birbirimizi mütemadiyen vuruyoruz. Bu savaştan daha çok kan, çok yalnızlık, çok öykü çıkacak gibi…

Yapılması gereken çok belli: Oturup konuşacağız, bu topraklar üzerindeki bütün halkların siyasi, kültürel haklarını anayasal güvenceye kavuşturacağız ve silahları gömeceğiz. Doksan yıldır ezilen, imha edilen, yok sayılan, vahşi bir asimilasyon politikasına maruz bırakılan insanlardan özür dilemeyi de ihmal etmeyeceğiz. Ondan sonra umarım artık böyle hikayeler yazılmasına lüzum kalmayacak.

'Kırmızı' yı bir çeşit 'sevdiğini diyememek' öyküsü olarak okudum ben. Hamza dede o kadar sövdü saydı da, yine giderayak Arap Fahri, Kürt Cemal, Ermeni kızı Heranuş dedi.

Hamza Dede işlediği büyük suçların ruhunda hasıl ettiği uğultulu hesabı bastıramamış biri. Bu tür insanlar bana ziyadesiyle etkileyici ve affedilebilir geliyor. Sonunda bir vicdan infilakı yaşıyor Hamza. O infilaka bir bütün olarak bu ülkenin de ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

Reha Mağden ve Emrah Serbes'in kitaplarına nazire olarak yazdıklarınıza ilaveten başka yazarlarla ortak yazılmış öyküler var kitabınızda. Alışıldık bir durum değil. Hani 'yazar egosu' falan da düşünülürse… Ama siz bu ortak çalışmalara sanki tek başınalıktan daha çok kıymet veriyorsunuz. Sizin için nasıl bir süreçti kolektif öykü yaratımı?

Kitaptaki üç hikaye ortaklaşa yazıldı. Ersan Üldes, Aslı Ilgın Kopuz, Ulaş Gürpınar'la. Zevkli, heyecanlı mesailerdi hepsi. Emrah Serbes ve Reha Mağden'e nazire olan hikayeler ise bir okurun sevdiği kitaplara saygı duruşu ve yazarlarına teşekkürü gibi okunsun isterim. Yazar egosu, aslında her neviden ego benim idrak edebileceğim bir şey değil. Ego bir tür ahlaksızlık gibi gelir bana.



13 yıl önce