|

Her göç bir sızı taşır

Usta öykücü Feyza Hepçilingirler yazın hayatının 30. yılında göç öyküleriyle çıktı okurun karşısına. 'İşte Gidiyorum' ile göçün acıtan, eksilten, yaralayan yanını anlatan yazar, toprağından, dilinden ve geçmişinden kopartılan insanlarının sesini taşıyor satırlara

Hatice Saka
00:00 - 6/11/2009 пятница
Güncelleme: 23:28 - 5/11/2009 четверг
Yeni Şafak
Her göç bir sızı taşır
Her göç bir sızı taşır

Feyza Hepçilingirler yazın hayatının 30.yılını Everest Yayınları'ndan çıkan İşte Gidiyorum adlı kitapla karşıladı. 'Göç, insanı bağlı olduğu o topraktan koparıp başka bir coğrafyada yaşamak zorunda bırakan zorlu ve acılı bir süreç. Zorunlu göç, kişinin, dili, dini, kültürü yaşama alışkanlıkları tümüyle farklı, tanımadığı bir ülkede, kendisini hayata sımsıkı bağlayan bağların birçoğundan koparak ya da bunları öncelik sıralamasında geriye iterek yaşamını sürdürmeye çalışması demek.'ifadelerini kullanan yazar, tüm göçlerin yaralayıcı oluğunun altını çiziyor.

Göç kelimesi çoğumuzun hayatına tarih kitaplarındaki Türkler göçebe bir toplumdur kalıbıyla girdi. Sanki göç başlangıçların ve umudun ilk adımıymış gibi oluşan bir algı. Oysa göç hareketlerinin özellikle son yüzyıllarda yaşanan göçlerin temelinde büyük kopuşlar ve acılar yaşanıyor. Bu noktadan hareketle 'İşte Gidiyorum' kitabını yazarken göçün yıkıcı yanını merkeze aldığınızı söyleyebilir miyiz?

“Türkler göçebe bir toplumdur” yargısını, son yıllarda en çok, köylü ve ilkel olduğumuzu söylemeye çalışanların ağzından duyuyoruz. Doğrusu, bin yıl önce geldiğimiz bu toprakları hâlâ benimseyemediğimizi kanıtlamaya uğraşanları haklı bulmuyorum. İnsan, doğduğu, büyüdüğü topraklara kök salar, tıpkı bitkiler gibi, hayvanlar gibi, oranın iklimine, hata yüzey şekillerine bağlı olarak biçimlenir. Sıcak ülkelerde doğanlarla soğuk ülkelerde doğanlar, dağlık yörelerde büyüyenlerle ovalık yerde büyüyenler, deniz kıyısında yaşayanlarla çölde yaşayanlar arasında biyolojik farklardan tutun, davranışlarına, hatta kişilik yapısına kadar pek çok özelliğine yansıyan farklar bulunmasını doğal sayıyoruz. Demek ki insan da bir anlamda doğduğu toprağın ürünü. Göç, insanı bağlı olduğu o topraktan koparıp başka bir coğrafyada yaşamak zorunda bırakan zorlu ve acılı bir süreç. Zorunlu göç, kişinin, dili, dini, kültürü yaşama alışkanlıkları tümüyle farklı, tanımadığı bir ülkede, kendisini hayata sımsıkı bağlayan bağların birçoğundan koparak ya da bunları öncelik sıralamasında geriye iterek yaşamını sürdürmeye çalışması demek. Kitabın birinci bölümünde anlattığım bu türdeki zorunlu göçlerin acılı öyküleri. Haklısınız, göçün yıkıcı yanını merkeze aldım ya da zorunlu göçlerin tümünü zaten yıkıcı bulmaktayım.

“Dıştan İçe/İçten Dışa” ve “İçten İçe / İçten İçe” ismini taşıyan bölümlerde göç olgusunun iki faklı boyutunu ele alıyorsunuz. Sizce hangisi daha yaralayıcı?

