|

İnsan, ekberi geleneğin izinde

Bugün Müslüman sanatçının önündeki belki de en önemli sorun, geleneksel olanı ne şekilde aktüelleştireceği; aktüel ile geleneksel olan arasındaki sıhhatli ilişkiyi ne şekilde kuracağıdır. İnsan Yayınları bu konuda iki önemli adım daha attı. Birisi, Cemâleddin Mahmûd Hulvî'nin Câm-ı Dil-Nüvâz'ı , diğeriyse Ahmed Bîcan'ın el- Münethâ'sı

Cemal Şakar
00:00 - 14/03/2012 Çarşamba
Güncelleme: 22:45 - 13/03/2012 Salı
Yeni Şafak
İnsan, ekberi geleneğin izinde
İnsan, ekberi geleneğin izinde

İbn Arabi öğretisinin düşünce, sanat ve edebi hayatımızdaki derin etkileri üzerine çokça konuşulup yazılmaktadır. Ancak yaşadığımız kültürel kopuş nedeniyle geleneğimize ait birçok esere ulaşılamamaktadır. Harflerimizin değiştirilmesinin ve geleneğin şiddetli bir şekilde reddedilmesinin bunda payı büyüktür. Ama daha önemlisi ulaşılan eserlerin bugünkü 'modern koşullar' altında nasıl ve ne şekilde değerlendirilebileceğine dair bir yöntem ve yaklaşım geliştiremememiz, geleneksel olana karşı körlüğümüzü ve sağırlığımızı büyütmektedir.

İki önemli adım

Yaşadığımız körlüğü ve sağırlığı giderebilmek için bugün, en azından sanat ve edebiyat dünyasında Batıdan yapılan kuramsal çeviriler elden ele dolaşmaktadır. Ancak tamamen bu eserlere teslim olmak, sonuçları uzun vadede ortaya çıkabilecek olan bir bilinçdışı değişime, dönüşüme neden olmaktadır. Bugün Müslüman sanatçının önündeki belki de en önemli sorun, geleneksel olanı ne şekilde aktüelleştireceği; aktüel ile geleneksel olan arasındaki sıhhatli ilişkiyi ne şekilde kuracağıdır. İnsan Yayınları bu konuda iki önemli adım daha attı. Birisi, Cemâleddin Mahmûd Hulvî'nin Câm-ı Dil-Nüvâz'ı (Gülşen-i Râz şerhi), diğeriyse Ahmed Bîcan'ın el- Münethâ'sı (Fusûsu'l-Hikem üzerine bir çalışma).

Câm-ı Dil-Nüvâz'ı Sait Okumuş yayına hazırlamış ve editör olarak Ömer Lekesiz bir takdim yazısı yazmış. Bu eser, Şebüsteri'nin meşhur Gülşen-i Râz'ı üzerine 17. yüzyılda yapılmış bir şerhtir. Cemâleddin Mahmûd, Halvetî, Sünbülî tekkesinden icazetli olsa da hac dönüşünde, Kahire'de Gülşenî Âsitânesi şeyhi Hasan Efendizâde İbrahim Gülşenî'yi ziyaret ederek ona intisâb edip hilâfet aldıktan sonra Gülşenîlerin irşadına memur olarak İstanbul'a dönmüştür.

“Müellif Hulvî, kendini mütercim ve şârih; eserini de bir şerhin tercümesi ve Türkçe yazılmış şerh diye tanımlamaktadır. 'Nâzımı Şeyh Mahmûd ve şârihi Lâhîcî'yi ve mütercim olan Hulvî'nün' ifadeleriyle Lâhîcî Şerhi'nin tercümesi olduğunu; 'Pes bu fakîr dahı Türkî şerh eyledüm ki…' ve 'Himmet-i âliyeleriyle bu kitâb şerh olınup Câm-ı Dil-nüvâz diyü nâm virildi.' sözleriyle de, eserin aynı zamanda kendisine ait bir şerh olduğunu söylemektedir.”

Bilindiği gibi Gülşen-i Râz Ekberi geleneğe bağlı bir eserdir. Dolayısıyla daha çok varlığın birliği meseleleriyle ilgilidir ve bir Sühreverdi şeyhi olan Horasanlı Mîr Hüseynî-i Sâdât'ın (öl. 1319) şiir şeklinde yönelttiği felsefi ve tasavvufi sorulara cevap şeklinde yazılmıştır. Rivayet odur ki, Şebüsteri 15 beyit civarındaki bu soruları cevaplandırdıktan sonra çevresinin baskısıyla cevaplarını genişleterek bir risale haline getirmiştir. İşte elimizdeki eser de bu risalenin şerhidir.

