|

'Hiç heceleyerek ağlamamıştım'

Dünyanın gergefinde iğne oyası gibi işlenerek yazılmaya çıkılmış bir şiirin içinde yürümeye devam Şükran Belen bunu ne kadarını başardığını sessiz hecelerle ortaya koyarak, daha ne kadar yürüyeceğini de merak ettiren bir şiirle çıkıyor okur karşısına.

Şahin Torun
00:00 - 14/03/2013 Perşembe
Güncelleme: 11:41 - 13/03/2013 Çarşamba
Yeni Şafak
'Hiç heceleyerek ağlamamıştım'
'Hiç heceleyerek ağlamamıştım'

Kayıp bir nefese yakılmış, ev işi ev içi bir şiir olarak çıkageldi Şükran Belen şiiri. İlk bu kitabıyla - Kayıp Nefes- duyup işittik ve bütün ev içiliğiyle bir kadın sesinden haber veren bu ilk kitaptan sonrasını beklemeye koyulduk. Bir yönüyle amatör bir acemiliği ama aynı anda el değmesine izin verilmemiş bir saflığı da barındıran bu ilk kitapta en dikkati çeken şey ise; evin içinde yalnız başında duran kadının yer yer ağrıyan ama işine alışkın ellerle toparlamaya çalıştığı şaşırtıcı ses arayışıydı. Sonradan anlayacaktık; ismini de arayan bir çocuk/kadın'ın sesiymiş bu.

Bir nefesin kaybıyla şekillenen ve ilk anda neyi nasıl söyleyeceğini bilemeyen bu sesin hiç tartışılmayacak özelliği ise bütünüyle bir kadının sesini barındırmasıydı. Aslında Şükran Belen şiirinin sonraki halini merak ettiren şey de bu hünsa olmayan, besbelli sesin şaşırtıcı hatırıydı bir bakıma.

SÖYLERKEN ÜRKÜTMEMEK

Bir kadın konuşuyordu ve biz tam olarak anlayamasak da üstü örtülemeyen ama söylerken ürkütmekten de bir o kadar korkan acılı bir şeyler vardı bu şiirde. Ne bitimsizce kulak tırmalayan ne şaşırttığı yerde kaçınılmaz bir irkilmeye neden olan ne de tanımsız bir söze meyleden bir şiirdi bu. Sadece bir şeyler söylemek isteyen bir kadının örtük bir derinlikle acımış sesi vardı bu şiirlerde…

Bütün bu kapalı acımışlığına rağmen sevgili M.Akif Ertaş'ın deyimiyle 'santimantal refleksi ve paradoksal duyarlılığı aşarak' yazılmış bir şiirdi bu. Bir kadının bütün gerçekliğiyle kendi bireyliğinden haber veren ve orada burada her gün türlü biçimlerle bulanıp süslenen ortamla da yüz güz olmayan bir şiir söz konusuydu.

Beni sana yâr demeyen!

Dili tutulası geveze,

Yalnızca ah diyebildi

Güvercine denk düşen bir endişeyle...

Suya bakan, söyledi;

İki ruhlu!

Deyip,

Sırtını dönen,

Gölgesinden oldu... 

Okumuş olanlar bilirler muhakkak; Ursula K.Le Guin'in bitimsiz anlatısı 'Yerdeniz'de bir çocuğa asıl adını ancak bir büyük bilge büyücü, bir su kenarında gerçekleşecek bir törenle verir. Çocuğa verilen isim onun gerçek ismidir ve bu ismi alması kaçınılmazdır. Ama verilen bu isim aynı zaman da isim sahibinin farkında olmasa da içinde olan gerçekten – bir vergiden- başkası değildir. İşte Şükran Belen şiiri de tıpkı ismini arayan bir vergili kız çocuğu gibi bütün amatörlüğü, bütün saflığı ve bilinç haline yükselmiş bilinçsizliğiyle şaşırtmıştı bizi.