“Dıştan İçe / İçten Dışa” bölümünde Türkiye'yi merkeze oturtarak gelenlerin ve gidenlerin acılarını dillendirmeye çalıştım. İkinci bölümün ise hem iç göçü kapsamasını istedim, hem de insanın kendisini kendisinden sürgün edebileceğinin öyküsünü yazmayı denedim. Son öyküde Azrail'e yalvaran yaşlı adam da yerinden kımıldamadığı halde, hiçbir tanıdığının kalmadığı, herkese yabancılaştığı, başka türlü yaşanan bir zamanda buluyor kendisini. Bu da bir çeşit göç. Sözün kısası, bütün göçler yaralayıcı.

'Bu Gemi Nereye' isimli öyküde Yahudilerin yaşadığı sıkıntıları, hemen ardından gelen 'Gidemem' isimli öyküde ise Filistinlilerin acıları merkeze alınıyor. Her göç öyküsünün diğer yüzünü de okuyucuya gösteriyorsunuz. Buna rağmen yanlış anlaşılma kaygısı taşıdığınız anlar oldu mu?

Göç olgusuna yansız baktığımın anlaşılmasını istedim. Yahudilerin yaşadıkları onca acıdan sonra, acı çektirmek bir yana acı çekenlere yardımcı olacakları beklenirken Filistin halkına yaptıklarını anlatmasam olmazdı. Göç, kimi zaman kurtarıcıdır; ama göç bile edemeyecek durumda olmak, galiba göçün kendisinden daha acıklı.

Kitabınızda 'Söyle Mayrig' adlı bir şiire yer vermenizin özel bir nedeni var mı?

Benim dillendirmeye çalıştığım zorunlu göçleri anlatan Arapça bir sözcük var, biliyorsunuz: “Tehcir”. Tehcir, “göç ettirme, göçe zorlama” anlamlarına geliyor ve Türkçede tek başına pek kullanılmıyor. Genellikle “Ermeni tehciri” diye bir bağlam içinde karşımıza çıkıyor. Türkiye'yi merkeze oturtup zorunlu göçlerin öykülerini yazıyorsanız, Ermenilerin yaşadığı bu zorunlu ve acılı göçten söz etmek zorundasınız. “Söyle Mayrig”i eklemeseydim kitabım eksik kalırdı.

Öykülerde tarihsel olaylardan faydalanıyorsunuz. Nasıl bir araştırma sürecinden geçtiniz, hangi kaynaklardan faydalandınız?

Bundan önceki öykü kitabım 2000 yılında yayımlanmıştı. O zaman bile aklımda olan proje buydu: “Göç öyküleri”. Ancak, bilgisayarın başına geçilip yazılacak öyküler değildi bunlar. Pek çoğu için araştırma yapmam gerekiyordu. Ben de acele etmedim. Öykülere zemin oluşturacak olayları rahat rahat araştırdım. Bu araştırmalarımın bilinmesini istediğim için de öykülerin sonuna yararlandığım kaynakları yazma gereğini duydum. Ne yazık ki dünyada anlatılacak daha pek çok göç var; ama kitabı bir yerde sınırlandırmam gerekiyordu. En çok emek verdiğim öykü kitabım bu oldu; ama sonuçtan memnunum.

'Bizimkiler kendi istekleriyle gelmemişler elbet. Orada kurulu düzenleri varmış. Niye bırakıp gelsinler' Bir Kızıl Gül Gibi Elinde'de geçen bu sözü, göç edenlerin ortak görüşü olarak adlandırmak doğru olur mu?

Öldürülme, yaşayamaz duruma getirilme korkusuyla kaçıp canını ve yakınlarını kurtarma amacıyla ya da eskisinden daha iyi bir yaşam kurma umuduyla yapılan göçlerin dışında kalanları bu görüşe bağlayabiliriz. Haklarında birileri tarafından verilmiş, “Bundan sonra burada değil, şurada yaşayacaksın” kararına uymak zorunda kalanların zorla koparıldıkları topraklara olan özlemleri hiç dinmemiş, o yerler yaşamlarından uzaklaştıkça hayallerinde güzelleşmiş.

14 лет назад