Ahmed Bîcan'ın el-Müntehâ'sı ise alt başlığından da anlaşılacağı üzere Fusûs'l-Hikem üzerine bir çalışmadır. Kitabı hazırlayan Ayşe Beyazıt, bu çalışmayla Türkçedeki Fusûs tercüme ve şerh zincirinin ilk halkasının gün yüzüne çıkarıldığını söylemektedir: “Yani 'vahdet-i vucûd' düşüncesi ilk Osmanlı medresesi müderrisi olarak tanınan Dâvûd Kayserî'nin Fusûs Şerhi ile Osmanlı'ya girmiş, hemen arkasından da Molla Fenârî medresede Fusûsu'l-Hikem okutmuştur. Bu gelenek Yazıcıoğlu kardeşlerle devam ettirilmiştir. Böylece Yazıcıoğlu kardeşler, 'Ekberî mekteb'in Osmanlı düşünce hayatına yerleşmesine katkıda bulunmuştur.”

Vucûd-ı Hak

Eserin temel meselesi 'vucûd-ı Hak'tır. Sekiz bölümden oluşan kitapta “Vucûd, yani varlık konusu İbnü'l Arabî, Müeyyed Cendî, İmâm Gazzalî, Fergânî ve Kayserî gibi mutasavvıfların, yer yer felsefeci ve Eş'ariyye, Mu'tezile gibi kelâmcıların görüş ve sözlerine atıflar yapılarak tasavvufî olarak açıklanmaktadır.” Peygamberler tarihi olarak da okunabilecek olan bu eserde, müellifin Bayrâmiyye tekkesine bağlı olması hasebiyle hem Bayrâmiyye'nin hem de vahdet-i vucûd düşüncesinin temel yaklaşımlarını aynı anda öğrenmek mümkündür. Ahmed Bîcan, telif sebebi bölümünde bu çalışmasını şöyle gerekçelendirmektedir: “Bu kitâbı yazmaya sebeb bu oldu ki: Bir gün Kâ'be'den gelirdim. Yolda bir gece düşüm olur. Peygamber (a.s.) hazretini gördüm. Bana eyitti: 'Senden ilm ve ma'rifet ve muhabbet gelir. Sa'y eyle' dedi. Ben dahi onun mübârek sözüyle bu kitâbı cem' ettim üç yılda.” İbnü'l Arabî'nin de Fusûs'u benzer bir ilahi emirle yazdığını hatırlarsak, iki çalışmanın ortak bir paydada toplanabileceğini görürüz. Aslında Ahmed Bîcan'ın Müntehâ'sı, abisi Yazıcıoğlu Mehmed'in, Müeyyed Cendî'nin Fusûs şerhine Arapça yazdığı ta'likatın Türkçe tercümesidir: “Ve ben duâcı dahi onu Türkî'ye döndürdüm. Ve bu kitâbın adını Müntehâ diye ad verdim.”

Müellifin buradaki hassasiyeti önemlidir. Zira o, Arapça olan eserlerden halkın da faydalanması için Türkçeye çevirme gayretindedir. Bizim için burada üzerinde durulması gereken hususlardan birisi, yazımızın başında da belirttiğimiz gibi gelenek ve bugün arasında köprü kurma arayışlarında nasıl bir yöntem izleyeceğimizdir. Her iki kitabın hazırlayanı da akademisyendir ve biliyoruz ki, akademide bu tür çalışmaların kabul edilmesi ve referans değeri olabilmesi için dilsel olarak aslına sadık kalınması gerekmektedir. Buna bir diyeceğimiz olamaz. Sorun yayınevlerinin bu tür çalışmaları yayınlarken izledikleri yayın politikasıdır.

Geleneğimize ait çalışmaların bugüne kazandırılmasında belki de en iyi yöntem, geleneğimizdeki şerh, adaptasyon ve telifin iç içe girdiği telif çalışmalarıdır. Eğer benzer yöntemlerle eserler yeniden telif edilemiyorsa yayınevleri iki tercihle karşı karşıyadır; ya akademisyenleri gözetip kitapları akademinin istediği biçimde yayınlayacaklar ya da genel/popüler okuyucuyu dikkate alarak, eserleri günümüz cari kelimelerine dönüştüreceklerdir. Zaten ehlinin, kitapların orijinaline ulaşacağını ve çalışmalarını orijinaller üzerinden yapmak zorunda olduğunu düşünürsek, bu tür çalışmalar 'iki cami arasında bînamaz' hesabı kimseye yaramamaktadır. Dolayısıyla Osmanlı Türkçesinde telif edilmiş eserlerin, günümüze taşınmasında, yayınevleri yayın politikalarını 'iki kez' düşünmek zorundadır.

12 yıl önce