|

İki ilk kitap: Yerli ve kederli

İbrahim Gökburun, anladığım kadarıyla, "gerilmiş bir ipin üzerinde" ömür süren şairler taifesinden. Gerçi hangi iyi şair böyle değildir ki! Bu derecede gergin bir yaşantının içinde, çağın açtığı yaralar, şairlerde normal insanlardakinden daha derin oluyor, kolay kolay kapanmıyor; küçük bir fiskeyle de kanıyor

Turan Karataş
00:00 - 7/02/2012 Salı
Güncelleme: 23:42 - 7/02/2012 Salı
Yeni Şafak
İki ilk kitap: Yerli ve kederli
İki ilk kitap: Yerli ve kederli

Yirmibirinci asrın onikinci yılını yeni iki şiir kitabıyla karşılıyorum. Bir yıla şiirle başlamanın hazzı başkadır. Böylece biten bir yılın çağıltılarını, çalkantılarını, iniltilerini bir de şiirin sesinden dinlersiniz. Çâr naçar içinden yaşayıp geldiğimiz, geride bıraktığımız için şimdi artık mazi olan, gün gün tanımasak da genel manzaralarına şahit olduğumuz hayatı, bir de şairlerin bakışıyla, sezişiyle, sesiyle anlamaya çalışırız, tanırız. Şairin hayatı algılayışı ve anlatışı, kuşkusuz bizimkinden farklı ve etkileyici olmalı. Cemal Süreya bir yazısında, "şairin işini özetleyelim" diyordu, "şair, gerçeği, olduğu gibi, hatta olduğundan daha gerçek, daha tam, daha güzel, daha çirkin, daha coşturucu, daha yalın, daha karışık, daha aydınlık gösteren adamdır." (Uzat Saçlarını Frigya, İstanbul: Yön Yayıncılık, 1992, s. 177) Yukarıdaki "gerçeği" sözcüğü yerine "yaşamayı" koyarsak sanki daha itirazsız bir sava ulaşırız.

Ötesini de söyleyelim, şair, şiirleriyle yaşamlara, dünya toprağında akıp duran binlerce milyonlarca büyüklü küçüklü hayat ırmağına aydınlık düşürmeli; hem kendi iç dünyasından hem de dışındaki o büyük, büyüleyici ve karmaşık âlemden çizgi çizgi, desen desen, tablo tablo, türkü türkü bir söz, bir görüngü iletmelidir zihnimize yahut gönlümüze.

Kederli bir dil

Kesik Dil (İstanbul: Profil, 2011) İbrahim Gökburun'un (d. 1980) ilk kitabı. Üç bölüm halinde tertip edilen kitapta 27 şiire yer verilmiş. Genel olarak baktığımızda, İbrahim Gökburun'un imgesel bir söyleyişi, kısmen kapalı bir dili tercih ettiği görülüyor. Fakat her halükârda bu şiirlerden bize bulaşan bir keder, acılı, etkileyici bir ses var. Kitabın ilk bölümündeki (Üzgün Ülke) şiirler, hüzünlü, ama yer yer mutluluğa açık pencerelerini fark ediyoruz. "Lir Bir Şarkı", "Bir Kızın babası Oldum Kar Yağıyor Sesime"de -ki bu bölümün, bazı bölükleriyle belki de kitabın en iyi iki şiirinde- bu sevinç ışımasını görmekteyiz. İkinci kısımdaki (Yaşıtlarıma Mersiye) şiirler, bir ağıt havası taşıyorlar ve doğal olarak bu örneklerde şairin söyleyişindeki keder daha da yoğunlaşıyor. "Vicdanını yitirmiş bir çağın insanıyım" diyor şair. Kolay değil, erdemden uzak böyle bir çağda, hassas bir yüreğin acılar içinde kalması/ kıvranması. Çokça yârelenmiş, pare pare parelenmiş, yaşamaların içine batıp çıkmış bir şair var karşımızda. Neylesin ki, bugünün tuzu kuru insanına yani "kuşatılmış, merhameti tükenmiş, vicdanını yitirmiş"lere seslenmek zorunda ağulu sesiyle. Belki de bu nedenle her sözüne bir keder aşısı katıyor; kirlenmemiş bir yer kalmışsa içimizde, bu ses karşılık bulabilir diye.

Gökburun, anladığım kadarıyla, "gerilmiş bir ipin üzerinde" ömür süren şairler taifesinden. Gerçi hangi iyi şair böyle değildir ki! Bu derecede gergin bir yaşantının içinde, çağın açtığı yaralar, şairlerde normal insanlardakinden daha derin oluyor, kolay kolay kapanmıyor; küçük bir fiskeyle de kanıyor. Kesik Dil'in bilhassa ikinci kısmındaki şiirlerde böyle derin yaralı bir yüreğin iniltileri, ağıt sesi, haykırışları duyuluyor. Kitabın üçüncü kısmındaki tek şiir, ("Dergâha Geldim"), bir durulma, bağlanma arzusunun tezahürü. Teskin olmaya hazır bir kalbin atışları duyuluyor, yumuşak ve uysal bir ses. İçtenlikle söylendiği için de etkileyici.