KELİME AVINDA BİR ŞAİR

Öncelikle bir duruşu seyrediyorduk bu şiirde. Cümle kurmaktan ve bunun için çabalamaktan çok tek tek kelimelerin peşine düşen, bulduğu kelimeleri kendi arı duruluğuyla temizleyip paklayan, bir ben şiiri olarak dursa da hemen hiç haykırmayan, kökeni kelimelere ve bu kelimelerin seçimine dayanan ince ince hesaplanmış, sözden alabildiğine tasarruf edilerek yazılmış, tıpkı kaybettiği nefesi ararcasına asıl adını arayan bir şiir söz konusuydu.

Şairin ikinci kitabı 'İpeğin Ağrısı' ise işte tam da böylesi bir zamanda gelmişti. İlk anda ipek gibi bir adı vardı bu şiirin ve birde ipek gibi bir ağrısı. Lakin ipeğin mi yoksa ağrının mı asıl isim olup olmadığı yine de kolayca anlaşılmıyordu. Aynı zamanda şairi profesyonel ortamın sorunlarından da koruyup arındıran bir belirsizliğin halen devam ettiği gözlenen bu şiirlerde göze çarpan şey ise; ismini arayan çocuğun, çocuksuluğa saplanmayan bir düzleme sabitlenerek kendini konumlandırma başarısıydı.

İster ipek isterse ağrı yoğunluğunda olsun adını belki benimsemeyen hatta bundan da öte bu iki isimden birini istemeden almak zorunda kalan bu adsız çocuk yine de bir başka başarının güvencinde olduğundan kendi oyununu kurmanın rahatlığı içinde kurabilmişti şiirini.

Yine Ursula K.Le Guin'e dönecek olursak; şairin hemen hiç farkında olmadığı bir gücün sahibi olduğu görülüyordu. Bu habersiz güç vergisinden olacak; günde kalmaktan çok zamana yayılacak ve kalıcı olacak bir şiir şekilleniyordu böylece.

Şükran Belen'i, ne yaptığını hiçte hesaplamadan, 2000'li yılların çokça kadın şairinden ayırarak, salt bir duygusallığın ortaya dökücüsü olmaktan öte, Erzurum'dan Ankara'ya, İzmir'den İstanbul'a kadar yayılıp yerleşen kendi hikayesinden yola çıkarak daha uzun ve daha kapsamlı bir gerçekliğe ulaşmasını sağlayan ve kendi armonisini de kendi içinde geliştirerek saklayan bu vergili gücün altını çizmek gerekiyor.

ahh! karaya çıkan!

hiç heceleyerek ağlamamıştım

İşte heceleyerek ağlamak derken de kendini kendi bulduğu kelimelerle ele veren bu şiirden sonra son kitabı 'Kuşlar Tahtı'nda daha bariz biçimde izleyebileceğimiz; Dünyanın gergefinde İğne oyası… gibi işlenerek yazılmaya çıkılmış bir şiirin için de yürümeye devam Şükran Belen bunun ne kadarını başardığını sessiz hecelerle ortaya koyarak, daha ne kadar yürüyeceğini de merak ettiren bir şiirle çıkıyor okur karşısına.

Kuşlar Tahtı'nın diğer iki kitaba göre daha ince ve daha süzülmüş yapısına rağmen halen süren bir hikayenin aynileştirdiği ama bir başka biçimde de şiir kökenini açık edecek bir netlikle yazıldığını izleyebiliyoruz. Bu da Şükran Belen'in hiç kop(a)madığı kendi özel hikayesini hala sürdürdüğünü gösteriyor…

Şiiri öykü anlatmaktan kurtardığı kadar da, öykünün kız kardeşi olarak belirleyip aynı yolda ilerlemeye devam eden bir dille yazıldığı gözlenen 'Kuşlar Tahtı'nda asıl dikkati çeken şey ise, Şükran Belen'in, öyküsünü kendinden çıkarıp salt bir kadın sesi olarak anlatmayı başarması olsa gerek.

Atlara dönelim, külü

Dökelim ey yar!

Çıkarıp manayı

Tereddütten

İnsanı…

Dönelim!...

Böyle diyor Şükran Belen, anlatmaya devam ediyor. Bekleyelim, görelim…

Kitabın Künyesi:

Kuşlar Tahtı

Şükran Belen

Komşu Yayınları

Yasak Meyve

2012

72 sayfa

11 yıl önce