|

“Her yıl bir mucize gibi gelen”

Samanyolunda Ziyafet'e katılınca, şifa saçan elleriyle Müslümanın kalbini onaran orucun gerçek yüzünü tanırız. Orucun uzuvlarımıza göğün mührünü vurduğunu, ruhumuzu kölelikten azat ettiğini, büyük hesap gününde müminin en büyük şahitlerinden biri olduğunu yeni bir dikkatle hatırlarız

Turan Karataş
00:00 - 10/08/2011 Çarşamba
Güncelleme: 23:22 - 1/08/2011 Pazartesi
Yeni Şafak
“Her yıl bir mucize gibi gelen”
“Her yıl bir mucize gibi gelen”

Ramazan geldi; bir muştu gibi, diriltici ilkbahar rüzgârları gibi, bereketli gök sağanakları gibi, yeryüzünü yıkayan billur damlalar gibi geldi ve bir kez daha dünyamızı teşrif etti. İçimizi dışımızı yıkayıp arındırmaya, nefsimizin putunu çatlatmaya, o büyük düşünce adamının deyişiyle, ruh evimizin pencerelerini açmaya, perdeleri havalandırmaya, evin badanasını ve boyasını yenilemeye, sularını tatlandırmaya geldi. Onarıcı bir mimar gibi, kutlu bir konuk gibi. Gözü yolda olanlar, bayram kokusunu daha şimdiden duyanlar içinse bir Hızır gibi geldi ramazan, bolluk kapısı, sofra, sadaka, fıtır, zekat olarak... "Geldi, evlerimizi, şehirlerimizi, soframızı, bir ay boyunca olanca şenliği ve cömertliğiyle" donatacak inşallah.

Kimliğimizin güneş ışığı

İnanan insan için teselli, tazeleniş, güven, ışık, bereket, ilahî bir armağan olan ramazanı/ orucu dinî kitapların dışında, bir de büyük sanatkârların, şairlerin, edebiyatçıların yazdıklarından okumak gerekir. Bu müstesna bakışların, bu dil sultanlarının önümüze bereketli sofralar yaydıklarını, dimağımıza sanatın tadıyla şerbetlenmiş taze bilgiler sunduklarını göreceksiniz. Bu bağlamda, güzel kitabı hatırlatmak niyetindeyim.

Büyük düşünce insanı Sezai Karakoç'un farklı kitaplarından derlenen oruç yazıları, Diriliş dergisindeki dört yazısı ve ramazan hatıralarını içeren "Ramazanın Aynasında Hayat" başlıklı yazısı bir araya getirilerek yedi yıl önce (2004), Samanyolunda Ziyafet adıyla kitap zarfına bürünmüştü. O günden beri, her ramazanda yeni bir dikkatle, ilk kez okuyormuş tazeliğiyle okurum söz konusu kitabın bazı yazılarını. Bunları farklı ve özgün kılan nedir, diye soracak olursanız cevabım şudur: Yazarının bakışındaki derinlik, ufkundaki genişlik, özündeki samimilik ve anlatımındaki sanatkâraneliktir. Dahası binbir tanım, tanıma, yeni tabir ve sıfat vardır Karakoç'un sofrasında oruca dair; bu, kusursuz bir ziyafettir. Söz gelimi, "beşinci mevsim", "gök sofrası", "kimliğimizin güneş ışığı", "kişiliğimizin mayası" gibi sıfatlar oruç içindir. Çocuk algısıyla ise oruç, "sonsuz üstün sesiyle yüreğin gecesini sona erdiren bir kırmızı horozdur." Mesela, şöyle bir tavsifi ancak bu kitapta bulursunuz: "Bir ilkbahar gibi gelip ruhları donatan Ramazan." Ya da şöyle bir benzetişi, "yeni kesilmiş bir karpuzun rengi kadar canlı sahur yemekleri..."

Daha önce de yazmıştım, Karakoç'un anlatımında, birkaçını zikrettiğim yeni benzetmelerle, terkiplerle ve bağdaştırmalarla karşılaşırız; yepyeni bir dil ve kavramlar manzumesiyle okuruz orucu. Okudukça ufkumuzda yeni sayfalar açılır, lügatimize yeni kelimeler girer. Söz gelimi, ramazanın dünyamızı teşrifi şöyle ifade edilir; hilalle birlik "incecik bir melek kalemi" gibi çıkagelir oruç. Sonra göğümüzdeki hilal büyüdükçe, içimizdeki/ kalbimizdeki ay da yani oruç da büyür. O büyüdükçe içimiz aydınlanır, nurlanır. Adeta ışıktan bir sırça saraya benzer bedenimiz. İnsanın oruçla nasıl billurlaştığı, şu aşağıdaki ifadeden daha özgün, güzel, etkili anlatılabilir mi? "Güneş bir dağın yarığından çıkarken, bir gül açılırken, bir çocuk okula başladığı an; bir insan şehit olduğu vakit; su kaynağından çıkarken neyse, mü'min de oruçta odur." Bir aylık bu arınışın sonunda "yepyeni ve taptaze bir insan yüreği, ruhu ve vücudu" ortaya çıkacaktır. Orucun bir Müslüman için ne mana ifade ettiğinin en güzel anlatmalarından biri de şu olmalı: "Uzun süren bir kuraklıktan sonra, dudakları çatlamış toprağından ötürü ellerini göğe kaldırmış çiftçi için birden boşanan yağmur neyse, biz Müslümanlar için, gelen bu oruç da odur."