Biçimsel olarak kusursuz ama..

İbrahim Gökburun'un şiirlerinde karşımıza çıkan bazı dizelere değinmekle, aslında son yıllarda şiirimizde yayılan bir soruna da kısaca dokunmuş olacağız. Söz gelimi, "Serçelerin sesine seriyor esmerliğimi" dizesine bakalım. Biçimsel olarak kusursuz görünüyor dize; güçlü bir ses düzenliliği sağlanmış; yinelenen s'ler ve e'ler vasıtasıyla elde edilmiş hoş bir ahenk duyuluyor. Öncesindeki ve sonrasındaki dizeleri de göz önünde bulundurarak "anlam" kaygısıyla yokladığımızda dizeyi, okura bir şey söylemiyor. Daha açıkçası, söz konusu söz öbeğini okurken/ okuduktan sonra, şairin bize bir şey demesini bekliyoruz haklı olarak, zihnimizde bir görüngünün oluşmasını. Olmuyor. Bu biçimde olan dizeler, bana göre 'sorunlu' dizeler, şiiri hem anlam zaafına uğratıyor hem de şiirin hava bütünlüğünü bozuyor. Zaten, dağınıklığa meyyal zamane şiiri için, bu durumu önemli bir tuzak olarak düşünüyorum.

Dahasını da söyleyeyim, "Ölü kuşların yarası açılır yüzüme", "Uyudum uyandım içtiğim ırmaklar kurudu kurtlandım", "Üzerime giydirilmiş kahverengi yalnızlık", "kaburgalarımda kırılan can tedirginliği" türünden dizeleri, zorlamalı/ yapay buluyorum. Halbuki şu aşağıya aldığım örnekteki dizeler gibi hem yalın, hem makul benzetmelerle kurulmuş dizeler, bir biriyle beslenerek, güçlenerek, bütünleşerek; birbirine tutunarak daha etkileyici bir yapı oluşturuyor:

Yüzünde annesini bekleyen çocuklar/ Yüzünde çocukken öğrendiğim bir dua/ Yüzünde terk edilmiş bir şehrin yalnızlığı/ Yüzün Leylâ'ya benziyor senin gün geçtikçe. (s. 17)

İbrahim Gökburun'un şiirlerinde de birkaç yerde karşımıza çıkan, şu "esmerliğim" sözcüğüne de dokunmak isterim. İlk defa hangi şair, ne zaman şiirinde kullandı bilemiyorum. Yanlış hatırlamıyorsam, ilk kez Hüseyin Atlansoy'un şiirinde dikkati çekici bir 'imge' olarak karşılaştım bu sözcükle; doğrusu orada yerine yakışmıştı ve taptaze görünüyordu. Sonra, 80'lerden itibaren muhafazakâr, yerli, mütedeyyin şairlerin yazdıklarında sıkça karşımıza çıkar oldu. Kelime, 'Doğu'lu bir duruşu, duyarlığı hatta biraz da muhalif bir ruhu çağrıştıracak biçimde şiirlere konuyordu. Neredeyse bir insan tipini temsil eder olmuştu. Giderek "mazlum, mahzun, mağdur, aşktan yüz geri edilmiş, anlaşılmamış, kadri kıymeti bilinmemiş, yalnız, ötekileştirilmiş, ezilmiş, kederli" hatta "taşralı" bir insanın simgesi hâline geldi. Derken, bilhassa üçüncü dördüncü sınıf şiirlerde o kadar çok kullanılır oldu ki, basit bir kalıp söze, arabesk bir klişeye indirgendi. Size doğrusunu söyleyeyim mi, artık, hangi şiirde "esmerliğim" sözcüğüyle karşılaşsam midem havalanıyor, içime bir sıkıntı çöküyor. Ve hemen, diline yani seçtiği kelimelere dikkat etmeyen bir şairin huzurunda olduğumu düşünüyorum.

