“Hepimizin bir hikâyesi var büyük bir hikâyeye, içine doğduğumuz hikâyeye eklemlenen... Ben de sanırım pek çok yazar gibi o eklemlenme noktasında kuruyorum öykülerimi.” diyen Nalan Barbarosoğlu “Yol Işıkları” yla hiç bilmediğimiz bir dünyanın kapılarını açıyor. Yazınındaki, kırılgan hali, öfkesiz duruşu anlamlandırmak için okuyucuya, öykülerini “ben ve başkaları” ya da “ben ve ben olmayanların hayat içindeki sınırları” açısından görmeyi öneriyor.
Masa başında kendimi “böyle anlatmazsam olmaz” derken hiç yakalamadım... En azından bilinç düzeyinde. Daha çok “bu değil, bu değil, bu değil, bu da değil” derken bulurum kendimi. Hepimizin bir hikâyesi var büyük bir hikâyeye, içine doğduğumuz hikâyeye eklemlenen... Ben de sanırım pek çok yazar gibi o eklemlenme noktasında kuruyorum öykülerimi. Yeni bir hikâye anlatmak zor ama taze bir hikâye mümkün. Benim için taze bir söyleyiş yoksa, hikâye de yok. Bu bir poetika sayılabilir mi?.. Benzemiyor ama neden olmasın?
Hayatla kurduğumuz ilişkide saklı bu sorunun cevabı... Dünya ve hayatla kurduğumuz ilişkinin yapı taşlarını duygularımız belirliyor ama o yapı taşlarını anlamak, üstlerindeki örtüyü kaldırmak için aklımızın aydınlığına gerek duyuyoruz. Aklın ışığı, bilimin alanı aslında. Peki, edebiyatın alanı değil mi?.. Elbette, edebiyatta da ihtiyacımız var aklın ışığına. İnsan ve hayat gerçekliğine edebiyatta -hem duyguların hem de aklın kesişme noktası- kalbimizin ışığıyla bakıldığında baktığımız yerin sahicilik kazandığını düşünüyorum.
Yazılan her edebiyat metni, şiirden denemeye kadar, aslında hayatın “arkasından konuşmak” değil midir?.. Siz buna “gıyabında konuşmak” demişsiniz... Evet gıyabında konuşuyoruz... Çünkü hayatın yüzü nerede?.. “İşte burası” diye gösterebilir miyiz?.. Birey olarak eylemlerimizle, duruşumuzla değiştiremediğimiz bir dünyayı yazdıklarımızla değiştirmeye çalışıyoruz. Savaşta fotoğraf çeken bir foto muhabirinden farkımız yok aslında. Evet sistem bireyi aşar; bireyin sisteme galip gelmesini isteyen bir avuç inatçı ve yaramaz çocuktan ne farkı var edebiyatçının? Şiddet üzerine çalışan bir sosyal bilimci olan Dicle Koğacıoğlu'nun daha birkaç ay önce “çok acı var” diyerek intihar etmesini anımsayalım. Her kitap bir intihar eylemi belki de!
Elbette kapitalizmin bizi sürüklediği yeri görüyor, olumsuz yönlerini hepimiz bireysel hayatlarımızda yaşıyoruz. Kapitalizmin tuzakları var... İnsanın psikolojisini uzanan kolları var... Hepimizi oralardan yakalayıp dişlilerinden biri haline getirebiliyor. Ve her dişli birbirini aşındıra aşındıra çarkları döndürüyor... Herkesin bir başarı abidesi olarak konumlanmak istediği bir hayatın içinde başarısızlığı seçenlerin kendileriyle ilişkileri bana daha etik geliyor. Tabii burada anahtar sözcük, “seçmek”. Başarı yarışında soluğu yetersiz kalıp da mızmızlanmak değil. Gelecek vaat eden bir sektörde (örneğin bankacılık) kendinize yer açtığınızda, sektörün iflası durumunda ortada kaldığınızda gidecek bir yeriniz yoksa (örneğin sendika) daha en baştan bir “yanlış”ın içinde debelendiğinizi fark etmiyorsanız, aldığınız yıldızlı diplomaların, varaklı sertifikaların, yaldızlı plaketlerin ne işe yaradığını gerçekten sorgulamak gerekmez mi?
Ben olsam, daha doğrusu yazdığım öykülerin okuyucusu olsam, bu öyküleri bir de “ben ve başkaları” ya da “ben ve ben olmayanların hayat içindeki sınırları” açısından okumayı yeğlerdim. O zaman sözünü ettiğiniz öykü kişilerinin “kırgın hali, dili, öfkesiz duruşları” daha başka bir anlam kazanırdı. Örneğin Yakup, bağırış çağırış akan hayat karşısında susmaktan, susuştan bir ses, bir dil arıyor, neredeyse imkânsızın peşine düşüyor. Burada teslimiyetten pek söz edemeyiz sanırım.
Evet, külden bir hayalete dönüşmüş kadına katılıyorum; bence de tarih, insanlık için daha çok acıların, ateşlerin, yangınların tarihi... Evet, sel gerekli... Her zaman birkaç su damlasıyla yetinmek zorunda kalıyoruz. Kalbimizi serinletemiyoruz... Kızgın kalplerimizle kızgın bir hayat biçiyoruz kendimize. Bir kısır döngüdür, yuvarlanıyoruz kızgınlığın alevli nefesi içinde. Yangınlar bundan. Mirasımızın yanık yanık kokması bundan. Evet bir sel gerek... Hem de asırlık bir sel... Yüzyıllar içinde büyüyüp çağıldıya çağıldıya akan şefkatten bir sel gerek bize. Bu yangınlara ancak şefkatten bir sel son verebilir. Yangın yerinde ot büyümesi için çok çok uzun zaman geçmesi gerekiyor... Toprağın kendine gelebilmesi, aurasına kavuşabilmesi için çok çok uzun zaman geçmesi lazım. Ama burada sorun şu: Ben yangınlara körük taşıyanların mı bir parçası mı olacağım yoksa sele su taşıyanların mı?
Öyküde sözü edilen yazar, Sait Faik Abasıyanık... Bence Sait Faik Türkçe'nin öykü serüveninde bir “palto”dur; öykü yazan herkesin -farkında ya da değil- kanına, iliğine işlemiş bir yazardır. Bu anlamda hepimizin Sait Faik ruhundan mutlaka bir duygu, bir duyumsama ya da bir duyuş ya da bir ses taşıdığını düşünüyorum. Kişisel olarak, birçoğumuz gibi büyük bir hayranlık duyduğum bir yazar Sait Faik... Ortak yanlarımız olmasını herkes gibi ben de elbette isterdim. Ama ruh ortaklığı, takdir edersiniz ki, öyle istemekle olunacak bir şey değil. Yasaklı bir dünya karşısında umudum var mı?.. Bilmiyorum. Bildiğim tek şey var: Yasaksız bir dünya mümkün. Çünkü böyle bir dünyayı hayal edebiliyorum. Daha da önemlisi, pek somut olarak gösteremesek de hayat içinde “vicdan” adını verdiğimiz bir sezgimiz, bir iç tartımımız var. Bir gün, neden olmasın, vicdanın sesine kulak vermeyi öğreneceğiz. Öğrenmek zorundayız da ayrıca. Bu bir umut mu, umutsuzluk mu, siz karar verin.