Samanyolunda Ziyafet'e katılınca, şifa saçan elleriyle Müslümanın kalbini onaran orucun gerçek yüzünü tanırız. Orucun uzuvlarımıza göğün mührünü vurduğunu, ruhumuzu kölelikten azat ettiğini, büyük hesap gününde müminin en büyük şahitlerinden biri olduğunu yeni bir dikkatle hatırlarız. Orucun 24 saatine, ömrüne ve ruhuna şahit ve vâkıf oluruz. Kadir Gecesi'nin "altın gece" olduğunu idrak ederiz. Çocukluğunuzun masum ve mesut ramazanlarını yeniden yaşarız. Ancak oruçluykendir ki, sırtımızdaki "benek benek öteki dünya çizgileri"ni fark ederiz.

Karakoç'un o içten anlatımından okudukça şunları görürüz: Oruç, ruhun yılda bir kez arınışı, "revizyonu"dur; aynı zamanda vücudun dahi "dezenfekte edilmesi". Ruhtaki pürüzler, oruç sayesinde, kayalıkların bir dinamitle dümdüz edilmesi gibi, tesviye edilir. Bu öyle bir arınıştır ki, tepeden tırnağa, dıştan içe doğru ilahi bir temizlenmedir, adeta yeniden bir diriliştir. Karakoç'un anlatımına kulak verelim: "Sonra, oruç, vücudu ve vücudun özü olan kalbi diriltir. Duygu organları arınır. Göz parlar. Kulak keskinleşir. Nefes borusu serbestleşir. İç vücut, dinlenir dinlenir, sonra birden çalışır. Vücudun bu yeni düzeni, bir yandan dünyaya, bir yandan ruha yeni bir tarzda döndürerek insanı uyandırmaktadır. İnsan uyanmaktadır. Bazı pencereler kapanır, yeni pencereler açılır. Vücut, oruçla, ruha doğru hızla itilmiştir. Böylece, o, olduğu yerden yükselmeye ve dünyayı daha bir bütünüyle ve daha kuşatıcı bir gözle kavramaya ve görmeye fırsat bulmuştur." (s. 76-77)

Oruç, bir zırh gibidir, kuşananı koruyan; kalbimizden kuşkuyu kaldıran, kalbimizi onaran. Ruhumuzu dirilten, diri tutan ve hafifleten bir iksirdir. "Eskiyen dünyayı tazeler", alışkanlıkları yumuşatır, içevimizi pırıl pırıl yapar. İnsanın, hayvandan meleğe doğru kutlu bir yolculuğudur oruç. Ruhun biçim alışı, sahih bir öze kavuşması, billurlaşması, canlanması oruçla daha bir kolaylaşır. Oruç, bu ümmete bağışlanmış kutlu bir nimettir. Öyle ki, "oruç, konuştuğumuz dili bile arıtır."

Söze ay ışığı karışır

Gök konuğumuz olan ay'ın oruçla, ramazanla münasebetini öyle içten anlatır ki Karakoç: "Oruç" der, "içimizde batmayan bir ayın geceden gündüze taşınmasıdır. Bir Ramazan gününün saatleri ilerledikçe içimizdeki ay büyür büyür. (...) Oruçluyken her işimize biraz ay karışmamış mıdır? Oruçluyken ve oruçlu değilken aynı işi yapınız, arada bir ay farkı vardır. (...) Oruçluyken sözlerimizin arasına esrarlı bir ay ışığı karışır." (s. 37, 38)

Bir aylık büyük ruh şölenine, bu yıl da, Karakoç'un yazılarındaki şiirsel anlatış ve anlayışla katılın, derim. Bu büyük düşünürün nefis ifadesiyle diyelim ve dileyelim, "oruç, ruha gelen bir ilham gibi, arıya bal ilham eden bir çiçek tozu gibi, gözü çeken ateş gibi" bir "diriliş saati", bir dirlik ve dirilik fırsatı olsun ülkemize, insanımıza ve dünyadaki tüm Müslümanlara.