Bilinir bilinmesine de, bir kez de benden duyun. Nice güzel kelimemiz, böyle 'hovardaca', yerli yersiz kullanılmak yüzünden eskimiş; anlam değerini, asaletini, diriliğini kaybetmiştir. Demek ki kelimelere can veren şairler, yeri geliyor kelimelerin canına kıyabiliyorlar. Bu ikincilere 'iyi şair' deme şansımız azalıyor. Sözcüklerin canına okuyanlar, ya özensiz ya da yeteneği kıt şairler oluyor! Titizlenelim, üzerine titreyelim, "üzgün ırmaklar" da benzer bir kaderi yaşamasın…

İnce ve yerli bir ses

Emel Özkan, şiirlerini içine koyduğu ilk kitabına Dar Zaman ismini yakıştırmış. Kitaptaki ürünlerin özüyle mütenasip bir ad. Kitap üç bölüme ayırılmış: Aleyhine Bir Şahit, Kuvvetler Ayrılığı, Mutlu Azınlık. Kitaptaki hepi topu 32 şiirin üç bölüğe ayrılarak niçin bu başlıklar altına taksim edildiğini düşünürken şunları gördüm: İlk kısımdaki şiirlerde elimizde tutamadığımız huzurlu anlar, çocukluk dediğimiz rüya ömür kesitinden hoş çizgiler, onları anlamlı kılan kırıntı halinde hatıralar dile getiriliyor. Geçmiş güzel anlarla birlik sanki bir kır, kasaba rüzgârı da esiyor bu kısımdaki şiirlerden. "Dağların eteğine tutunur çiğdem", "Yamanır çocukluğun ucu yanmış çorabı", "bir çocuğu şımartan bahçedir" dizeleri ve özellikle "Takvim Yaşı" şiirinde yoğunlaşan cemre, ayaz, harman, turna, sürü, yayla, zemheri vb. sözcükleri beni böyle düşündüren. Sanki bir kır/ köy/ kasaba hayatının zihinde kalan anılarından hız almış bu ürünler. Belki de bu nedenle şiirlerde bir dinginlik var.

İkinci kısımdaki şiirlerde ise şairin sonraki yıllarda yaşadığı şehir hayatının karmaşası dikkati çekiyor. Şehrin içler acısı hâlini, bilhassa büyük şehir insanlarının mutsuzluk resmini kelimelere geçirirken, Cemal Süreya'nın "Fotoğraf"ını hatırlatan şu güzel dizeleri söyler şair: "Başını taşıyamayan bir yığın insan./ Durakta,/ Bir kadın/ Bir genç/ Bir adam/ Boşluğu seyreden heykel gibi yüzleri/ Güne bırakılmış şikâyet dilekçesi…" (s. 39) Birinci kısımdaki şiirlerde görülen o saf çocukluk anılarının yerini bu sefer huzursuz fotoğraflar alıyor: "Çocuklar iniyor yalnız yüzleriyle, yüksek binalarından". Küçük küçük, acı acı, ama maalesef yaşadığımız şehir manzaraları. "Bir dostun kapısına varıp/ Dönmek bile güzel" diyecek oluyor şair. Bir arada yaşamak durumunda olan insan için ne kertede bir ayrışma yahut kopukluk düşünsenize. Bu kısımdaki şiirleri okurken, büyük şehrin hasbelkader yaşama seline kapılmış, fakir, çaresiz, kederli, dindar insanların hayatı geçiyor gözümüzün önünden. Birinci kısımdaki şiirlerde birey olarak şairin geride bıraktığı yer yer tatlı hatıralar vardı; burada ise 'kırık hayatlar'…

Kitabın son kısmına alınan şiirlerde de, baştakilere benzeyen ama eski, küçük şehir hayatının geri gelmez günlerinin yankısı var. Söz gelimi, kitabın da bence en güzel şiiri olan "Mahalle", böyle buğulu bir örnek: "Pencerede domates fideleri/ Sokakta çocuklar:/ Dağılan tespih tanesi// Ne güzel/ Çay demlemeler oturup bahçelerde,/ Dar bir sokaktan açılmak denize// Birbirinin kulak misafiri/ Omuz omuza evler…// Ama değişti şehrin huyu/ Kaçırıyor benden gözlerini." (s. 57)

Emel Özkan, hayatın başka alanlarında yaygınlaşmış olan kalıp sözlerden hoş dönüştürmeler yapıyor şiirlerinde: "Bütün davaları, zamanenin/ Usulden bozuluyor içimde", "İnsan gün alıyor pişmanlıktan", "Kaç üzüntü düşüyor, adam başına" gibi. Fakat şiiri böyle kolay buluşların serinliğine terk etmemek gerekir.

İçimizden biri gibi yalın ve içten söyleyişi, hemen şairle bir duygudaşlık kuruyor aramızda. Evet, çokça sıcak bir fısıldayış gibi. O güzel "Kız Babası" şiirini okurken daha bir hissettim bunu, hâlbuki ben kız babası değilim. Böyle olunca, Emel Özkan'ın şiirlerini sevmemek mümkün değil gibi. Yerli, içli, incelikli, tatlı bir sesi var şiirlerin, dokunan bir hüznü. Yüzünde çocuk gülüşleri havalanan duyarlı bir yürek Emel Özkan. Her insanda farklı biçimde içe gömülen sessizliği, sese/ söze dönüştürme uğraşında. Kanaatimce, Dar Zaman, iyi bir ilk eser.

12 yıl önce