İstanbul'da Bir Ramazan

Ramazan'ın manevi ikliminde okunacak bir diğer kitap da Cenab Şahabettin'in yaklaşık yüzyıl önce bir gazetede yayımlanan yazılarının toplandığı İstanbul'da Bir Ramazan'dır. Bu türden kitapları bu ayın bereketi ve ruh serinliği içinde okumak, başka bir tad veriyor insana, farklı çağrışımlara kapı aralıyor. İstanbul'un eski ramazanlarını, yüz yıl evvelki insanın ruh halini merak edenler içinse, tam bir ziyafet sofrası Cenab'ın yazıları.

Şimdiye kadar pek aldırış etmediğim bir hususu, bu kitaptaki yazıları okuyunca fark ettim. Cenab, tahmin ettiğimden daha fazla dine yakın ve hürmetkâr; nezih ve aziz bir Allah inancına sahip. İslâm'ın üstünlüğünü ve hak bir din oluşunu her vesileyle dile getiriyor. Gerçi Ramazan yazılarında bu tabii sayılabilir, ama tam da öyle değil. Yazarın 50'ye gelen yaşının olgunluğu da bunda etken olabilir. Lâkin samimiyeti açık. Yazılarının birine de aldığı "Tevhid" şiiri, buna iyi bir delil.

Varsın sen ilâhi, yine varsın, yine varsın/ Aklımda, hayalimde ve hissimde yaşarsın.

Ruhumda, dimağımda ve kalbimde yaşarsın/ Varsın sen ilâhi, yine varsın, yine varsın

O günlerde iyice başgösteren ve adeta moda olan, dine/ Ramazan'a karşı hürmetsizliğe Cenab'ın öfkesini dile getiren şu cümleleri de ne kadar kıymetli, şayan-ı ibret:

"Heyhat ki 'meşrutiyet-i mübeccele' dediğimiz musibet-i idariyye minarelere de her yüksek şey gibi nazar-ı lâkaydi ile baktı. On iki seneden beri denilebilir ki Ramazan belli başlı bir devr-i zünûp ve uyûp olmuştur. Yâr u ağyar önünde hürriyet nâmına küstahane nakz-i siyam bir nevi hareket-i medeniye telakki olunuyor. Hâlbuki cemâhir-i medeniye şeâir-i dine ne kadar hürmetkârdır; bilsek!.." (s. 4-5)

Din alerjisinin, dahası din düşmanlığının uygarlık, çağdaşlık olmadığını, maalesef, yüz yıl sonra da anlayabilmiş değiliz. Hürriyet ve medeniyet nâmına insanların inançlarının hafife alınmayacağını, inançlara saldırmanın bizi uygarlık yolunda bir adım ileri götürmeyeceğini görmek için daha ne kadar bekleyeceğiz?

Cenab'ın söz konusu makalelerine serpiştirdiği vecize kıymetindeki sözleri de az değil. Yazılara kıymet kazandıran özelliklerinden biri de budur kanaatimce. Tiryaki Sözleri müellifi, söz konusu Ramazan hasbıhallerinde de yer yer cümel-i hikemiyelerini okuyucularıyla paylaşıyor. Bunların her biri, okunup geçilmemeli, mutlaka bir deftere not edilmeli, tekrar tekrar okunmalı. Tadımlık kabilinden birkaçını işte naklediyorum:

- Haset, başkasının balını kendi ağzına zehir etmektir.

- En büyük yalan hakikat-i dünyadır.

- İçki kadehinden şetâret ve zekâ bekleyenler bence birer ahmaktır. Yahut birer kör cahil…

- Fuhşu taklîl etmek (azaltmak) ister misiniz? Ekmeği ve kitabı ucuzlatmanın çarelerini arayınız.

- Dimağlarıyla yaşayabilenler çoğaldıkça güzellikleri ve tazelikleri ile geçinenler azalır.

- Dinsizliğin en velûd nâşirleri iktidarsız ulema-yı dindir.

- Güzel kadınlarımız eskiden tavan gibiydiler: Yalnız sahib-i haneye görünürlerdi. Şimdi sema gibi oldular: her gözü olan görüyor.

- Cehl yeryüzünün cehennemidir.

Anladığım kadarıyla, demmoğlu, tarihi boyunca, dönüp dolaşıp maalesef benzer hataları/yanlışları tekrarlıyor. Aynı taşlara takılıyor ayaklarımız, aynı çukurlara düşüyor yüzyıllardır insanlık. İlmî, fennî gelişmeler/ ilerlemeler görünür tarafımızı güzelleştiriyor da; içimiz aynı. Kibrimiz, kıskançlığımız, taassubumuz, bencilliğimiz, açgözlülüğümüz, aklımıza sahip çıkamayışımız, kullanamayışımız aklımızı, tutkularımız, zaaflarımız, aczimiz, cehaletimiz, inançsızlığımız, dalkavukluğumuz, utanmazlığımız ilh… Elbette eksikliklerimizin/ olumsuzluklarımızın karşısında duran/ görünen hasletlerimiz, güzelliklerimiz de aynı. Bana öyle geliyor ki, bu saydıklarımız, teknolojiyle değişmiyor; iyiliğe yahut kötülüğe evrilmiyor.

Gelin, Ramazan'ın mağfiret, rahmet, bereket iklimi içinde İstanbul'da Bir Ramazan kitabını da okuyalım; kıymetli fikirleriyle bizleri iyi insan olma yolunda ikaz eden Cenab Şahabeddin'e rahmet dileyelim.

Ramazan Sohbetleri

Büyük muharrir Ahmet Rasim'in yazılarını okumayanlar, onun ne kadar şekerli şerbetli, cicili bicili, oyunlu oyuncaklı yani tadına doyulmaz bir anlatıma sahip olduğunu, ne kadar malumatlı olduğunu bilmezler. Ahmet Rasim, roman, hikâye yazarlığının yanı sıra, 19. asrın son çeyreği ile yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, İstanbul'un adeta gayri resmi kültür tarihçisi ve folklor kayıtçısıdır. 1922 senesinin Ramazan ayında kaleme aldığı yazıları, 2007'de Ramazan Sohbetleri adıyla yeniden yayımlandı. Bir asır evvelinin Ramazanı onun yazılarından okumak, bir çocuk sevinci veriyor insana; hatta buruk bir neşe. Unuttuğumuz küçük güzellikleri fısıldıyor yazar. İnceliklere göz kırpıyor. Yüzyıl öncesinin toplum yaşayışını olduğu gibi önümüze koyuyor.

İki yıl önce, "ramazan davulcularından şikâyetimdir" başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Çünkü davulcularımız artık davul çalmıyor da, sanki tokmak yarıştırıyor bazı şehirlerimizde veya semtlerimizde. Ahmet Rasim, bana inat, yüzyıl önce şunları dercediyor: "Oooh! Bu ramazan keyfim keyif… Bizim mahallenin bekçisi pek güzel davul çalıyor… Ciddi söylüyorum ki güzel çalıyor… (…) Başka bekçiler gibi 'kak, kak, kak' değil… Mangal başında uyuklayan halayığı yerinden hoplatan cinsinden de değil. Bizim musiki hocalarımızın 'Çifte sofyan' ile 'Yörük aksak' dedikleri usulden… Davulun derisi de tınlıyor. Porsumamış, tam ayarında gerilmiş. Çalmaya başladı mı, dümtekler yerli yerinde. İnsan 'düm'ü de anlıyor, 'tek'i de… Hem garip bir etkisi var. Sesi uzaktan da hoş geliyor, yakından da…" (s. 5, 6) Bu şirin peşrevden sonra, Üstad, "davul"un tarihçesine dair öyle şeyler anlatıyor ki, ne başka yerde bulunur, ne de bu tatlılıkla okunur cinsten. Bahse mevzu kitapta Ahmet Rasim'in iftar yemeklerini anlatan bir yazısı var ki, ne benim burada vasıflandırmaya gücüm yeter, ne de kitap ekimizin sayfaları buna müsaade eder. En iyisi, kitabı bulup okumaktır. Sadece bu değil, o günkü sohbet meclisleri, davetler, ramazan eğlenceleri, oruç bozanlar, içkiciler, ağızlık çeşitleri, fes modelleri… daha nice toplum hayatından yansıyan çizgiler, Ahmet Rasim'in yer yer güldüren, yer yer düşündüren, ama her halükârda etkileyici üslubuyla vücut bulmuş yazılar, okuyucusunu bekliyor.

Bilindiği gibi, Ramazanda kalpler yumuşar, bakışlar munisleşir, anlatım bir bakıma uhrevileşir. Sair zamanların rindâne Ahmet Rasim'i, iklimin maneviyatına uygun öğüt vermeyi, tavsiyede bulunmayı da ihmal etmiyor. Üstad'ın dileklerine katılmaktan başka ne gelir elimizden:"Şu mübarek günler hürmetine kavgayı ve şikâyetleri bir tarafa bıraksak. Elimizden başka bir şey gelmiyor, hiç olmazsa dinin ve milletin doğru yola yönelmesi için dua etsek. Allah'ın affından ümit kesilmez. Ancak o zaman: 'Yok mu bir lebbeyk ya Rab, sad hezerân ya Rabbi' demeye dilimiz varır. Belki duamız kabul olunur. Başımızdaki afetler, belalar savulur… Oruç mideden evvel dil için bir temize çıkmadır, eski zamanlarda bile kahvelerde, kâğıtçı dükkânlarında:

“Bana benden olur her ne olursa/Başım rahat bulur dilim durursa” levhaları asılıydı." (s. 20-21)



13 yıl önce